Ortaçağ: Skolastik Düşünce, Kronik Yazarı ve Tarihçi

Ortaçağ: Skolastik Düşünce, Kronik Yazarı ve Tarihçi

Ortaçağ, genellikle, Eski Yunan’da doğan özgür aklın karanlığa boğulduğu bir dönem olarak küçümsenmiş ve yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi konusu olmamıştır. Oysa kimi tarihçilere göre böyle ön yargılı bir yaklaşım, üniversitelerin kurulduğu, ilahiyatçıların özgür felsefeye yol açacak sorunlarla uğraştığı ve Gotik sanatın yeşerdiği bir dönem için büyük bir haksızlık teşkil ediyordu. Ne var ki 19. yüzyılda artan ilginin ve canlanan Ortaçağ araştırmalarının dahi bu ön yargı duvarını tam anlamıyla kıramadığını görüyoruz. Böylece günümüzde de yaygın bir yaklaşım, bu dönemi, dinin ve ilahiyatın egemen olduğu bir değerler sistemi, skolastik bir zihin yapısı olarak sunma eğilimindedir.

Düşünce ve sanat dünyasının ötesinde ve bunları da temellendirecek şekilde, Ortaçağ toplumu, Kilise, senyör ve serf ilişkilerinin biçimlendirdiği bir toplum yapısıydı. Toprakla beraber alınıp satılan serfler hiçbir hakka sahip değildi; buna karşılık egemen zümre asiller ve din adamları olmak üzere iki kola ayrılıyor, şatolarla katedraller iki ayrı yaşam tarzını temsil ediyordu. Asillerin yaşamı “yüce değerler” üzerine kurulmuştu ve anlamaya değil, anlatılmaya; sorgulanmaya değil, yüceltilmeye yönelikti. Yaşamlarında onlar için en önemli şey “onurlu duruş”tu. Buna karşılık, din adamları, ilahi kökenli ve mutlaka uymak zorunda oldukları dogmalar dünyasında yaşıyorlardı. Öyle ki bu toplum düzeninde siyasal iktidar senyörlerde olsa da, çağa ideolojik damgasını vuran, “bilim”leri tanzim ve tasnif eden Kilise ve din adamları olmuştur. Bu durumda doğal olarak Ortaçağ üniversiteleri de kilise bünyesinde ve ruhban sınıfı tarafından kuruldu.

Ortaçağ’ın ilk üniversitesi 11. yüzyılda Bolonya’da kurulmuştu; fakat sadece hukuk fakültesinden oluşan bu “üniversite”nin bir de ilahiyat fakültesine kavuşması ancak 14. yüzyılın ortalarında mümkün oldu. Bu arada, 13. yüzyıl başlarında kurulan Paris Üniversitesi de ünlü ilahiyatçıları ile Paris’i Ortaçağ kültür hayatının merkezi haline getirmişti.[25] Aynı tarihlerde Avrupa düşüncesini derinden etkileyen Arap felsefesi üstün konumunu kaybediyor, ikinci plana düşüyordu.

Avrupa Ortaçağ’ının ilk dönemine damgasını vuran tarihî olgu 7. yüzyıldan itibaren hızla gelişen ve Endülüs’e kadar yayılan Arap fetihleri olmuştur. Öyle ki H. Pirenne bu fetihlerin “Akdeniz’in bütünlüğüne son vererek Doğu ile Batı’yı kesin bir şekilde birbirinden ayırdığını” ileri sürmüştür.[26] Böylece batı Akdeniz bir Müslüman gölü haline geliyor ve bu da Karolenj İmparatorluğu’na yol açarak yeni bir dönemi başlatıyordu. Kısaca, Belçikalı tarihçiye göre, İslam fetihleri gerçekleşmeseydi, Frank İmparatorluğu da mevcut olmayacaktı ve Muhammed olmadan da Charlemagne’yı tasavvur etmek olanaksızdı.

Pirenne bu çarpıcı tezi kanıtlamak için bir sürü somut delil toplamış, özellikle Kuzey Avrupa’da altın paranın azalmasının halkları nasıl içe dönük bir tarım yaşantısına sürüklediğini anlatmıştır. Ne var ki, özellikle de Endülüs’ün Ortaçağ düşünce tarihinde yüzyıllar boyunca oynadığı birleştirici rol göz önünde tutularak, Pirenne’in yaptığı katı ayrım hayli tartışma yaratmıştır.[27]

Gerçekten de, Endülüs, yaklaşık beş yüz yıl boyunca Kurtuba, Sevilla ve Granada gibi kültür merkezleriyle tüm Ortaçağ uygarlığının zirvelerini temsil etti ve “ilhamını güçlü bir Antik Yunan varlığından alan tek bir kültür” yarattı.[28] Aslında Bağdat’ta yükselen uygarlığın uzantısı olan Endülüs en iyi kitaplıklara sahipti ve fizik, kimya, astronomi gibi ilimler de orada en üst düzeyde okutuluyordu. Özellikle Arap uygarlığının tıp dalındaki üstünlüğü, bu kültürün 11. yüzyıl sonlarından itibaren Batı ülkelerinde yarattığı büyüleyici etkide önemli bir etken olmuştu. Bunun başlıca nedeni, Batı’da felsefi düşünce ilahiyata bağlı olarak gelişirken, İslam dünyasında felsefenin daha çok tıp ilmine bağlı olarak gelişmiş olmasıydı. Tüm ünlü Arap filozoflarının aynı zamanda ünlü hekimler olması bunun ifadesi idi.

Tarihçiler 12. yüzyıl Avrupa Ortaçağ’ı için sosyoekonomik bir devrim konusunda birleşirler. Kökeni 11. yüzyılda tarım teknolojisindeki yeniliklere ve Saksonya’da bulunan gümüş madenlerine uzanan bu devrim, giderek “statik bir tarım uygarlığından parasal bir şehir uygarlığına” geçişin ilk adımlarını atmıştı.[29] Aynı dönemde zihin yapılarında da köklü bir dönüşümün işaretleri ortaya çıkmaya başladı.


Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP