Tarihin Yeniden Anlaşılması Mümkün Mü ?
İnsanlık tarihi, genellikle “Tarım Devrimi” gibi dönüm noktaları ve “eşitsizlik” veya “medeniyetin kökenleri” gibi kavramlar etrafında şekillenen geleneksel anlatılarla düşünülür. Sağlanan metinler, bu geleneksel anlatıları sorgulamakta ve insanlık tarihine dair çok daha karmaşık, değişken ve ilginç bir resim sunmaktadır.
Geleneksel anlatı, genellikle avcı-toplayıcıların küçük, eşitlikçi gruplar halinde, çocuksu bir masumiyet içinde yaşadığını, “Tarım Devrimi” ile bu durumun sona erdiğini, “medeniyet” ve “devlet”in ortaya çıktığını, beraberinde ataerkillik, düzenli ordular, toplu kıyımlar ve bürokrasi gibi “insan hayatındaki neredeyse her kötü şeyin” geldiğini öne sürer. Ancak kaynaklar, tarımın gelişiminden önce insan toplumlarının küçük ve eşitlikçi gruplarla sınırlı olmadığını, tam tersine avcı-toplayıcı dünyasının “evrim teorisinin sıkıcı soyutlamalarından çok daha ziyade siyasi yapıların karnaval geçitlerine benzeyen, cesur toplumsal deneylerden biri” olduğunu belirtir.
Bu yeni bakış açısı, insan topluluklarının çok daha çeşitli ve esnek sosyal düzenlemelere sahip olduğunu göstermektedir. Örneğin, son Buzul Çağı’nın sonundan itibaren arkeolojik kayıtlarda “kültür alanları” ile tanımlanan, kendine has kıyafet, yemek pişirme ve mimari tarzlara sahip yerel topluluklar görülmektedir. Metinler, insanların tarih boyunca farklı yaşam biçimlerini denemek için on binlerce yılı olduğunu ve toplumsal yapıları durup durup değiştirebildiklerini vurgular. Mevsimsellik, bu toplumsal yapıların değişkenliğinde önemli bir rol oynamış olabilir. İnsanlar yılın farklı zamanlarında farklı sosyal düzenlemeler arasında gidip gelebiliyorlardı.
“Eşitsizlik” kavramı, kaynaklarda “kaygan” ve anlamı tam net olmayan bir terim olarak ele alınır. Geleneksel olarak, eşitlikçi toplumlar prenslerin, hakimlerin, gözetmenlerin, rahip sınıfının ve genellikle şehirlerin, yazıların veya çiftçiliğin olmadığı toplumlar olarak tanımlanır. Ancak metinler, “eşitlikçi” kavramının kullanılmasının sonu gelmez tartışmalara yol açtığını ve “eşitlik” fikirlerinin insanlık tarihine nispeten geç katıldığını belirtir. Esas önemli olanın, “herkes için eşit bir şekilde geçerli olan bir özgürlük, saygınlık veya katılım ideolojisi” olabileceği ima edilir.
“Özgürlük” ise, kaynaklarda daha çok vurgulanan bir kavramdır. Uzak atalarımız arasında, kendi topluluğunu terk etme özgürlüğü, toplumsal yapılar arasında gidip gelme özgürlüğü ve sonuçlarına katlanmaksızın otoritelere itaat etmeme özgürlüğünün normal olduğu görülüyor. Metinler, insanların tarihlerine “kendilerine ne yapılması gerektiğinin söylenmesine karşı bilinçli bir hoşnutsuzlukla” başlamış olabileceğini öne sürer. Gerçek özgür bir toplumun nasıl olacağını hayal etmekte zorlandığımızı, ancak belki de atalarımızın keyfi gücün ve tahakkümün nasıl bir şey olduğunu hayal etmekle ilgili benzer bir dertleri olmadığını, hatta toplumlarını bundan kaçınacak şekilde bilinçli olarak düzenlediklerini düşünebiliriz.
“Devlet”in kökenleri de sorgulanır. Geleneksel olarak, büyük ve karmaşık toplumların mutlaka bir devlete ihtiyacı olduğu varsayılır. Ancak Çatalhöyük, Uruk, İndus medeniyeti ve Teotihuacan gibi erken yerleşimler ve şehirler incelendiğinde, yöneticiler, hiyerarşiler veya otorite figürleri için belirgin kanıtların her zaman bulunmadığı görülür. Bu toplumlarda toplumsal düzenlemeler ve işleyiş, hane özerkliği, mevsimsel ritüeller/şenlikler, meclisler veya kurullar aracılığıyla sağlanmış olabilir. Devlet benzeri yapıların veya tahakküm ilişkilerinin ortaya çıkışı, tek ve kaçınılmaz bir süreç değildi. Mısır’ın erken hanedanlık dönemi gibi örneklerde ise belirgin hiyerarşi, zorunlu işçilik ve hatta ritüel kurbanlar görülür.
Metinler, insan düşüncesinin doğası gereği diyalog temelli olduğunu ve farklı kültürlerden insanların, Batılıların “ilkel” olarak gördükleri bile, mantıksal tartışmalara yetenekli olduğunu belirtir. Avrupalı gözlemcilerle Yerli halklar arasındaki etkileşimler, bu entelektüel alışverişin ve farklı toplumsal düzenlemeler hakkındaki eleştirilerin kanıtıdır. Yerli halkların, Avrupalıların para temelli, hiyerarşik ve ceza gerektiren toplumlarına yönelik eleştirileri kayıtlara geçmiştir.
Mülkiyet kavramı da farklı şekillerde ele alınır. Kaynaklar, mülkiyet rejiminden ziyade, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” anlamına gelen bir tür “temel komünizm”in veya kutsal bağlamlarla sınırlı özel mülkiyet biçimlerinin varlığından bahseder. Para ve mülkiyet ayrımının, toplumda “aksaklıklar ve düzensizlikler” yarattığına dair Yerli eleştirileri mevcuttur.
Sonuç olarak, kaynaklar insanlık tarihinin, doğrusal bir evrimden ziyade, insanların çeşitli sosyal formları deneyimlediği, esnek ve değişken düzenlemelere sahip olduğu, “eşitsizlik”in göründüğü kadar basit olmadığını ve “özgürlük” ile “tahakküm”e karşı direncin önemli temalar olduğunu gösteren çok daha zengin ve karmaşık bir resim sunduğunu savunur. Geleneksel anlatıların, mevcut kanıtlarla büyük ölçüde uyuşmadığı, “efsanevi altyapısını” açığa çıkardığı iddia edilir. Bu yeni bilgilerin amacı, kim olduğumuza ve ne olabileceğimize dair anlayışımızı yeniden şekillendirmek ve toplumsal gerçekliğin yeni ve farklı biçimlerini yaratma özgürlüğünü yeniden keşfetmektir.
Kaynak : Her Şeyin Şafağı


