Osmanlı-İslam Dünyası: Kâtip Çelebi, İlahiyat ve Tarih

Osmanlı-İslam Dünyası: Kâtip Çelebi, İlahiyat ve Tarih

17. yüzyıl, Avrupa için olduğu gibi Osmanlı toplumu için de bir dönüm noktası oldu ve Batı’daki sosyoekonomik gelişmeler bu dönüşüm için de belirleyici bir rol oynadılar. Çok genel hatlarıyla bu karşılıklı etkileşim şöyle özetlenebilir: Batı’da kapitalizmin itici güçlerinden yün dokumacılığının hayvancılığı teşvik etmesi ve hububat ihtiyacını artırması Doğu’da tarım ekimini yoğunlaştırmış ve Elbe nehrinin doğusundaki bölgede tarihçilerin “ikinci feodalite” adını verdikleri süreci başlatmıştı. 16. yüzyıla resmî tarihçilerin “Celali isyanları” adını verdikleri köylü isyanları ile giren Osmanlı toplumu da bu gelişmenin dışında kalamazdı.[55] Bu süreç içinde ön-feodalite özellikleri taşıyan Osmanlı tımar sistemi bozuluyor, Anadolu ve Balkanlarda bir çeşit “hanedan aileleri” görünümü altında derebeylik sistemi gelişiyordu. Aynı sürecin üst-yapı açısından ifadesi ise Osmanlı kültür kurumlarında, özellikle de medreselerde baş gösteren bozulma oldu.

Osmanlı Devleti’nde ulema sınıfı aslında daha 16. yüzyıl ortalarından itibaren toplumsal bir evrim geçirmiş, medreseler bazı “aristokratlaşmış” molla ailelerinin eline geçerek siyasal kavganın bir parçası haline gelmişti. 17. yüzyılda Batı’da rasyonalizm egemenliğini kurarken Osmanlı toplumu böyle anakronik bir evrim içindeydi ve bir kast haline gelen ulema, artık ancak “ilmiyenin zenginliği ve imtiyazları tehdit altında olduğu zaman bir araya geliyordu; bu ilim mesleğinin mensupları nadiren ilmî nedenlerle ve nadiren mesleklerinin ilmî yönü için birlikte hareket ediyorlardı.”[56] Medreselerin siyasallaşması ve “umur-u devlet”in bir aktörü haline gelmesi, ruhaniyet alanının bunların dışındaki tekke ve tarikatlara kaymasına, daha doğrusu mevcut tarikatların güçlenmesine yol açtı. Öte yandan Kadızadeler gibi “aristokrat”laşan bazı ulema aileleri camilerde verdikleri siyasal nitelikli vaazlarla yeni ve farklı bir ideolojik alan yaratmayı başarmışlardı.

Bütün bu gelişmeler, kuşkusuz, Batı tipi bir sivil toplum için elverişli bir zemin oluşturmuyordu. Nitekim bu dönemin Kâtip Çelebi, Evliya Çelebi gibi önde gelen düşünürleri medreselerden çıkmamıştır. Bunlardan Kâtip Çelebi, her alanı kucaklayan eserleriyle, özellikle de ilimler sözlüğüyle Osmanlı Devleti’nde çağının en dikkate değer düşünürü olmuştur.

Avrupalı çağdaşları arasında Hacı Halife ismi ile ün yapmış olan Kâtip Çelebi ilimleri, o günlerin dünyasında yaygın olan tasnife uyarak, aklî ve naklî ilimler şeklinde ikiye ayırıyordu ve her iki alana da hâkimdi. Özellikle 15 bin civarında eser, 10 bin kadar yazar ve üç yüzden fazla da bilim dalının tanıtıldığı Keşf’üz Zunûn isimli eseri bir bibliyografyadan da öte, bir ansiklopedi özelliği taşımaktadır.[57] Dr. Adnan Adıvar’ın, (Batı Rönesansı’ndan iki yüz yıl sonra) “Türkiye’de Rönesans’ın müjdecisi sayılabilecek kadar önemli”[58] bulduğu düşünürün eserleri F. Babinger’den çağdaş İslam düşünürü Fazlur Rahman’a kadar, Batılı ve Doğulu, sayısız bilginin de dikkatini çekmiş ve takdirini kazanmıştır.[59] Bu övgüler düşünürden üç yüz elli yıl sonra bile laiklik sorununu çözememiş bir toplumda Kâtip Çelebi’nin düşüncelerinin güncel bir boyut taşımasından kaynaklanıyor.

Kâtip Çelebi’nin laik bir dünya görüşü yönündeki duruşu, önerdiği ilim tasnifinde ve hikmet ya da felsefeyi içeren “aklî ilimler”e verdiği önemde somutlaşıyordu. Ne var ki, hayatının sonlarında kaleme aldığı Mizanü’l-Hakk’da anlattığına bakılırsa, düşünürümüz bu açıdan pek de şanslı bir dönemde yaşamıyordu. Çağının Osmanlı teokrasisine özgü “normal” kısıtlamalarının dışında, bazı konjonktürel gelişmeler de o tarihlerde düşünce özgürlüğünü boğma eğilimindeydi. Kâtip Çelebi bu gelişmeleri şöyle özetlemiştir: “(Osmanlı Devleti’nde) ilk çağlardan Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye kadar hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün almışlardı”; fakat sonradan “nice boş kafalı insanlar” bunlara karşı tavır alarak, “salt taklit ile donup kaldılar” ve felsefeyle ilgili bütün dersleri öğretim programlarından çıkarttılar. Sonuç olarak da “Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu.”[60] İlginçtir ki, bu tabloyu çizen âlimimiz kendi azminin kırılmadığını ve “Sokrat’ın Eflatun’u heveslendirdiği gibi”[61] genç yetenekleri teşvik ettiğini belirtmekten de geri kalmamıştır.

Aslında Kâtip Çelebi’nin sözünü ettiği yasaklamanın göreli olduğu, merkeziyetçilikten uzak ve kendine özgü bir “çoğulculuk” anlayışı içinde yaşayan medrese sisteminde mutlak ve bütünsel bir felsefe düşmanlığından söz edilemeyeceği söylenebilir. Nitekim bazı tarihçilere göre, o dönemde, bilim ve felsefeyi bütünüyle yasaklayan “herhangi bir resmî karar veya yazı yoktur” ve Kâtip Çelebi, “sadece oluşan olumsuz havaya ve yaygınlaşan bilgi yetersizliğine vurgu yapmaktadır.”[62]

Kuşkusuz Kâtip Çelebi’nin bilim ve felsefe konusundaki “liberal” tutumunu dönemin koşulları içinde değerlendirmemiz ve günümüz kavramlarını üç yüz elli yıl öncesine uygularken çok ihtiyatlı olmamız gerekiyor. İlerleyen sayfalarda Osmanlı bilgininin evrensel planda bir yeri olup olmadığını sorgularken bu noktaya tekrar döneceğiz ve Kâtip Çelebi’nin düşünce dünyasının sınırlarına değineceğiz. Yine de, elli yıl önce, “Kâtip Çelebi’nin görüşü tamamen laik devlet telakkisine ve laik ahlak prensiplerine uygundur” diyen Hilmi Ziya Ülken’in şu söylediklerinin bugün de anlamını yitirmedikleri kanısındayız: “Kâtip Çelebi’nin üç yüz yıl önce verdiği hükümler, bugün için dahi maalesef henüz tatbik sahasına girmiş olmayan derin bir ilim zihniyetine ve realist bir cemiyet görüşüne –hiç değilse sezgi halinde– dayanmaktadır.”[63]

Kâtip Çelebi, düşünceleri ve eylemi ile bizlere yaşadığı dönemin siyasal ve toplumsal sorunları hakkında da ışık tutmakta, o yıllarda olup bitenlere tanık olmaktadır. Özellikle Mizanü’l-Hakk kitabı bu konuda paha biçilmez tablolarla doludur. Ünlü âlim, ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı bu son eserinde, o günlerde Osmanlı toplumunu en çok meşgul eden ve bölen sorunları tartışmış, ayrıca bu konularda kendi düşüncelerini de açıklamıştır.

Nelerdi Kâtip Çelebi’nin altını çizdiği sorunlar?

Kâtip Çelebi, Mizan’ında, özellikle o sıralarda toplumu ikiye bölmüş olan (Mevlevilerde) “raks ve devr icrası”; tütün ve kahve yasağı; Peygamber Muhammed’in küçükken kaybettiği anne ve babasının Müslüman sayılıp sayılmayacağı; Muhyiddin İbn Arabî’nin tasavvuf felsefesini benimseyenlerin mi, yoksa reddedenlerin mi haklı olduğu gibi konular üzerinde durmuş ve ılımlı tavırlar ortaya koymuştur. Çelebi, daha da önemli olarak, o yıllarda Osmanlı devletinde sert tartışmalara konu olan “bid’at”la ilgili görüşünü de ifade etmiştir.

Gerçekten de “yenilik” anlamına gelen, fakat giderek yeniliklere kapanan bir toplumda “yasak” anlamı kazanan bu sözcüğe karşı âlimimizin yaklaşımı nasıl olmuştur?

Kâtip Çelebi bid’at konusunda tavrını belirlemeden önce yenilikleri bid’at-ı hasene ve bid’at-ı seyyie, yani iyi ve kötü yenilikler şeklinde ikiye ayırır ve sonra da kendi tutumunu şöyle formüle eder: “Ancak şunu söyleyeyim ki bütün bu bid’atlar halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır. Bir bid’at bir halkın arasında yerleşip oturduktan sonra artık şeriatın beğendiğini buyurup, beğenmediğini yasaklamak işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk alışıp âdet ettiği işi, eğer sünnet eğer bid’attır, bırakmazlar.”[64] Bu satırlarda, Kâtip Çelebi’nin düşüncesinde laiklik yönündeki öğelerin sadece “ilke beyanı” düzeyinde kalmayıp, toplumsal dayanaklarla da beslendiğine tanık oluyoruz.

Aslında 17. yüzyılın ortalarında Osmanlı toplumu sadece dinî düşünce planında ikiye bölünmemişti; bu bölünmenin sosyolojik ve siyasal bir tabanı da bulunuyordu. İdeolojik planda Sünni ortodoksi ve sufilik karşıtlığı şeklini alan tartışmalar, yönetici sınıf içinde de kamplaşmaya yol açmıştı. Örneğin Mevleviliği benimsemiş olan Bahaî Efendi’nin yüzyılın ortalarında (1649’da) şeyhülislam oluşu bu kavgayı kızıştıran bir faktör olabiliyordu. Gerçekten de, çocuk yaşındaki Sultan 4. Mehmet ve onu etki altında tutan büyük annesi Kösem Sultan ile Kadızadeler ve yeniçeri ağalarını bir araya getiren iktidar kliğinin tasavvuf erbabına karşı verdiği kavga ve Bahaî Efendi’yi şeyhülislamlıktan uzaklaştırmak için kurduğu tuzaklar, o dönemde din, sosyoloji ve siyasetin nasıl iç içe olduklarını sergileyen anlamlı bir gelişme idi.[65]

Kâtip Çelebi’nin bireysel dünyası ve Osmanlı kültürü içindeki yeri hakkında yaptığımız bazı genel saptamalardan sonra, sanıyorum ki artık şu soruları sorabiliriz: Düşünürümüz bilim ve kültür açısından evrensel planda nasıl bir konumda bulunuyordu? Batı dünyasındaki gelişmeleri göz önünde bulundurursak, kendisini evrenselleşen değerler sistemi içinde yer alan bir düşünür olarak da niteleyebilir miyiz? Yoksa katılaşan ve kültür hayatını akılcılıktan daha da uzaklaştıran bağnazlık eğilimleri, aslında bu eğilimlerle kavga halinde olan Kâtip Çelebi’nin ufuklarının sınırlarını da çiziyor muydu?

Daha önceki bölümlerde anlatmaya çalıştığımız gibi, 17. yüzyılda Batı dünyası köklü bir dönüşüm içindeydi. Feodal yapılar çözülüyor, mutlak monarşilerin kurumsal yapısı oluşuyor ve merkantil politikalar da kapitalist sermaye birikimini hızlandırıyordu. Aynı ortamda zihin yapıları da hızla değişiyor ve skolastik düşünce ağır darbeler yiyordu. Düşünce planında Fransız filozofu Descartes bu gelişimin ve dolayısıyla da evrensel uygarlıktaki ilerlemenin önde gelen isimlerinden biri olmuştur.


Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP