Sürgün ve Kimlik: Yahudi – Filistin Anlatılarının Tarihsel Kesişimi ve Gazze

Babil Sürgünü ve Aliyah Özlemi

Babil Sürgünü (MÖ 597-538), Yahudi halkının kolektif bilincinde derin bir yara açarken, aynı zamanda kimliklerini yeniden tanımlama fırsatı sundu. Kudüs’ten Babil’e zorla götürülen Yahudiler, tapınaksız bir yaşamla yüzleşti ve bu, dini pratiklerini yerele değil, metinlere ve topluluğa bağlama gerekliliğini doğurdu. Talmud’un tohumları burada atıldı; yazılı gelenek, diasporik varoluşun çimentosu oldu. Aliyah, yani “yükseliş” ya da anavatanına dönüş özlemi, bu dönemde bir mitos olarak şekillendi. Ancak bu özlem, yalnızca fiziksel bir geri dönüşten ibaret değildi; Yahudi kimliğini birleştiren manevi bir ufuktu. Modern İsrail’in kuruluşunda bu özlem, Siyonizm’in itici gücü oldu. Ne var ki, aynı ideal, Filistinlilerin yerinden edilmesiyle sonuçlanan politikalarla karmaşık bir ahlaki soruya dönüştü. İsrail’in yerleşim politikaları, bir halkın dönüş hayalini gerçekleştirirken, başka bir halkın sürgününü tetikledi. Tarihsel ironisi şu: Aliyah’nın kökenindeki sürgün acısı, Filistinlilerin Nakba’sında yankılanıyor. Bu, kimliğin inşa sürecinde ötekinin dışlanmasının kaçınılmaz olup olmadığını sorgulatıyor.

Nakba ve Yahudi Sürgün Anlatılarının Paralelliği

Yahudi sürgün anlatıları ile Filistinlilerin Nakba’sı (1948 felaketi) arasında çarpıcı benzerlikler var. Her iki anlatı da yerinden edilme, kayıp ve anavatan özlemi etrafında şekilleniyor. Yahudiler, Babil’de tapınaklarını ve kutsal topraklarını yitirmenin acısını yaşarken, Filistinliler 1948’de köylerini, tarlalarını ve toplumsal dokularını kaybetti. Her iki grup da kimliklerini bu kayıp üzerinden yeniden inşa etti. Yahudiler için diaspora, bir arada kalmayı sağlayan bir ağ oluştururken, Filistinliler için mülteci kampları ve diaspora, direnişin ve kolektif hafızanın merkezi oldu. Ancak bu paralellik, ayrışmalarda belirginleşiyor. Yahudi sürgün anlatısı, tarihsel olarak bir “dönüş” vaadiyle desteklenirken, Filistinlilerin “dönüş hakkı” uluslararası arenada çoğu zaman reddediliyor. Yahudi anlatısı, dini ve mitolojik bir çerçevede evrenselleşirken, Nakba daha seküler ve yakın tarihli bir trajedi olarak algılanıyor. Ayrıca, Yahudi diasporası zamanla ekonomik ve kültürel entegrasyonla güç kazanırken, Filistin diasporası genellikle marjinalleşmeyle mücadele ediyor. Bu farklılıklar, her iki anlatının tarihsel bağlamlarının ve güç dinamiklerinin ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor.

Babil’de Entegrasyon, Gazze’de Dışlanma

Babil Sürgünü sonrası Yahudilerin Babil toplumuna entegrasyonu, dikkat çekici bir uyum örneği sunar. Yahudiler, Babil’de ekonomik, kültürel ve hatta siyasi alanlarda varlık gösterdiler. Yeremya’nın “sürgünde olduğunuz kentin esenliği için dua edin” öğüdü, bu pragmatik yaklaşımı yansıtır. Yahudiler, kimliklerini korurken, Babil’in çokkültürlü dokusuna katkıda bulundular. Buna karşın, Gazze’deki Filistinlilerin modern İsrail toplumuna entegrasyonu, hem politik hem de toplumsal engeller nedeniyle neredeyse imkânsız görünüyor. Gazze, abluka ve izolasyonla çevrili bir açık hava hapishanesine dönüşmüşken, Filistinliler İsrail’in sosyal ve ekonomik yapısından dışlanıyor. Bu karşılaştırma, iki durum arasındaki güç asimetrisini ortaya koyuyor. Babil’de Yahudiler, imparatorluğun bir parçası olarak görece özerk bir alan bulurken, Gazze’deki Filistinliler, İsrail’in güvenlik söylemi ve yerleşim politikaları altında sıkışmış durumda. Babil’deki entegrasyon, bir arada yaşama iradesine dayanıyordu; Gazze’deki dışlanma ise karşılıklı güvensizlik ve çatışma sarmalına. Bu, modern ulus-devletlerin kimlik politikalarının, antik imparatorluklardan daha katı sınırlar çizdiğini düşündürüyor.

Tarihsel Hafıza ve Etik Sorumluluk

Sürgün ve yerinden edilme anlatıları, yalnızca tarihsel olaylar değil, aynı zamanda etik bir yüzleşmeyi gerektirir. Yahudi kimliğindeki aliyah özlemi, bir halkın hayatta kalma mücadelesinin sembolü iken, Filistinlilerin Nakba’sı, modern devlet inşasının gölgesinde kalan bir trajediyi temsil eder. Her iki anlatı da, ötekinin acısını anlamayı zorlaştıran bir rekabetçi hafıza kültürüne hapsolmuş durumda. Yahudi sürgün anlatısı, antisemitizmin tarihsel ağırlığıyla evrensel bir empati kazanırken, Nakba, çoğu zaman bölgesel bir mesele olarak küçültülüyor. Ancak, her iki halkın da sürgün deneyimi, ortak bir insanlık zemininde buluşma potansiyeli taşıyor. Bu potansiyel, yalnızca tarihsel paralelliklerin değil, aynı zamanda farklılıkların dürüstçe ele alınmasıyla gerçekleşebilir. Soru şu: Bir halkın kurtuluşu, diğerinin felaketi olmak zorunda mı? Bu, sadece Yahudi ve Filistin anlatılarına değil, tüm insanlık tarihine dair bir sorgulama.