Selim Işık’ın Varoluşsal Yolculuğu: Camus ve Sartre ile Kesişen Yollar
Selim Işık’ın, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanındaki varoluşsal sorgulamaları, modern insanın anlam arayışındaki derin çelişkilerini ve yalnızlığını yansıtır. Bu sorgulamalar, Albert Camus’nün “absürt” kavramı ve Jean-Paul Sartre’ın “varoluşsal özgürlük” fikriyle çarpıcı bir diyalog kurar. Her iki düşünür de insanın evrendeki yerini ve anlam yaratma çabasını farklı açılardan ele alırken, Selim’in hikayesi bu fikirleri hem bireysel hem de toplumsal bağlamda somutlaştırır. Bu metin, Selim’in içsel yolculuğunu, Camus ve Sartre’ın kavramları üzerinden derinlemesine incelerken, insanın anlam arayışındaki evrensel ve yerel izlerini takip eder.
Anlam Arayışının Çıkmazı
Selim Işık’ın hayatı, bir yanıyla absürt bir evrende anlam arayışının sancılı bir yansımasıdır. Camus, absürt kavramını, insanın evrenden bir anlam beklemesi ile evrenin bu beklentiye kayıtsız kalması arasındaki çatışma olarak tanımlar. Selim, modern Türkiye’nin karmaşasında, ne geleneksel değerlere ne de modernitenin dayattığı rollere tam anlamıyla tutunabilir. Onun sürekli sorgulayan zihni, Camus’nün absürt kahramanına benzer: Sisyphos gibi, anlamsızlığın farkında olmasına rağmen yaşamaya devam eder. Ancak Selim’in trajedisi, Camus’nün önerdiği “absürdü kabullenip yaşamaya devam etme” tutumundan ziyade, bu anlamsızlığa karşı bir isyan ve nihayetinde teslimiyet içerir. Selim, absürt ile uzlaşmaz; onun yerine, kendi varoluşunu sorgularken kaybolur.
Özgürlüğün Ağırlığı
Sartre’ın varoluşsal özgürlük fikri, insanın kendi anlamını yaratma sorumluluğunu vurgular. Sartre’a göre, insan “kendi özünü yaratmaya mahkumdur”; bu özgürlük hem bir lütuf hem de ağır bir yüktür. Selim Işık, bu özgürlüğün hem farkındadır hem de onun altında ezilir. Onun entelektüel derinliği ve sürekli kendini sorgulama hali, Sartre’ın “hiçlik” kavramıyla örtüşür: Selim, kendisini ve dünyayı yeniden inşa etme özgürlüğüne sahip olduğunu bilir, ancak bu özgürlüğü kullanacak cesareti ya da zemini bulamaz. Sartre’ın özgürlüğü bir eylem olarak görmesine karşın, Selim’in özgürlüğü daha çok zihinsel bir alanda, bitmeyen bir iç diyalogda hapsolur. Bu, onun “tutunamayan” kimliğinin temelini oluşturur: özgür olduğunu bilmek, ama bu özgürlüğü yaşama geçirememek.
Toplumsal Bağlamda Yabancılaşma
Selim’in hikayesi, yalnızca bireysel bir varoluş krizi değil, aynı zamanda modern Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel çelişkilerinin bir aynasıdır. Camus’nün absürt kahramanı evrensel bir bağlamda anlamsızlığı deneyimlerken, Selim’in absürdü, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki kültürel ve kimliksel çatışmalarla şekillenir. Sartre’ın özgürlük anlayışı da Selim’in bağlamında farklı bir renk kazanır: Sartre için özgürlük, bireyin kendi seçimleriyle şekillenirken, Selim’in özgürlüğü, toplumsal normların ve beklentilerin gölgesinde sıkışır. Selim, ne doğunun geleneksel değerlerine ne de batının bireyciliğine tam anlamıyla ait olabilir; bu ikilik, onun varoluşsal krizini derinleştirir. Onun yalnızlığı, sadece metafizik bir yalnızlık değil, aynı zamanda sosyolojik bir yabancılaşmadır.
Dil ve Anlam Yaratımı
Selim’in sorgulamaları, dil aracılığıyla da kendini gösterir. Oğuz Atay’ın romanı, dilin hem bir kurtuluş hem de bir hapishane olduğunu hissettirir. Sartre’ın varoluşsal özgürlüğü, insanın kendi hikayesini anlatma ve yazma eylemiyle de bağlantılıdır; ancak Selim için dil, anlamı sabitlemek yerine onu daha da karmaşık hale getirir. Camus’nün absürt evreninde dil, anlamsızlığı ifade etmenin bir aracı olabilirken, Selim’in dünyasında dil, hem kendini ifade etme çabası hem de bu çabanın başarısızlığının bir sembolüdür. Onun yazdığı “Tutunamayanlar Ansiklopedisi” fikri, absürt bir evrende anlam yaratma çabasının ironik bir yansımasıdır: her şeyi açıklamaya çalışırken hiçbir şeyi tam olarak açıklayamaz.
İnsan Olmanın Evrensel Soruları
Selim Işık’ın hikayesi, Camus ve Sartre’ın fikirleriyle kesişirken, aynı zamanda onların ötesine de uzanır. Camus’nün absürt kahramanı, anlamsızlığa karşı bir tür kabullenişle yaşamayı seçerken, Sartre’ın özgür bireyi, kendi anlamını yaratma sorumluluğunu üstlenir. Selim ise bu iki yol arasında sıkışır: ne absürdü tam anlamıyla kucaklayabilir ne de özgürlüğünü tam anlamıyla yaşayabilir. Onun trajedisi, modern insanın evrensel sorularına yerel bir renk katar: Kimim ben? Neye tutunmalıyım? Anlam, mümkün müdür? Bu sorular, Selim’i hem Camus’nün hem Sartre’ın düşüncelerine yakınlaştırırken, onun benzersizliğini de ortaya koyar.
Selim Işık’ın varoluşsal yolculuğu, ne yalnızca absürt bir evrenin ne de özgürlüğün ağırlığının hikayesidir; o, bu ikisinin kesişiminde, modern Türkiye’nin çelişkileriyle yoğrulmuş bir insanın portresidir. Onun sorgulamaları, bizi kendi varoluşumuzu, anlam arayışımızı ve özgürlüğümüzün sınırlarını yeniden düşünmeye davet eder. Bu yolculuk, bitmeyen bir arayış olarak kalır; zira insan, her zaman kendi hikayesini yazmaya mahkumdur.