Spinoza, Felsefe ve Tarih

Spinoza, Felsefe ve Tarih

Spinoza, yaşadığı çağın en ileri kapitalist metropollerinden Amsterdam’da doğmuş ve tüm yaşamını Hollanda’da geçirmişti. Her büyük bilge gibi yaşamını “gerçeği aramaya” vakfetmiş olan bu filozofun ilk ustası da Descartes olmuş ve düşünür, ilk eserini Fransız filozofun sistemini tanıtmak ve tartışmak için kaleme almıştı. Daha önce de işaret ettiğim gibi, Hollanda, 17. yüzyılda kapitalizmin en ileri aşamaya ulaştığı metropoldü ve bu niteliğiyle, ülke, din ve felsefe tartışmalarının da en özgürce yapıldığı merkez oldu. Hugo Grotius öncülüğünde ve doğa hukuku sayesinde ülkede hukuk sistemi laikleşmiş ve kendi içlerinde de çelişkiler yaşayan tüm toplumsal güçler, aralarında çıkar ve hegemonya kavgasına girişmişlerdi.[13] Bu çelişkiler Spinoza’nın felsefesine de yansıyor ve aynı zamanda filozofun sisteminin ufuklarını belirleyen maddi temelleri ortaya koyuyordu. Cumhuriyetçi burjuvaziye yakın olan Spinoza hem bu kavgaya katılıyor, hem de bu kavgayı bir hukuk devleti ve demokrasi kuramı ile kendi sistemine sokmaya çalışıyordu.[14]

Spinoza da Descartes gibi ilahi ve rasyonel bir dünyaya inanıyordu; fakat bu inanca Fransız filozofun yöntemine zıt bir entelektüel girişimle ulaşmıştı. Descartes, ilahi düzen ve Allah inancına, tüm bilgilerinden sıyrılarak, her şeyden şüphe ederek varmıştı. Mademki şüphe ediyordu, bu bir eksiklik ifadesi idi ve dolaylı olarak da eksiksiz, mükemmel bir varlığın, yani Allah’ın kanıtı idi. Oysa Spinoza, tam tersine tüm varlığı, “töz” (substance) ya da “doğa” olarak Allah’laştırıyor ve ondan sonra da, bu doğanın bir parçası olarak, ilahi düzendeki zorunlu düzeni “bir geometri uzmanı gibi… hatlar, satıhlar ve hacimler yardımıyla” anlamaya, açıklamaya çalışıyordu.[15] Spinoza’ya göre bilgilerimize üç yoldan, imgelem (imaginato), akıl (ratio) ve sezgi (intuitio) kanallarından ulaşıyorduk.[16] Bunlardan imgelem (imaginato), duyularımız sayesinde nesneleri tek tek tanıdığımız ya da işaret, resim, bellek gibi kanallarla edindiğimiz bilgi şekli idi. Bunlar kısmî ve düzensiz bilgilerimizi oluşturuyordu. Burada görüldüğü gibi Spinoza’da bellek ve zamansallık, imgelemin ürünü olup töze yabancı bir kavramdı.[17] İkinci tarz bilgilerimiz (ratio) ise, şeylerin (nesnelerin) özelliklerine tamamen uygun fikirler ve genel kavramlardan elde ettiğimiz bilgilerdi. Nihayet üçüncü tip, sezgisel bilgilerimiz de (scientia intuitiva) “Allah’ın bazı sıfatlarının özüne uygun fikirden hareketle, şeylerin (nesnelerin) özüne uygun bilgilere ulaştığımız” bilgilerdi. Bu konuda, Spinoza, “Aklın doğası nesneleri rastlantı olarak değil, zorunluluk olarak gözlemektir; her şeyi belirli bir ebediyet içinde (sub quadam specie æternitatis) seyretmektir” diyordu, “çünkü eşyanın (şeylerin) zorunluluğu bizzat Allah’ın ezelî-ebedî doğasının zorunluluğudur; bireysel şeylerle ilgili her fikir zorunlu olarak bizzat Allah’ın sonsuz ve ebed-müddet özünü içerir”. İnsanın Allah’ın niteliklerini tanıması, ondan bir parça olması Allah sevgisinin de temelini ve en yüksek erdemi teşkil ediyordu. Çünkü Spinoza’ya göre, sadece Allah “kendisinin nedeni ve kendisinin amacı” idi ve bu yüzden de “en saf, en evrensel ahlâkiyat” demekti.

Spinoza’nın natüralist ve panteist sistemi elbette ki din adamlarının inancına uygun değildi. Bu yüzden de filozof, daha ilk eserlerinden itibaren sinagog ve kiliselerin hedefi oldu. 1670’te temel eserlerinden Teolojik-Politik İncelemeler’i imzasız olarak yayınlamasına rağmen hemen teşhis edilmiş ve düşünür “Voorburg’un Allahsız Yahudisi” olarak lanetlenmişti. Oysa Spinoza bu iddialara yanıt olarak hazırladığı kitabında, panteist ve teokratik bir espri içine felsefeyle siyaset kuramını birleştiriyor ve ilk kez de kutsal kitaplara yeni bir okuma getiriyordu. Düşünürün “yöntem” olarak adlandırdığı bu yeni okumanın tarih-yazıcılığına yeni ufuklar açmıştır.

Spinoza Teolojik-Politik İncelemeleri Calvinist mezhebinin hegemonya eğilimlerine ve bağnazlığına karşı, vicdan özgürlüğünü savunmak için kaleme almıştı. Bir dostuna bu vesileyle yazdığı mektupta, ilk amacının “felsefi araştırmaya en büyük engel teşkil eden ilahiyatçıların ön yargıları” ile savaşmak olduğunu söylemişti. Bunun dışında hakkındaki dinsizlik iddialarına yanıt vermek ve “din adamlarının büyük gücü ve kıskançlığı tarafından tehdit edilen düşünce ve söz hürriyetini her türlü araçla savunmak” istiyordu.[18] Bunun için de düşünür Tevrat’a eğiliyor ve kutsal kitabı yepyeni bir yöntemle okuyordu.

Yahudi ve Hristiyan dünyasında 17. yüzyıla kadar kutsal kitapları eleştirel bir gözle okumak, dahası, bunlarda hatalar bulmak kimsenin düşünebileceği ve göze alabileceği bir şey değildi. Gerçi daha önce bazı çekingen girişimler olmuş, hatta Hobbes, Tevrat’ın ilk beş kitabının (Pentateuque) Musa tarafından yazılmış olamayacağını ileri sürmüştü. Fakat Spinoza bu girişimi ilk kez sistemleştiriyor ve “tarihî ve eleştirel yöntem” olarak sunduğu yaklaşımının “Doğa’nın yorumlanmasında izlenen yöntemden hiç farklı olmadığını”, bu yüzden de “en iyi yöntem” olduğunu söylüyordu. Çünkü Hollandalı filozofa göre, “Kutsal Kitap”ı yorumlamak hususunda en yüksek yetki herkese aitti ve yine herkese ait olan Doğal Aydınlanma dışında hiçbir kural, doğanın dışında hiçbir dış otorite, hiçbir üstün aydınlık yoktu” (vurgu Spinoza’nın).[19] Daha da nüanslı bir biçimde, Spinoza, yöntemini şöyle betimliyordu: “Nasıl doğanın yorumunda kullanılan yöntem, esas itibariyle, doğayı tarihçi olarak ele almayı ve ancak kesin veriler toplandıktan sonra doğal nesnelerin tanımına geçmeyi gerekli kılıyorsa, Kutsal Kitap’ı yorumlamak da önce doğru bir tarihi bilgi edinmeyi ve ancak bu bilgi, yani kesin veri ve ilkeler edinildikten sonra Kutsal Kitap’ın yazarlarının düşüncesi konusunda geçerli bir sonuç çıkarmayı gerekli kılıyor”.[20] Bu zor görevi başarıya ulaştırmak için de, önce Kutsal Kitap’ın yazıldığı dil tüm incelikleriyle öğrenilecek, sonra aynı konudaki tüm ifadeler bir araya getirilip tutarlı olup olmadıkları incelenecek, daha sonra da her kitabın yazarının hayatı, yaşam tarzı, güttüğü amaçlar, metinlerin hangi vesilelerle kaleme alındığı, tahrif edilip edilmedikleri gibi konular araştırılacaktı.[21]

Spinoza sadece gerçekçi bir tarih yönteminin koşullarını betimlemekle kalmamış, yaşadığı dönemde bu yöntemi uygulamada karşılaşılan (İbranice konusundaki yetersizlikler; kutsal kitapların kimler tarafından, hangi koşullarda yazıldığının iyi bilinmemesi; bazılarının yazıldıkları dildeki asıllarının mevcut olmaması vb. gibi) güçlüklere de işaret etmiştir. Fakat önemli olan, düşünürün bundan yaklaşık üç yüz elli yıl önce bizlere sunduğu yöntemin tazeliği ve güncelliğidir. Gerçekten de yukarıdaki satırlarda Spinoza’dan alıntıladığımız yöntemle ilgili açıklamalar günümüzde rasyonalist hiçbir tarihçinin yadsıyamayacağı bir tazelik sergiliyorlar. Tek fark şuradadır: Spinoza sisteminde doğal evreni ilahi evren, doğal kanunları da Allah’ın kanunları olarak sunuyor. Ve filozofumuz Allah’ı şöyle tanımlıyor: “Allah’tan mutlak olarak sonsuz bir varlığı anlıyorum, yani her biri sonsuz ve ezelî-ebedî bir öz ifade eden sonsuz sıfattan oluşmuş bir töz.”[22] Bu anlayış çağdaşları tarafından ateizm olarak görülmüş ve Spinoza sinagoglardan dışlanmıştı. Laik bir değerlendirme bağlamında ise sorun şu noktada ortaya çıkıyor: Spinoza’nın rastlantılara olanak tanımayan, özgürlüğü bir zorunluluğun anlaşılması olarak anlayan matematik dünyası yukarıdaki yöntemi ile çelişmiyor muydu? Yoksa bu tutarsızlık, E. Balibar’ın savunduğu gibi, toplumsal çelişkiler içinde devlet aygıtının çözüldüğü bir dönemde, Tevrat’ın “seçilmiş halk” teokrasisinden, İncil’in soyut, eşitçi ve evrensel “insanlık” anlayışına geçişi bir demokrasi ve hukuk kuramı olarak dondurmak isteyen bir “tarih felsefesi”nden mi kaynaklanıyordu?[23] Biz bu tartışmayı Spinoza uzmanlarına bırakarak, konumuza 17. yüzyılın başka bir dev filozofuyla, Leibniz’le devam edebiliriz.


Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP