Ortaçağ, Din ve Tarih-Yazıcılığı
Ortaçağ, Din ve Tarih-Yazıcılığı
Ortaçağ’da tarih-yazıcılığı, Aristo’nun izinde, bilimsel bir uğraşı alanı olarak görülmüyordu. Batılı üniversitelerde okutulmadığı gibi Doğulu medreselerde de tarih “asli ilimler” arasında sayılmıyor, ayrı bir ders konusu olmuyordu.[35] Bu yüzden de tarihçiliğe, ne Avrupa’da ne de İslam dünyasında, uzun süre insanların bağımsız olarak hayatlarını kazanabilecekleri bir meslek gözüyle bakılmadı.
Arap-İslam uygarlığının yükseliş çağında, tarihçiliğin yerini başlangıçta “ilm-i ahbar” adı altında yapılan çalışmalar tutmuştur. Bu bilim dalı zamanla Peygamber’in söz ve fiillerini araştıran bir alan (İlm-i Hadis) haline gelmiştir.[36] “Ahbar”a ek olarak, “tarih” sözcüğü, geleneğin naklettiğine göre, İslam dünyasına Hicret’in yirmi ikinci yılında girmiş ve 9. yüzyıldan sonra da teknik terim olarak yerleşmişti. Tarihçilik, asli bilimler arasında sayılmasa da, 10. yüzyıldan itibaren ayrı bir disiplin olmaya başlayacak, Fahreddin Razi’nin ansiklopedisine girecek ve İbn Haldun’dan sonra da –en iyi temsilcisini Al Makrizi’de bulan– ayrı bir meslek haline gelecektir. “Müslüman ülkelerde, diyor Rosenthal, tarih-yazıcılığı ancak modern çağlarda bağımsız bir disiplin olarak kabul edildi. Eski Yunan’dan nakilciliğin yapıldığı dönemde Müslümanlar çeşitli bilgi dallarının sistemli bir tasnifiyle ilk kez karşılaştılar. O zaman gördüler ki, tarih-yazıcılığı yerleşik bilimler tablosunda yer almıyordu. Aynı şey Batı Ortaçağ’ında da belirleyici olmuştu.”[37]
Avrupa Ortaçağ’ında tarihçilik, 6. yüzyılda Grégoire de Tours’un Frankların Tarihi ve 7. yüzyılda Paul Diacre’ın Lombardların Tarihi başlıklı kroniklerinde görüldüğü gibi, Germen göçlerine kadar uzanıyor, fetihçi kavimleri anlatıyordu. Bu anlatılarda “yeni bir tarihsel alan” yaratılmıştı ve bu alanda “ilahi niyetleri keşfetme çabası, beşerî motifleri araştırma çabasının önüne geçiyordu”. Ve böylece geçmişte yaşanan “tarihî olgular” da “dokunulmaz olgular” niteliğini kaybederek dinî akideleri kanıtlamaya yönelik “delil olgular” haline geliyorlardı.[38] Ortaçağ’da din nasıl felsefeyi komutası altına aldıysa, aynı şekilde tarihi de dogmalarının aracı haline getirmişti.
Egemenlik kavgası dışında, Ortaçağ’da, dinle felsefe başka bir şekilde daha karşılaştılar. Bu kez felsefenin çürütülmesi ve din alanından kovulması söz konusuydu. Egemen inanca göre kuşkuya dayanan tartışmalardan kurtulan din böylece daha özgür olacaktı. Filozofların “tahafut”unu (tutarsızlıklarını) ortaya koyarken Gazali’nin yapmak istediği tam da buydu. Allah’ın varlığının, ruhun ölümsüzlüğünün, evrenin tanınmasının akılcı delillerle kanıtlanamayacağını göstererek, Gazali, dinle felsefenin yerini ayırıyordu.[39]
Gazali sufiliğe açılan çabalarında, Aristo’yu izleyerek, “zaman” algısını da öznel (sübjektif) bir algı olarak değerlendirmiş ve böylece Kant’a giden yolda ilk adımları atmıştı. Filozoflar “zaman”ın yaratılmış olduğunu, Allah’ın “zaman”ı yaratmadan önce de var olduğunu ileri sürüyorlardı; oysa Gazali’ye göre, mekânın ötesinde başka bir mekân olamayacağı gibi, zamanın ötesinde de başka bir zaman olamazdı. Eğer insanlar böyle durumlar algılıyorsa, bu, bir imgelem yanılsamasından başka bir şey değildi. Flasch’ın işaret ettiği gibi, aynı yolu Gazali’den önce “Saint Augustin de İtiraflar’ında (11. Kitap) denemiş, fakat soruya kesin bir yanıt verememişti; oysa Gazali, soruya, sonuçlarını büyük olasılıkla kendisinin de göremediği bir yanıt getiriyordu: Zaman insan işiydi”.[40] Kısaca “zaman” sadece gözlemcinin ruhunda mevcut, öznel bir kalıptı. Böyle bir “zaman” kavramının tarih-yazıcılığı açısından son derece önemli olduğu, gelecekte –Kant vesilesiyle göreceğimiz gibi– tarihçiliğin bir toplumsal bilim olma çabalarında engel teşkil edeceği açıktı.
Aristo “zaman”ın öznelliğine işaret etmişti, fakat doğada mevcut, “önce”si ve “sonra”sı ile bir harekete dayanan ve ölçülebilen “zaman” olgusunu da unutmamıştı. Antik çağda egemen olduğu gibi, Ortaçağ’da da yaygın olan “döngüsel zaman” anlayışı buna dayanıyordu. Hanedanların ve hanların saltanatı şeklindeki antik kronikler bu dönemde de yer yer varlıklarını sürdürdüler. Ne var ki, Hristiyanlık, Ortaçağ’a giderek damgasını vuracak olan farklı bir “zamansallık” anlayışı daha getirmişti. Buna göre tarihsel zaman ne gök cisimlerinin hareketiyle ya da hassas saatlerimizle ölçebileceğimiz fizik zamandı ve ne de her “ruh”a göre değişen öznel zamandı. Ortaçağ tarihsel zamanı akış öyküsünü Tevrat ve İncil’de bulan ilahi bir zamandı.
Tevrat bir “yaratılış kuramı” getirmiş, fakat kutsal değerlerini bir aşiret dini mensuplarıyla sınırlamıştı. Hristiyanlık ise Museviliğin soyut Allah anlayışını somutlaştırıp, evrenselleştiriyor ve İsa’nın doğumu ile de yeni zamanları başlatıyordu. Oysa “Ne Helenizm, hatta ne de Latin dünyası tüm zamanları ve tüm mekânları bir bütün halinde birleştiren evrensel bir zaman fikrine sahip olmuştu. Yahudi geleneği ile temas halindeki Hristiyanlaşmış Roma dünyası insan cinsinin birbirlerine bağlı, evrensel bir tarihi olduğunu keşfetti: Tarihin modern anlamının ortaya çıkışına tanık olduğumuz köken, çağımızın 3. yüzyılında yer alıyor”.[41] Ve Ahd-i Atik’ten Ahd-i Cedid’e, oradan da Kuran’a geçişle de bu kutsal tarihin yeryüzünde nasıl devam ettiği anlatılıyordu.
Ana hatları ile Hristiyan öğretide evrensel tarih Yaratılış ile başlıyor, Allah’ın “Tecessüm”ü ve yeryüzüne inmesi ile de yeni bir döneme geçiliyordu. İsa çarmıha gerildikten ve göğe çıktıktan sonra insanlığı kurtarmak için tekrar dünyaya dönecek (Parousie) ve günahkârları Mahkemeyi Kübra’da yargılayacaktı. Hristiyan inanç İsa’nın hayatıyla ilgili tüm anlatılanların tamamen gerçek olgular olduğuna inanılmasını talep ediyor, İncil’ler de bu tarihi anlatıyordu. Bu anlatıya göre “bir bütün halinde insanlık tarihi, bir yön, bir amaç ve bir anlam taşıyordu” ve bu niteliğiyle de Hristiyanlık, “Voltaire, Condorcet, Herder ve Hegel’den beri tarih felsefesi denilen şeyin kökeninde bulunuyordu”.[42]
Musevilik gibi “tecessüm” inancını reddeden Müslümanlık da evrensel tarihi “Yaratılış” kuramı ile başlatacak ve Mahkemeyi Kübra fikrini benimseyecektir. 11. yüzyılın sosyoekonomik atılımları içinde yaygınlaşan Hristiyan tarih anlayışı, daha sonra da keşifler, kolonyalizm ve emperyalizm süreçleri içinde, sembolik tarihleri ve ritüeli ile küreselleşecektir.
Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP