Sigmund Freud: Saldırganlık, mülkiyet ile yaratılmamıştır; mülkiyetin henüz son derece kıt olduğu tarihöncesi devirlerde saldırganlık neredeyse sınırsız olarak hüküm sürmekteydi.
V
Psikanalitik çalışma, nevrotik denen kişilerin, cinsel yaşamın tam da bu engellenmelerine katlanamadıklannı bize göstermiştir. Bu kişiler, belirtileri ile kendilerine yan tatminler bulurlar. Ancak bunlar da ya kendi başlarına acılara yol açar, ya da kişinin çevre ve toplum ile ilişkilerinde güçlüklere neden olarak acı kaynağı haline gelir. Bu son olgu kolayca anlaşılabilir, ancak diğeri karşımıza bir bilmece çıkarır. Ama uygarlık, cinsel tatmin dışmda başka fedakârlıklar da talep eder.
Uygarlığın gelişimindeki güçlüğü libidonun atıllığına, eski bir konumu yenisi ile değiştirme konusundaki isteksizliğine bağlayarak bu durumu genel bir gelişim güçlüğü olarak yorumladık. Uygarlık ile cinsellik arasındaki karşıtlığı, cinsel sevgi iki kişi arasındaki -bir üçüncünün yalnızca1 gereksiz ya da rahatsız edici olabileceği- bir ilişki iken, uygarlığın daha çok sayıda insan arasındaki ilişkilere dayanmasına bağlarken de benzer bir şey söyledik. Sevgi ilişkisinin doruklanndayken çevreye gösterilecek bir ilgi kalmamıştır; sevgili çifti kendi kendine yeter, mutlu olmak için ortak bir çocuğa da gereksinimi yoktur. Eros’un özünün çekirdeğini, çoktan bir yapma niyetini, bu denli açık bir şekilde ortaya koyduğu bir başka durum yoktur; ama bu niyetini iki insanın birbirlerini sevmesinde sözcüğün tam anlamıyla gerçekleştirdiğinde, daha öteye geçmek istemez. .
Uygar bir toplumun, kendi içlerinde libido açısından doymuş, iş ve çıkar ortaklığı bağı ile de birbirlerine bağlanmış böylesi çiftbireylerden oluşması, bu noktaya kadar düşünülebilecek bir şeydir. Bu durumda uygarlığın cinsellikten enerji çekmesi gerekmezdi. Ancak bu arzu edilir durum mevcut değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Gerçeklik, uygarlığın hakkına düşen mevcut bağlarla yetinmediğini, toplumun üyelerini birbirlerine libido açısından da bağlamak istediğini, bunun için her aracı kullandığım, güçlü özdeşleşmeler sağlamak için her yolu açtığını, topluluk bağını arkadaşlık ilişkileri ile güçlendirmek için büyük miktarda amacı ketlenmiş libidoyu seferber ettiğini gösterir bize. Bu niyetlerin gerçekleştirilmesi için cinsel yaşamm kısıtlanması kaçınılmazdır. Ancak uygarlığı bu yola iten ve cinselliğe karşı çıkışının temelini oluşturan zorunluluğu anlamaktan aciziz. Henüz keşfetmediğimiz rahatsız edici bir öğe söz konusu olsa gerek.
Uygar toplumun ideal denen taleplerinden biri bu konuda bize bir ipucu verebilir: “Komşunu kendin gibi sev.” Dünyaca ünlü bu söz, bunu en gurur duyduğu talebi olarak sergileyen Hıristiyanlıktan şüphesiz daha eskidir. Ama çok eski olmadığı da kesindir; tarih çağlan başladıktan sonra bile insanlar henüz böyle bir şeyden habersizdi. Bu talebe karşı, sanki ilk kez duyuyormuş gibi, naif bir tavır takınacağız. Bu durumda şaşırma ve garipseme duygulanna kapılmaktan kendimizi alamayacağız. Ne diye buna mecbur olalım? Bunun bize ne yaran dokunur? Ama her şeyden önce, bunu nasıl becerebiliriz? Nasıl mümkün olabilir bu? Sevgim, benim gözümde, sorumsuzca saçamayacağım değerli bir şeydir; uğrunda fedakârlıkta bulunmaya hazır olmam gereken görevler yükler bana. Eğer birini seveceksem, bu kişi bunu bir şekilde hak etmelidir. (Bana sağlayabileceği yararlan ve benim için cinsel nesne olma şeklindeki olası anlamım bir kenara bırakıyorum; bu iki tür ilişki komşumuzu sevme kuralı açısından söz konusu değildir.) Komşum önemli noktalarda onun şahsında kendimi sevebileceğim ölçüde bana benziyorsa bunu hak eder; veya onun şahsında kendimin idealini sevebileceğim ölçüde benden mükemmelse bunu hak eder; eğer arkadaşımın oğlu ise onu sevmem gerekir, çünkü onun başma bir şey geldiğinde arkadaşımın duyduğu acı benim de acım olacaktır, bu acıyı paylaşmam gerekecektir. Ama bana yabancı ise ve ne kendi değeri, ne de duygusal yaşamıma ilişkin edindiği bir önem aracılığı ile beni çekiyorsa, karşımdakini sevmem zor olacaktır. Hatta bu sevgi haksız olacaktır, çünkü bütün yakınlarımın gözünde sevgim bir tercih olarak değer taşır; yabancı birini onlara eş kılmak kendilerine haksızlık olur. Ama karşımdakini, tıpkı böcek, solucan, su yılanı gibi salt bu dünyaya ait bir canlı olması nedeniyle (şu evrensel sevgiyle) sevmem gerekiyorsa, korkarım payına düşen sevgi çok az olacaktır; aklın yargısı uyarınca kendime ayırmaya hakkım olan miktara eşit olamayacak kadar az. Yerine getirilmesi akıl kân olarak görünmediğine göre, böyle şaşaalı bir şekilde dillendirilen bir kural neye yarar?
Daha yakından baktığımda daha başka güçlüklerle de karşılaşıyorum. Bu yabancı yalnızca genel olarak sevgiye layık olmamakla kalmaz, samimi olarak itiraf etmem gerekir ki düşmanlığıma, hatta nefretime daha çok hak kazanır. Bana karşı en küçük bir sevgi duymuyor gibidir ve bir parça bile saygı göstermez. Eğer kendisine bir yarar sağlayacaksa, bana zarar vermekten kaçınmaz, sağladığı yarar miktarıyla bana verdiği zararın büyüklüğü arasındaki orantıya bakmaz bile. Hatta bir yarar sağlaması bile gerekmez; eğer bu yolla herhangi bir arzusunu tatmin edebilecekse benimle alay etmekten, bana hakaret, iftira etmekten, karşımda gücünü sergilemekten bir an bile geri durmayacaktır; o kendini güvenli, ben ise çaresiz hissettiğim ölçüde, bana karşı böyle davranmasını kesin olarak bekleyebilirim. Başka şekilde davranacak olursa, bir yabancı olarak bana saygı ve hoşgörü gösterirse, ben de zaten hiçbir kurala bağlı kalmadan ona aynı şekilde karşılık verirdim. Şu muhteşem emir “Komşun seni nasıl seviyorsa sen de komşunu öyle sev” olsaydı, buna karşı çıkmazdım tabii. Bana daha da akıl almaz gelen ve içimde daha da şiddetli bir direnci ayaklandıran bir emir daha var: “Düşmanlarını sev.” Ama iyice düşününce, bu emri öncekinden daha büyük bir küstahlık saymakta haksız olduğumu görüyorum. Aslında her iki emir de aynı şeyi söyler çünkü.1
Şimdi heybetli bir sesin beni uyardığını duyar gibiyim: “Tam da bu yüzden, komşunun sevilmeye layık olmaması ve aslında düşmanın olması nedeniyle onu kendin gibi sevmelisin.” O zaman bunun, Credo quia absurdum’a18 benzer bir durum olduğunu anlıyorum.
Büyük bir olasılıkla komşum, beni kendisini sevdiği gibi sevmesi talep edildiğinde benim verdiğim yanıtın aynısını verecek ve beni aynı nedenlerle reddedecektir. Bunu yaparken aynı nesnel temellere yaslanmayacağını umarım, ama onun da kastettiği aynı şey olacaktır. Ne de olsa insanların davranışları arasında etiğin, koşullara bağlı oluşlarına bakmaksızın “iyi” ve “kötü” olarak sınıflandırdığı farklar vardır. Bu yadsmamayacak farklar ortadan kalkmadığı sürece, etiğin yüksek taleplerine uymak, uygarlığın niyetlerine zarar verecektir, çünkü bu durumda kötülük olumlu kabul edilecektir. Bu noktada, Fransız parlamentosunda ölüm cezasının tartışılması sırasında meydana gelen bir olayı hatırlamaktan kendimizi alamayız. Konuşmacılardan biri ölüm cezasmın kaldırılmasından yana ateşli bir konuşma yapmış ve coşkulu bir şekilde alkışlanmıştı; ta ki biri salondan laf atana kadar: “Que messieurs les assassins commencent!”*
Bütün bunların ardında yatan ve sıklıkla yadsınan gerçek, insanın yumuşak ve sevgiye gereksinim duyan, ancak saldırıya uğradığında kendisini savunmayı becerebilen bir yaratık olmadığı, hayli büyük miktarda saldırganlık eğilimini de içgüdüsel yetileri arasında barındırdığıdır. Bunun sonucu olarak, insanın gözünde komşusu yalnızca olası bir yardımcı ve cinsel nesne değil, aynı zamanda saldırganlığını onun üzerinde tatmin edebileceği, işgücünü karşılığını vermeksizin sömürebileceği, rızası olmaksızın cinsel açıdan kullanabileceği, malını ele geçirebileceği, aşağılayabileceği, acı verebileceği, işkence edebileceği ve öldürebileceği birisidir. Homo homini lupus2; yaşamın ve tarihin bütün deneyimlerinden sonra, kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki? Bu korkunç saldırganlık, kural olarak, ya bir kışkırtma kollar ya da kendini, hedefine aslmda daha yumuşak yöntemlerle de erişilebilecek bir davanın hizmetine koşar. Koşullar elverişli olduğunda, kendisini normalde ketleyen karşıt ruhsal güçler ortadan kalktığında, saldırganlık kendiliğinden ortaya çıkıverir; insanı, kendi türüne karşı merhamet nedir bilmeyen vahşi bir canavar olarak ortaya çıkarır. Kavimler Göçü’nün, Hunlar’m istilasmın, Cengiz Han ve Timurlenk’in önderliğindeki Moğol denen halkın akınlannın, Kudüs’ün sofu Haçlılar tarafından fethinin vahşetlerini, hatta yalnızca şu son dünya savaşının dehşetini anımsayacak olursak, bu görüşün gerçeğe uygunluğu karşısında sessizce başımızı eğmek zorunda kalırız.
18. [İnanıyorum, çünkü saçma.]
* “Katiller önden buyursunlar!” -ç.n.
Komşumuz ile ilişkimizi bozan ve uygarlığı bunca zahmete zorlayan şey, varlığını kendi içimizde hissedebileceğimiz, diğerlerinde de bulunduğunu haklı olarak varsaydığımız bu saldırganlık eğilimidir. İnsanların birbirlerine karşı bu birincil düşmanlığı yüzünden uygar toplum sürekli olarak çökme tehdidi ile karşı karşıyadır. İş ortaklığının çıkarları insanları bir arada tutamaz, içgüdüsel tutkular akılcı çıkarlardan daha güçlüdür. Uygarlık, insanların saldırganlık içgüdülerine set çekmek, bunların dışavurumlarını karşıt ruhsal tepkiler kurma yoluyla düşük düzeyde tutmak için elinde ne varsa seferber etmek zorundadır. İnsanları özdeşleşmelere ve amacı ketlenmiş sevgi ilişkilerine teşvik etmesi beklenen yöntemlerin seferber edilişinin, cinsel yaşantının kısıtlanmasının, komşumuzu kendimiz gibi sevmemiz şeklindeki ideale yönelik emrin nedeni budur; bu emri gerçekten haklı çıkaran tek olgu, emrin insanın kökensel doğasına en fazla zıt düşen şey olmasıdır. Uygarlık bu yöndeki çabalarında pek başarıya ulaşamamıştır. Kendine, suçlulara karşı güç uygulama hakkı tanıyarak, zorbalığın en kaba tecavüzlerini önlemeye çalışır ama yasalar saldırganlığın daha dikkatli ve ince dışavurumlarına karşı çaresizdir. Hepimiz, insanlara ilişkin gençliğimizdeki beklentilerimizi yanılsama kabul edip terk etme noktasına gelir, yaşamımızın bu insanların kötü niyetleri yüzünden nasıl zorlaştığını ve acı verici bir hal aldığını görebiliriz. Ancak uygarlığı, insanların eylemlerinden çatışma ve yanşmayı dışlamak istemekle suçlamak haksızlık olur. Bunlardan tabii ki vazgeçilemez; ancak karşıtlık zorunlu olarak düşmanlık değildir, sadece buna vesile olarak kötüye kullanılır.
Komünistler kötülükten kurtulma yolunu bulduklarına inanırlar. Onlara göre insan açıkça iyidir, komşusuna iyi duygular besler ama özel mülkiyet kurumu doğasını bozmuştur. Malların özel mülkiyeti kimilerinin eline güç verir ve böylelikle de bu kişileri komşusuna kötü davranmaya iter; mülkiyetten yoksun bırakılanlar kendilerini ezenlere karşı düşmanlık duyarak ayaklanmalıdır. Özel mülkiyet kaldırıldığında, bütün mallar ortak kılınıp bunlardan sağlanan yarara herkes ortak edildiğinde insanlar arasındaki kötü niyet ve düşmanlık ortadan kalkacaktır. Bütün gereksinmeler karşılanmış olacağından kimse diğerini düşman olarak görmeyecek, gerekli olan çalışmaya herkes gönüllü olarak katılacaktır. Komünist sistemin ekonomik eleştirisi konusunda söyleyeceğim bir şey yok; özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının amaca uygun ve yararlı olup olmadığını inceleyecek durumda değilim.3 Ama sistemin psikolojik öncülünün savunulamayacak bir yanılsama olduğunu görebiliyorum. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile insanın saldırganlık eğiliminin bir aracı elinden almmış olur; şüphesiz güçlü bir araçtır bu, ama en güçlü araç olmadığı kesindir. Saldırganlığın, niyetleri için kötüye kullandığı güç ve etki farklılıkları da değiştirilmemiştir, saldırganlığın özü de. Saldırganlık, mülkiyet ile yaratılmamıştır; mülkiyetin henüz son derece kıt olduğu tarihöncesi devirlerde saldırganlık neredeyse sınırsız olarak hüküm sürmekteydi. Daha mülkiyetin ilk, anal biçiminin henüz terk edilmekte olduğu çocuklukta bile saldırganlık kendini gösterir ve belki de anne ile erkek çocuk arasındaki ilişki dışında, insanlar arasındaki hemen tüm şefkat ve sevgi ilişkilerinin temelinde saldırganlık bulunur. Maddi nesneler üzerindeki kişisel hak ortadan kaldırılsa bile, diğer açılardan eşit kılınmış insanlar arasında en güçlü kıskançlık ve en şiddetli düşmanlık kaynağı olarak cinsel ilişki ayrıcalığı varlığını sürdürecektir. Cinsel yaşamın tümüyle serbest hale getirilmesi, yani uygarlığın tohumu olan ailenin ortadan kaldırılması ile bu ayrıcalığın da yok edilmesi durumunda, uygarlığın gelişiminin nerelere varacağını önceden kestirmek kolay değildir; ancak, insan doğasmın yok edilemez özelliğinin burada da uygarlığın peşini bırakmayacağım tahmin edebiliriz.
Öyle görünüyor ki, insanların bu saldırganlık eğilimlerinin tatmininden vazgeçmeleri kolay olmayacaktır; bu eğilim olmadan kendilerini rahat hissedemezler. Bu içgüdüye dışarıdan gelenlere düşmanlık besleme şeklinde bir çıkış yolu tanıyan küçük bir uygarlık çevresinin sağladığı avantaj yabana atılmamalıdır. Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür. Komşu topraklarda yaşayan ve birbirlerine başka açılardan da bağlı olan toplulukların, örneğin İspanyollar ile Portekizlilerin, Kuzey ve Güney Almanların, İngiliz ve İskoçların, vs. birbirleri ile çatışmaları ve alay etmeleri olgusunu başka bir yerde tartışmıştım. Buna, pek de açıklayıcı olmayan “küçük farkların narsisizmi” adını verdim. Burada, saldırganlık eğiliminin, topluluğun üyelerinin bir aradalığım kolaylaştıran, rahat ve nisbe-ten zararsız bir tatmini söz konüsudur. Bu anlamda, dört bir yana dağılmış olan Yahudi halkı konakladığı yerlerdeki halkların kültürlerine takdire değer hizmetlerde bulunmuştur. Ne yazık ki ortaçağın tüm Yahudi kıyımları o dönemi Hıristiyan dostlan için daha banşçıl ve güvenli bir hale getirmeye yetmemiştir. Havari Pa-ulus’un sevgiyi Hıristiyan cemaatinin temeline yerleştirmesinden sonra, Hıristiyanlığın dışanda kalanlara karşı aşın hoşgörüsüz davranması kaçınılmaz olmuştur. Devlet yapılan sevgiye dayanmayan Romalılarda ise, dinin bir devlet işi sayılmasına ve devletin din ile iç içe geçmesine karşın, dinsel hoşgörüsüzlük söz konusu bile değildi. Almanlann dünya hâkimiyeti düşünün bir parçasının Yahudi düşmanlığı olması anlaşılmaz bir tesadüf değildir;
Rusya’da yeni bir komünist kültür oluşturma çabasmın psikolojik desteğinin burjuvazinin kıyıma uğratılmasından gelmesini de kolayca kavrayabiliriz. Tek sorun, Sovyetler’in burjuvalarının kökünü kuruttuktan sonra nereye yönelecekleri endişesidir.
Uygarlık insanların yalnızca cinselliğini değil, saldırganlık eğilimini de böylesi büyük fedakârlıklara zorladığına göre, insanların uygarlığın içinde kendilerini mutlu hissetmekte zorluk çekmeleri daha bir anlaşılırlık kazanır. Hiçbir içgüdü kısıtlaması tanımadıkları için, ilk insanlar bu anlamda gerçekten de daha iyi durumdaydılar. Bunu dengeleyen unsur, böylesi bir mutluluğu uzun süre tatma garantisinin çok düşük oluşuydu. Uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir. Ancak unutmamamız gereken bir nokta, ilkel ailede yalnızca aile reisinin böyle bir içgüdü özgürlüğünün keyfini çıkardığıdır; diğer bireyler köleci bir baskı altında yaşıyordu. Uygarlığın nimetlerinden yararlanan azınlık ile bunlardan yoksun bırakılmış bir çoğunluk arasındaki karşıtlık, uygarlığın bu ilk çağlarında aşırılığa vardırılmıştı. Bugün yaşamakta olan ilkel halkların titiz bir şekilde incelenmesi, bunların içgüdüsel yaşamlarının özgürlük açısından hiç de imrenilecek durumda olmadığım göstermiştir; bu yaşamda modem uygar insanmkinden farklı, belki de daha katı kısıtlamalar söz konusudur.
Günümüz uygarlığının içinde bulunduğu duruma, mutluluk verici bir yaşam düzeni talebimizi yerine getirmekte ne denli yetersiz kaldığı, belki de önlenebilecek ne çok acıya izin verdiği şeklinde haklı olarak karşı çıkıyorsak, yetersizliğinin köklerini acımasız bir eleştiri ile ortaya koymaya çabalıyorsak, bu yaptığımız uygarlık düşmanlığı değil, en doğal hakkımızı kullanmaktır. Uygarlığımızda, gereksinimlerimizi daha iyi tatmin edecek ve bu eleştirilere muhatap olmayacak değişiklikleri adım adım hayata geçirmeyi umabiliriz. Ama belki de uygarlığın özünde yer alan ve hiçbir reform çabası ile giderilemeyecek güçlüklerin var olduğu fikrine kendimizi alıştırmamızda yarar vardır. İçgüdü kısıtlanmasının getirdiği, kendilerine hazırlıklı olduğumuz görevler dışında, “kitlenin psikolojik sefaleti” denebilecek bir durum da tehlike olarak baş gösterir. Bu tehlike özellikle toplumsal bağların esas olarak üyelerin kendi aralarındaki özdeşleşmeler ile sağlandığı, önder durumundaki bireylerin ise kitle oluşumunda üzerlerine düşmesi beklenen önemi kazanmamış olmaları durumunda söz konusudur.4 Amerika’nın şimdiki kültürel durumu, uygarlığın uğramış olduğundan endişe ettiğimiz bu zararın incelenmesi açısından iyi bir fırsat sunabilir. Ama kendimi Amerikan uygarlığının eleştirisine girişmeye kaptırmayacağım; benim de Amerikan yöntemlerine başvurmaya kalktığım izlenimini uyandırmak istemem.
Hiçbir eserimde bu seferkinde olduğu kadar, herkesin bildiği şeyleri ortaya koyduğum, kâğıt ve mürekkebi, daha ilerki aşamada da dizgi ve baskıyı aslında gayet açık şeyleri anlatmak için seferber ettiğim duygusuna kapılmamıştım. Bu yüzden, özel, bağımsız bir saldırganlık içgüdüsünün kabulü psikanalitik içgüdü kuramında bir değişiklik anlamına gelirse, bu konuyu ele almış olduğum için memnunluk duyacağım.
Söz konusu olanın bir değişiklik değil, çoktan varılmış bir yön değişiminin daha belirgin kılınması ve sonuçlarının izlenmesi olduğu görülecektir. Analitik kuramın yavaş gelişen bölümleri arasında en zahmetli ilerleyeni içgüdü kuramı idi. Ancak bu kuram bütün açısından o denli vazgeçilemez bir nokta idi ki, yerine bir şey konması gerekiyordu. Başlangıçtaki çaresizlik içinde, şair-fi-lozof Schiller’in “Dünyayı döndüren açlık ve sevgidir” sözü bana ilk dayanağı sağladı. Açlık, bireyin varlığını korumayı amaçlayan içgüdülerin temsilcisi olarak kabul edilebilirdi; sevgi ise nesnelerin peşinden koşar, doğa tarafından her anlamda desteklenen asıl işlevi türün varlığının korunmasıdır. Böylelikle önce ben içgüdüleri ve nesne içgüdüleri birbirlerinin karşısına çıkmış oldu. Yalnızca ve yalnızca nesne içgüdülerinin enerjisini “libido” olarak adlandırdım. Böylelikle ben içgüdüleri ile en geniş anlamıyla sevginin nesneye yönelik “libidinal” içgüdüleri arasında bir antitez vardı. Bu nesne içgüdülerinden biri, sadist içgüdü, amacının sevgi dolu olmaması ile diğerlerinden ayrılıyordu. Ayrıca kimi açılardan açıkça ben içgüdülerine katılıyor, libidinal bir niyet içermeyen iktidar içgüdüleri ile yakın akrabalığını gizleyemiyordu. Ama bu uyuşmazlığın üstesinden gelindi; tabii ki sadizm açıkça cinsel yaşama ait bir olguydu, vahşi oynaşma yumuşak oynaşmanın yerine geçebilirdi. Nevroz, kendini koruma amacı ile libidonun talepleri arasındaki mücadelenin, benin büyük acılar ve vazgeçişler pahasına kazanmış olduğu bir mücadelenin sonucuymuş gibi görünüyordu.
Bu görüşün bugün bile çoktan aşılmış bir yanlıştan ibaret olmadığını her analizci kabul edecektir. Ancak araştırmamız bastırılmış olandan bastıncı güçlere, nesne içgüdülerinden bene doğru ilerledikçe bu görüşte bir değişiklik yapılması kaçınılmaz hale geldi. Bu noktada narsizm kavramının ortaya atılması, yani benin kendisinin libido yatınmıyla yüklü bulunduğu, hatta libidonun anayurdu olduğunun ve bir ölçüde harekât noktası olarak kaldığının fark edilmesi belirleyici oldu. Narsistik libido nesnelere yönelerek nesne libidosu haline gelebilir ve tekrar narsistik libidoya dönüşebilir. Narsizm kavramı travmatik nevrozların, psikoza yakın duygulanımların pek çoğunun ve psikozların analitik olarak kavranmasını olanaklı hale getirdi. Aktarım nevrozlarını benin cinsellikten kaçınma çabaları olarak yorumlamaktan vazgeçmek gerekmiyordu, ama libido kavramı tehlikeye düşmüştü. Ben içgüdüleri de libidinal olduğundan, libidonun, C. G. Jung’un daha önce savunmuş olduğu gibi, genelde içgüdüsel enerji ile aynı şey sayılması bir süre için kaçınılmaz görünmüştü. Yine de, nedenini ‘ bilmemekle beraber, bütün içgüdülerin aynı türden olamayacağına inanmayı sürdürüyordum. Bir sonraki adımı, zorlantılı tekrarı ve içgüdüsel yaşamın tutucu niteliğini ilk kez fark ettiğimde, Haz İlkesinin Ötesinde (1920) ile attım. Yaşamın başlangıcı konusundaki kurgulardan ve biyolojik paralelliklerden yola çıkarak, canlı varlığı koruma ve sürekli daha büyük birimler halinde bir araya getirme içgüdüsünün5 yanı sıra, bu birimleri çözmeye ve başlangıçtaki inorganik duruma geri götürmeye çabalayan karşıt bir içgüdünün var olması gerektiği sonucuna vardım. Yani Eros’un yanı sıra bir ölüm içgüdüsü de vardı; yaşamın görüngüleri bu iki içgüdünün birlikte veya birbirlerine karşı oluşturduklar etkilerle açıklanabilirdi. Ancak varsayılan bu ölüm içgüdüsünün etkinliklerini ortaya koymak kolay değildi. Eros’un dışavurumları dikkat çekici ve yeterince gürültülü idi; ölüm içgüdüsünün organizmanın içinde sessiz bir şekilde, o organizmayı çözmek için çaba gösterdiği varsayılabilirdi, ama bu tabii ki bir kanıt değildi. İçgüdünün bir kısmının dış dünyaya yöneldiği, saldırganlık ve yıkıcılık içgüdüsü olarak ortaya çıktığı fikri bizi daha ileri götürdü. Buna göre organizmanın kendisini değil kendisi dışındaki cansız ya da canlı şeyleri yok etmesi içgüdüyü Eros’un hizmetine girmeye zorlamış oluyordu. Tersi durumda, dışa yönelik bu saldırganlığın kısıtlanması, zaten süregitmekte olan özyıkım sürecini hızlandırmalıydı. Bu örnekten hareketle, söz konusu iki içgüdüye çoğunlukla -ya da her zaman- birlikte rastlandığı, iki içgüdünün değişen ve son derece farklı oranlarda bir araya geldikleri için tanmamadıklan tahmin edilebilirdi. Cinselliğin içgüdü bileşeni olarak bilinegelen sadizm de, sevgi çabası ile yıkım içgüdüsünün güçlü bir birlikteliği olmalıydı; sadizmin karşılığı olan mazoşizm ise, içe yönelik yıkıcılık ile cinselliğin, başka yerde görülemeyecek bir eğilimi görülür ve elle tutulur kılan bir biçimde birleşmesiydi.
Ölüm ya da yıkım içgüdüsü varsayımı analitik çevrelerde bile itirazla karşılaştı; sevgide tehlikeli ve düşmanca sayılan her şeyi daha çok sevginin doğasındaki kökensel bir çift-kutupluluğa atfetme eğilimine sıklıkla rastlandığını biliyorum. Burada geliştirilen görüşleri başta deneme kabilinden sahipleniyordum, ama zaman içinde üzerimde öyle bir güç kazandılar ki artık başka şekilde düşünemez oldum. Demek istediğim, bu görüşlerin, olası diğer bütün kuramlara oranla karşılaştırma kabul etmeyecek ölçüde kullanışlı oldukları; bilimsel çalışmada ulaşmaya çalıştığımız, ol-gulan gözardı etmeyen ve çarpıtmayan bir basitleştirme sağladıklarıdır. Sadizm ve mazoşizmde, (dışarıya ve içeriye yönelen) yıkım içgüdüsünün erotizmle sıkı sıkıya bir araya gelmiş biçimlerinin gözlerimizin önünde durduğunu biliyorum; ama erotik olmayan saldırganlık ve yıkıcılîğm her yerde var olduğunu nasıl gözden kaçırmış, buna yaşamın yorumlanışında layık olduğu yeri vermeyi nasıl ihmal etmiş olduğumuzu anlamakta güçlük çekiyorum. (İçe yönelik yıkım içgüdüsü, erotik bir yön taşımadığı zaman çoğunlukla algılanmaz zaten.) Yıkım içgüdüsü fikri psikana-litik literatürde ilk kez boy gösterdiği zaman buna nasıl karşı çıktığımı ve bu fikre açık bir hale gelmemin ne kadar uzun sürdüğünü anımsıyorum. Başkalarının aynı şekilde buna karşı çıkmış ve çıkıyor olması daha az şaşırtıcı geliyor bana. Çünkü insanın “kötülüğe”, saldırganlığa, yıkıma ve dolayısıyla vahşete yönelik doğuştan gelen bir eğilim taşıdığından bahsetmek “küçük çocukların hoşuna gitmez”. Tanrı insanları kendi mükemmelliğinin bir eşi olarak yaratmıştır tabii ki; kötünün -Hıristiyan Bilimi’nin teminatlarına karşın- yadsınamaz varlığım Tann’mn mutlak kudret ve iyiliği ile bağdaştırmanın ne denli zor olduğunun kendisine hatırlatılmasın! istemez insan. Tann’mn mazur görülmesi için en iyi neden, Yahudi’nin Ari ırk idealinin dünyasmda oynadığı ekonomik boşalma aracı rolünü üstlenen şeytanın varlığıdır. Ama böyle olsa bile, Tann şeytanın varlığından da, şeytanda cisimleşen kötülükten de sorumlu tutulabilir. Bu güçlüklerle yüz yüze gelen insanlara verebileceğim tavsiye, yeri geldiğinde insanın derin ahlaki doğası karşısında yerlere kadar eğilmektir; bu, herkesin sevgisini kazanmamızı ve pek çok hatamıza göz yumulmasını sağlar.23
23. Kötülük ilkesinin yıkım içgüdüsü ile özdeşleştirilmesi Goethe’nin Me-fıstofeles’inin ağzında özellikle inandırıcı bir etki yapar:
“Çünkü ortaya çıkan ne varsa,
Layıktır yok olup gitmeye.
Yani sizin günah,
Yıkım, kısacası kötü dediğiniz Asıl işimdir benim.”
Şeytan, rakibi olarak kutsal ve iyiyi değil, doğanın yaşamı yaratma, çoğaltma gücünü, yani Eros’u gösterir.
“Havadan, sudan, topraktan Binlerce tohum dağılır Kuru, ıslak, sıcak, soğuk her yere! Ateşi ayırmamış olsam kendime İşe yarar bir şey olmayacaktı elimde.”
Eros’un gücünün dışavurumları için, bunları ölüm içgüdüsünün enerjisinden ayırt etmek amacıyla, “libido” adı kullanılabilir.6 Ölüm içgüdüsünü tespit etmenin güç olduğunu teslim etmeliyiz; ölüm içgüdüsünü yalmzca Eros’un ardında kalmış bir şey olarak tahmin edebiliriz, Eros’la bir araya gelip ortaya çıkmadıkça onu göremeyiz. Ölüm içgüdüsünün özünü ve Eros ile ilişkisini en açık bir biçimde, erotik amacı kendi keyfince yönlendirdiği ama bu arada cinsel itkiyi tamamen doyurduğu sadizmde kavrayabiliriz. Ama cinsel niyet gütmeden ortaya çıktığı yerlerde, en kör yıkıcı hiddette bile, bene eski mutlak güç arzularının gerçekleşmesini göstermesi dolayısıyla, ölüm içgüdüsünün tatmininin olağanüstü yüksek bir narsistik haz ile bağlantılı olduğu gözden kaçmaz. Ilımlı ve dizginlenmiş, adeta amacı ketlenmiş olan yıkım içgüdüsü, nesnelere yöneldiğinde, benin yaşamsal gereksinmelerini tatmin etmesini ve doğa üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak zorundadır. Bu içgüdünün varlığına dair varsayım teorik temellere dayandığı için, teorik itirazlara karşı tam bir güvence altına alınmış olmadığmı kabul etmek gerekiyor. Ama bilgimizin bugün bulunduğu noktada, durum bize böyle görünmektedir; gelecekteki araştırma ve düşünceler şüphesiz belirleyici bir açıklık sağlayacaktır.
Bundan sonra, saldırganlık eğiliminin insanda var olan köken-sel, bağımsız bir içgüdü olduğu görüşünü savunuyor ve uygarlığın önündeki en güçlü engel olduğunu tekrarlıyorum. Bu incelemenin bir noktasında, uygarlığın insanlığın maruz kaldığı bir süreç olduğu görüşüne varmıştım; hâlâ da bu görüşün etkisindeyim. Uygarlığın Eros’un hizmetinde, ayrık durumdaki bireyleri, giderek aileleri, ardından boylan, halklan, uluslan büyük bir birlik, insanlığın birliği şeklinde birleştirme amacına sahip bir süreç olduğunu ekleyebilirim. Bunun neden gerçekleşmesi gerektiğini bilmiyoruz; Eros’un işi budur. Bu insan yığınlannin birbirlerine libido temelinde bağlanmalan gereklidir; yalmzca zorunluluk, ortak çalışmanın yararlan insanlan bir arada tutmayacaktır. Ama insanların doğal saldırganlık içgüdüsü, her birinin herkese, herkesin her birine karşı duyduğu düşmanlık uygarlığın bu programına karşı durur. Bu saldırganlık içgüdüsü, Eros’un yanında rastladığımız, dünyanın hâkimiyetini onunla paylaşan ölüm içgüdüsünün bir türevi ve ana temsilcisidir. Sanırım şimdi uygarlığın evriminin anlamı aydınlığa kavuşuyor. Evrim, insan türü üzerinde süren, Eros ve Ölüm, yaşam içgüdüsü ile yıkım içgüdüsü arasındaki savaşı göstermelidir. Yaşamın asıl içeriği işte budur ve bu yüzden de uygarlığın evrimi, kısaca insan türünün yaşam kavgası olarak betimlenebilir.7 Ve devlerin bu çatışmasını dadılarımız “semadan ninniler” söyleyerek yatıştırmak ister!
Sigmund Freud,
Uygarlığın Huzursuzluğu
Çeviren: Haluk Barışcan
METİS YAYINLARI Ötekini Dinlemek 5