Teknoloji, Ahlak ve İktidarın Post-Dijital Düğümleri

İnsan-Makine Sınırlarının Bulanıklaşması

Post-dijital çağ, teknolojinin yalnızca bir araç olmaktan çıkıp insan varoluşunun dokusuna işlediği bir dönemi işaret eder. Donna Haraway’in siborg teorisi, bu bağlamda güçlü bir çerçeve sunar: İnsan ile makine arasındaki sınırların erimesi, yalnızca biyolojik ya da teknik bir mesele değil, aynı zamanda bireyin öznelliğini, toplumsallığını ve ahlaki sorumluluklarını yeniden tanımlayan bir süreçtir. Haraway’in siborgu, ne saf insan ne de saf makinedir; bu hibrit varlık, kimliklerin, cinsiyetlerin ve hatta ahlaki normların sabit olmadığını, sürekli bir akış ve yeniden inşayla şekillendiğini öne sürer. Algoritmik sistemler, bu hibrit varlığın karar alma süreçlerini yönlendirdiğinde, ahlaki sorumluluk kime aittir? İnsan mı, kod mu, yoksa bu ikisinin kesişiminde ortaya çıkan yeni bir varlık mı? Haraway’in teorisi, algoritmik iktidarın ahlaki sonuçlarını anlamada, bireyin özerkliğini ve makinenin yönlendirmesini bir arada düşünmeye zorlar; bu, ne özgürlük ne de esaret olarak kolayca sınıflandırılamaz, ancak her ikisinin gerilimli bir bileşimidir.

Algoritmaların Görünmez Yönlendirmesi

Algoritmalar, post-dijital çağda iktidarın en sinsi biçimlerinden birini oluşturur. Byung-Chul Han’ın psikopolitik kavramı, bu bağlamda algoritmik sistemlerin bireylerin davranışlarını nasıl şekillendirdiğini anlamak için kritik bir lens sunar. Han’a göre, dijital platformlar bireylerin arzularını, tercihlerini ve hatta duygularını veri akışlarına dönüştürerek bir kontrol mekanizması kurar. Bu, Foucault’nun panoptikonundan farklıdır; artık gözetleyen bir göz değil, bireyin kendi rızasıyla veri ürettiği bir sistem söz konusudur. Örneğin, sosyal medya algoritmaları, kullanıcıların hangi içeriği göreceğini belirlerken, aynı zamanda onların dünya görüşlerini daraltabilir ya da manipüle edebilir. Bu süreçte ahlaki bir sorun ortaya çıkar: Bireyin özgür iradesi, algoritmaların öngörülebilirlik ve kâr odaklı mantığı karşısında ne kadar özgürdür? Han’ın perspektifi, bu soruya bireyin özerkliğini değil, özerklik yanılsamasını üreten bir sistemle yanıt verir. Algoritmalar, bireyi özgür hissettirirken, aslında onun seçimlerini önceden belirlenmiş bir çerçeve içine hapseder.

Toplumsal Dokunun Yeniden Kodlanması

Teknolojinin toplumu yeniden şekillendirme gücü, yalnızca bireysel özerklikle sınırlı kalmaz; aynı zamanda kolektif kimlikleri ve toplumsal bağları da dönüştürür. Bruno Latour’un aktör-ağ teorisi (ANT), teknoloji, insan ve toplum arasındaki ilişkileri anlamada önemli bir çerçeve sunar. Latour’a göre, insan ve insan-dışı aktörler (örneğin, algoritmalar, cihazlar) bir ağ içinde birbirine bağlıdır ve bu ağ, toplumsal dinamikleri yeniden tanımlar. Post-dijital çağda, sosyal medya platformları, yapay zeka sistemleri ve nesnelerin interneti gibi teknolojiler, bu ağın yeni düğümleri olarak işlev görür. Örneğin, bir algoritmanın hangi haberin viral olacağına karar vermesi, toplumsal tartışmaların yönünü değiştirebilir ve bu, ahlaki bir sorumluluk sorusu doğurur: Toplumun değerlerini şekillendiren bu ağlarda kimin sesi daha çok duyulur? Latour’un teorisi, teknolojinin tarafsız olmadığını, aksine insan-dışı aktörlerin ahlaki ve toplumsal sonuçlar doğuran kararlar aldığını gösterir. Bu, bireylerin ve toplulukların teknolojiyle nasıl bir ortak yaşam kuracağı sorusunu gündeme getirir.

Veri Çağında Etik Sınırlar

Algoritmik iktidarın ahlaki sonuçları, veri toplama ve işleme pratiklerinde de belirginleşir. Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” kavramı, post-dijital çağda bireylerin davranışlarının nasıl metalaştırıldığını açıklar. Zuboff, teknoloji şirketlerinin kullanıcı verilerini toplayarak bireylerin geleceğini tahmin etme ve yönlendirme gücüne sahip olduğunu savunur. Bu süreç, bireyin mahremiyetini erozyona uğratırken, aynı zamanda ahlaki bir ikilem yaratır: Veri toplama, bireylerin hayatını kolaylaştırabilir (örneğin, kişiselleştirilmiş hizmetler sunarak), ancak aynı zamanda onların manipülasyona açık hale gelmesine yol açar. Haraway’in siborg teorisiyle birleştirildiğinde, bu durum daha karmaşık hale gelir; çünkü birey, yalnızca veri üreten bir nesne değil, aynı zamanda teknolojinin bir uzantısı olarak yeniden inşa edilen bir varlıktır. Bu bağlamda, etik sınırlar nerede çizilmelidir? Verinin mülkiyeti kime aittir ve bu mülkiyet, bireyin ahlaki özerkliğini nasıl etkiler?

İnsanlığın Yeni Anlatıları

Post-dijital çağ, insanlığın kendini nasıl tanımladığına dair anlatıları da dönüştürür. Haraway’in siborgu, yalnızca teknolojiyle iç içe geçmiş bir bedeni değil, aynı zamanda yeni bir insanlık tahayyülünü temsil eder. Bu tahayyül, ne tamamen iyimser ne de karamsardır; aksine, insan-makine birleşiminin potansiyellerini ve risklerini bir arada düşünmeyi önerir. Örneğin, yapay zeka destekli tıbbi teknolojiler, insan hayatını uzatabilirken, aynı zamanda bireylerin biyolojik verilerinin kötüye kullanılması riskini taşır. Bu noktada, ahlaki bir çerçeve olarak siborg teorisi, insanlığın teknolojiyle olan ilişkisini ne tanrısal bir kurtarıcı ne de kıyamet habercisi olarak görmemizi sağlar. Bunun yerine, teknolojiyi insanlığın bir uzantısı olarak ele alır ve bu uzantının nasıl bir sorumluluk gerektirdiğini sorgular. Post-dijital çağda, bu sorumluluk, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir çaba gerektirir; çünkü algoritmik sistemler, yalnızca bireyleri değil, tüm toplumu yeniden şekillendirme gücüne sahiptir.

Yeni Bir Birliktelik Arayışı

Teknoloji, ahlak ve iktidar arasındaki diyalektik, post-dijital çağda ne basit bir ikilik ne de çözülmesi kolay bir denklem sunar. Haraway’in siborg teorisi, Han’ın psikopolitik çerçevesi, Latour’un aktör-ağ teorisi ve Zuboff’un gözetim kapitalizmi kavramı, bu karmaşık ilişkiyi anlamada farklı ama birbirini tamamlayan perspektifler sunar. Bu teoriler, teknolojinin insanlığı hem özgürleştirme hem de kısıtlama potansiyelini ortaya koyar. Soru, teknolojinin bizi nereye götüreceği değil, bizim teknolojiyle nasıl bir ortaklık kuracağımızdır. Bu ortaklık, bireyin özerkliğini, toplumun dayanışmasını ve ahlaki sorumlulukları yeniden düşünmeyi gerektirir. Post-dijital çağ, bu sorulara yanıt ararken, insanlığın hem yaratıcısı hem de yaratılanı olduğu bir dönemi işaret eder.