TİYATRODAN MİKROFONA: RADYOLU GÜNLER – Elif Şahin Hamidi

“Ankara’nın soğuk kış gecelerinde sokaktan bir kedi bile geçmiyorsa, ortalığı sessizliğin enkoyusu sarmışsa, bilin ki savaş haberlerinin etkisinden değildi, ne de karartma nedeniyle… O koyu sessizlikler gecesi, radyoda ‘temsil’ olduğu gecelerdi…” Adalet Ağaoğlu böyle anlatıyordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında “Temsil Saati”nin yayınlandığı geceleri. Henüz çok uzak olmayan bir geçmişte, soğuk kış gecelerinde herkesi bir araya getiren, savaş gerçeğini biraz olsun savuşturmaya yarayan, tek eğlence kaynağı olan, sihirli bir kutuydu radyo. Dünyaya açılan pencereydi. Radyo Tiyatroları, Arkası Yarınlar, Çocuk Saati bir kuşağın olmazsa olmazıydı. “Sayın dinleyiciler, şimdi beraber ve solo şarkılar” anonsuyla başlayan Klasik Türk Müziği programına dikkat kesilirdi kulaklar. Öyle ki radyo, insanların düzgün Türkçe kullanımına bile katkı sağlardı. Ve askerlerin postal seslerinin sokakları kuşatacağı da ilk olarak radyodan öğrenilmişti. Bugün o sihirli kutuya, geçmişte kalmış hoş bir anı olarak baksak da radyo ve radyo tiyatrosu hâlâ önemini koruyor, hâlâ yaşıyor.

Elif Şahin Hamidi (elif.sahin@gmail.com)

Bir zamanlar, el emeği göz nuru dantellerle bezenmiş bir şekilde, oturma odalarının başköşesinde arz-ı endam ederdi radyolar. Çok ciddi bir iş yapıyormuşçasına radyonun başına geçilir, istasyonlar özenle kurcalanırdı. Parazit sesleri eşliğinde istasyonlar arasında merakla gezinilirdi. Attila İlhan’ın “yıldız tozlarına bulaşmış uzay ıslıkları” olarak nitelediği bu cızırtılarla birlikte, aranılan istasyon bir gelir, bir giderdi.

Ankara’da pazartesi, İstanbul’da perşembe geceleri saat 21.00’den sonra bütün aile radyonun etrafında yerini alırdı. O geceler, evin küçük çocuğu, komşulara “bir maniniz yoksa akşam annemle babam size gelecek” demeye gönderilmezdi. O gece başka dünyalara seyahat edilecekti çünkü. Ankara’da “Mikrofonda Tiyatro”, İstanbul’da “Radyo Tiyatrosu” adıyla hazırlanan programlar, hayal dünyasındaki gezimizin duraklarını oluşturuyordu. Evlerin radyo tiyatrosuyla şenlendiği o günleri, tuluat tiyatrosunun son temsilcisi, sanat hayatında 60 yılı deviren Zihni Göktay’dan dinleyelim:

“Radyoyla büyüdük”

Ben ve benim kuşağım, televizyonu çok sonra gördük. Radyo, evimizde ilk “ses” getiren cihazdı. Beş lambalı, Aga marka, ahşap mobilyalı bir radyomuz vardı. Hemen hemen şimdiki mini buzdolabı büyüklüğündeydi. Ona çok özen gösterilirdi, misafir odamızın başköşesindeydi. Üzerinde işlemeli, üçgen şeklinde bir örtüsü vardı. Radyoyu, kardeşlerim ve ben asla elleyemezdik, çünkü radyoyu açıp kapamak büyüklerimizin işiydi. Biz “dokunma, elleme, bozarsın, üstüne vazife olmayan işlere karışma” gibi tembihlerle büyüdük. O nedenle radyoyu babam açardı, annem bile dokunmak istemezdi. Ya da evimizde bizimle birlikte yaşayan dedem açardı. Çünkü radyonun finansörü dedemdi. Eve radyoyu babam değil, dedem almıştı. Dedem tüccardı ve varlıklı bir insandı. Hatta babam bile dedemin evde bulunduğu saatlerde, radyoyu onun açmasını isterdi. Haber saatleri radyodan dinlenirdi. Biz, Eflatun Cem Güney’in çocuk masallarıyla büyüdük. Radyo gazetesi vardı. On beş günde bir Orhan Boran’ın sunduğu “İpana Bilgi Yarışması” vardı. Radyo eğlence programları vardı: naklen ve banttan olmak üzere Mesut Cemil Stüdyosu’ndan yapılan yayınlar… Biz onları dinlerdik. Sevgili Vedat Demirci’nin hazırlamış olduğu Radyo Çocuk Saati programlarını hiç kaçırmadan dinlerdik. Oradaki dramatize, yarı dramatize, öğretici, eğlendirici, faydalı bilgilerle büyüdük. Mini ansiklopedilerin bulunduğu, küçük bilgilerin verildiği, genel kültürümüze yardımcı olan eğitim-kültür programları vardı. Radyo, hayatımızda önemli ve büyük yer kaplayan bir aygıttı. Ben bu ülkede üç darbe gördüm. 15-16 yaşlarımdayken 1960’ta 27 Mayıs devrimi oldu. Onu da radyodan öğrendik. Ve 27 Mayıs davası sanıklarını, Yassıada’dan radyodan takip ettik. Sonra 27 Mayıs’ı izleyen darbe girişimlerini… Acı-tatlı bütün haberleri hep radyodan öğrendik, radyoyla büyüdük.

“Eğitici-öğretici bir cihazdı radyo bizim için”

Radyo tiyatroları, arkası yarınlar başladığı sırada evi bir sükût kaplardı. O saatlerde annem misafir kabul etmezdi. Radyo tiyatrosu dinlediğimiz perşembe akşamlarında, evde fındık-fıstık bile yenmezdi. Radyo oyunlarına çok önem veriyorduk ve çok değerli ağabeylerimiz, ustalarımız, şehir tiyatrosunun duayenleri, radyoda çok temiz bir Türkçe ile konuşur, bize Türkçenin nasıl konuşulacağını gösterirlerdi. Yani doğru ve düzgün Türkçeyi de radyodan öğrendik. Orada konuşulan düzgün, temiz, arı Türkçe sayesinde, radyo dinleyicileri yanlışlarını, eksiklerini düzeltirlerdi. Eğitici-öğretici bir cihazdı radyo bizim için. Bizim kuşağımız genel kültürünü, sanatçılığını radyoya borçlu. Yarışma programlarının temeli radyoydu ve bu yarışmalarda kitap ve ansiklopedi armağan ediliyordu. İnsanlar radyo gibi kulağa hitap eden cihazlarla daha kolay eğitilebilirler. Radyoyu ihmal etmememiz gerekiyor, bundan sonra daha da fazla önem vermemiz gerekiyor.

Radyoda çeyrek asırlık deneyim

Benim radyoda çeyrek asırlık bir deneyimim var. Başta asistanlık olmak üzere, küçük rollerde oyunculuk ve sonra yönetmenlik yaptım. Aynı zamanda büyük rollerde oynama fırsatı buldum. Ama merdivenleri ağır ağır çıktım, öyle birden büyük roller verilmedi. Hatta mesleğe başladığımda ilk beş-altı yıl sadece küçük rollere çağırıldım. Profesyonel olduğum ilk yıllarda bana “gel, radyoda da oyunculuk yap” diye bir teklif gelmedi. Meslek hayatımın altıncı yılında, Ankara’da Meydan Sahnesi’nde oynarken Asuman Korat (radyoda yönetmenlik yapıyordu), Yalın Tolga “Zihni, radyoya gelebilirsin artık” dediler ve bana küçük roller vermeye başladılar. İstanbul’a geldikten sonra, çok değerli hocam, adaşım Zihni Küçümen, Nüvit Özdoğru, Kemal Tözem, Kemal Bekir bana roller vermeye başladılar. Aynı zamanda kendilerinin asistanlığını da yapıyordum. Daha sonraları Ergin Orbey’in asistanlığını yaptım. Ergin Orbey, Devlet Tiyatrosu’na Genel Müdür oldu ve Ankara’ya giderken bana “Artık bayrağı sana teslim ediyorum. Bu skeçleri, piyesleri sen yöneteceksin” dedi. Radyo tiyatrosunun müdürü Selahattin Küçük bana önce Çocuk Bahçeleri’ni, sonra Arkası Yarınlar’ı teslim etti. Yönetmenlik yapmaya başladım. Çalışmaların hepsi birer edebi eserdi ve bunları radyoya uyarlayan insanlar da çok değerli insanlardı. Telif radyo oyunları yazan, yani sırf radyo oyunu yazan ve uygulamaları yapan ayrı ayrı kişilerdi. Fazıl Hayati Çorbacıoğlu’nun oyunlarını yönettim ve oynadım. Çocuk romanları yazan kişilerin oyunlarını dramatize ettiler; onları yönettim, oynadım. İşte böylece yirmi beş sene boyunca binden fazla oyunda, oyuncu, yönetmen, asistan olarak görev yaptım. Hayatımın pazartesi, salı, perşembe ve cuma günleri radyoda geçiyordu.

Radyonun pabucu dama atılıyor

Ve derken televizyonlu günler başlıyordu. Ülkemizde, ilk televizyon yayını 1968 yılında 3. bant 5. kanaldan Ankara’da deneme yayınlarına başlamıştı. Belliydi bir şeylerin, hatta çok şeylerin değişeceği. Görsel iletişim araçlarının bütün hayatımızı kuşatacağı, bizi bizden teslim alacağı anlaşılıyordu. 1970’lerin ortalarında televizyonun yayın alanı bütün ülkeyi kapsıyor, yayın saatleri haftanın tüm günlerine yayılıyordu. 1990’lar ise renkli ve çok kanallı televizyonlarla tanıştığımız bir dönem oldu. Radyolar ailenin dostları olmaktan uzaklaşıyor, “volkmen” (walkman) denilen yeni tanıştığımız bir aygıt, kişinin arkadaşı olmaya yöneliyordu. Televizyonlardaki yerli ve yabancı diziler, radyo tiyatrosunun büyülü dünyasının yerini çoktan almışlardı. Zihni Göktay, televizyonun baş köşeyi kapmasını ve radyonun pabucunun dama atılmasını “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” atasözüyle özetliyor:

“Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” diye bir laf vardır. Televizyon giderek yayılmaya başladı, renkli televizyona geçildi, özel televizyonlar çıktı. Dolayısıyla Arkası Yarınlar, Çocuk Bahçeleri dinlenmez oldu. Bunlar yavaş yavaş sona ermeye başlıyor gibiydi. Bu sefer haftada bir oyun yapmaya başladık. Eski çektiğimiz oyunlar tekrar yayınlanmaya başladı ve yeni bir şey üretemez hale geldik. Bunun bir başka nedeni de şuydu: radyonun oyunculara verdiği ücret devede kulak kalmıştı, sembolik ücretler haline gelmişti. Oysa sanatçılar görüntülü işlerde daha çok para aldıkları için, “dublajda daha çok para var, beni affet, başka bir yerde işim var” gibi çeşitli bahanelerle radyoya gelmemeye başladılar. Tabii bu sefer A takımıyla değil, B takımıyla çalışmaya başladık ve kalite düşmeye başladı. Derken B takımı da gelmemeye başladı, C takımıyla çalışmaya başladık. Neredeyse artık konservatuar öğrencileriyle çalışacaktık. Buna rağmen biz kanımızın son damlasına kadar bu işi biraz hatır gönülle “abi-abla/hocam bizim için gelir misiniz?” gibi ahbap-çavuş ilişkisiyle sürdürmeye gayret ettik. Ama bir yere kadar tabii, sonra bıçak kemiğe dayandı. Derken radyoya gitmemeye başladık, onlar da üretmemeye başladı. Bu arada neler yapılıyordu; Şeker Bayramı-Kurban Bayramı programları, daha hamasi, milli duyguları körükleyici programlar, 23 Nisan, 30 Ağustos gibi ulusal bayramlarımızda, ona uygun dramatize programlar yapmaya başladık. Arkası Yarınlar ve Çocuk Tiyatroları ihmal edilmiş oldu. Bunda hepimizin payı var; radyonun, radyo idarecilerinin, oyun yazarlarının da payı var. Telif ücretlerinin düşük kalması, her gönderilen oyunun kabul edilmemesinden dolayı fazla oyun üretilmedi. Üretilmediği için de icra edilemedi. Böylelikle unutulmaya yüz tuttu. Radyo tiyatrosunun yok olup gittiğini düşünüyordum, ta ki 2004 yılında Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı oyununun radyo tiyatrosuna uyarlandığını öğrenene kadar. Radyonun şöyle bir kolaylığı var: görme yetisi zayıflayan, görme engelli olan, okumaya fırsatı olmayan, bir taraftan işini devam ettirip bir taraftan da radyo dinleme olanağına sahip. Bugün radyolar artık öyle çok büyük sitemlerle kurulan cihazlar değil; küçücük, cebe sığan, kulaklıkları olan, transistorlu, her yerde dinleyebilmek mümkün. Örneğin Orhan Pamuk’un kitabını okumaya fırsatı olmayan insanlar, radyo tiyatrosunu dinleme şansına sahip oldular. Ardından merak edip kitabı da okuyacaklar belki. İnsanlar, klasikleri belki de ilk olarak radyo tiyatrosu vesilesiyle tanıdılar ve okudular.

Amacımız geçmişi romantize etmek değil

“Burası eski mahalle ve geçmişi romantize edersem beni bağışlayın. Burası her zaman böyle yağışlı olmazdı. Çünkü benim hatırladıklarımın en güzel zamanlarıydı. O günlerde radyo bizim evde hiç durmadan çalardı. Mesela annem kendi programını asla kaçırmazdı: Ayren ve Roger’la Kahvaltı…” Woody Allen’ın 1987 yapımı “Radyo Günleri” isimli filmi böyle başlıyordu. Adeta radyonun altın yıllarına bir methiyeydi bu film. Bugün de söz radyodan ve radyo tiyatrosundan açıldığında, çoğumuz şöyle bir iç geçirip “evet, eskiden sürekli dinlerdik” deyip, radyonun o “huzurlu” günlerinden dem vurmaya başlıyoruz. O huzurlu günlerde, radyoda söylenen her söz koşulsuz kabul edilirdi. Söylediğinin doğruluğunu ispatlamak, kabul ettirmek istediğinde “radyo öyle söylüyor” denirdi. Ancak amacım geçmişi romantize etmek değil. Eğer öyle görünüyorsa beni bağışlayın. Çünkü radyo tiyatrosu geçmişteki nostaljik bir anı değil, hâlâ yaşıyor.

Büyülü bir şeydir radyo tiyatrosu. Nursel Duruel’in deyişiyle “Tam bir sihirbazdır”: “Dinleyicisini kurduğu atmosferin, sözel düzenin içine alan bir büyücü.” Çünkü yalnızca kulağa seslenen bir sanat biçimi olduğu için bütünüyle dinleyicisinin düş gücüne seslenir. Bir kuzu sesiyle yeşil çayırlara, bir tren düdüğüyle uzak kasabalara gidersiniz, bir dalga sesi denizi, kumu, güneşi serer gözlerinizin önüne. Radyonun “gözleri görmeyen seyircileri” yalnızca dalgaları dinleyerek görüntüyü yakalayabilir. Oyun, dinleyicinin kendi zihninde, hayal dünyasında yeniden ürettikleriyle varlık bulur, göze görünür olur. İşte tam da bu nedenle görünmeyeni görülenden daha görünür kılar radyo tiyatrosu. Duruel’den ödünç alacak olursak “İşitme duyusu, geri kalan dört duyuyu bilerek harekete geçirir; sesler, dinleyicilerin her birinde kendi algılarına, çağrışımlarına, ruh hallerine, birikimlerine göre farklı görüntülere bürünür, farklı duygu ve düşüncelere yol açar.” Tek bir ses pek çok çağrışım oluşturur. Örneğin, mikrofon başında buruşturulan selefon kâğıdına biri “yangın vaar!” diye eşlik etse alevlerin çatırtısını duyabilirsiniz. Oysa aynı durumda “Off, bu yağmur da sinirlerimi alt üst etti” dense yağmuru duyumsarsınız. Öte yandan radyo tiyatrolarının kahramanları, televizyon kahramanları gibi ete kemiğe bürünmüş insanlar değildir. O kahramanlar bizim hayal dünyamızda şekillenirler. İnsan, gerçek karşısında duruşuyla “insan” olduğu kadar hayalleriyle de, düşleriyle de insan değil midir? En gerçekçi sanat yapıtları bile kurmaca ve hayal ürünü olduğuna göre insan, hayallerini boşlayabilir mi? Elbette insan hayallerini boşlayamayacağı için birileri hâlâ ısrarla radyo oyunları yazmaya devam ediyor.

“Tahmin edilenin üzerinde dinleyicisi var”

Nursel Duruel, radyo oyununun Türkçe edebiyattaki yeri üzerine söz söylediği “Çok Sevilen Az Bilinen Bir Edebi Tür: Radyo Tiyatrosu” başlıklı yazısını şöyle noktalar: “Şimdi yeni bir dönemeçte radyo oyunu. Son yıllarda dünyada yeniden ilgi odağı olmaya başladı. Bizde de farklı kıpırtılar var. Artık internet yayıncılığı devrede. Uygulamalara ruh verecek olanlar ise yine edebiyatçılar” (Kitap-lık, Mart 2004 sayısı). Radyonun gücüne ve sihrine inanan, uygulamalara ruh katmak için hâlâ bu sihirli kutu için ürünler vermeye devam eden isimlerden biri de Hikmet Temel Akarsu. Radyo oyununun ihmal edilmiş bir edebi tür olduğunu düşünen ve seve seve bu alanda yazmaya devam eden Akarsu’ya kulak verelim:

Radyo tiyatrosu denince, “Neydi o günler…” nostaljisine gömülmek istemeyenlerdenim. Çünkü radyo tiyatrosu benim için hâlâ cari bir sanatsal etkinlik. Radyo oyunu da yazıyorum, daha çok da en sevilen radyo draması olan “Arkası Yarın” da… Ne yazık ki bunlar sadece TRT’de değerlendiriliyor. Diğer radyo kanallarının sanatsal olan herhangi bir şeye emek vermek ya da kaynak ayırmak gibi bir düşüncesi yok. Hoş, TRT’nin de ne düzeyde ilgi gösterdiği apayrı bir tartışma konusu ya… Bir zamanların “rakipsiz” düzeyde yaygın izlenen draması olan radyo tiyatrosu ve arkası yarın metropollerdeki sanatsal çevrelerde küçümsense ve sona ermiş gibi gözükse de aslında hâlâ çok yaygın ve etkin. Çünkü uydu teknolojisi ile yayın yapan TRT radyolarının hemen hemen Batı Avrupa’dan Çin sınırına kadar her yerde erişilebilir olması ve bilhassa çalışma ile eşzamanlı dinlenme olanakları dolayısıyla, radyo dramaları günümüzde de ev kadınlarının, esnafın, tekstil gibi hafif sanayi işçilerinin, emeklilerin ve genç kızların vazgeçemediği sevgilisi. Tahmin edilenin üzerinde dinleyicisi var ve son dönemde bunlara internet ortamındaki yayınlar da eklenmiş durumda.

Radyo tiyatrosu ile edebiyatın kesişen yolu

“Radyo tiyatrosu” başlıklı bir bağlam açıldığında, ilk başta onun edebiyat anlamındaki önemini vurgulamak ve radyo oyunu yazarlarının bazı sorunlarına değinmek isterim. Bilindiği gibi görsel-dijital çağla birlikte görüntü ve görsellik bombardımanına tutulduk. Sayıları milyonları bulan sinema filmleri, dizileri, televizyon dizileri ve dramalar her tarafı delicesine kaplamış durumda. İşin dahası da var. Bunlar, pek çok büyük edebiyat yapıtını da kendi formatlarına dönüştürerek görselleştirmekte, sinemalaştırmakta. Peki, böylesi bir kolaylık varken insanlar neden okusun, neden kitap satın alsın, neden edebiyatın zahmetli, dikenli yollarında paralansın? İşte radyo tiyatrosu ve edebiyatın bu noktada yolları kesişmektedir. Edebiyat tüm bunların hepsinden önemlidir. Çünkü tamamen görselleştirilmiş bir drama insandaki hayal gücünü yok eder, onun imajinasyonunu tembelleştirir, yaratıcı düşüncesini, soruları ve sorunsalları yok eder. Çünkü her şey anne (yönetmen) tarafından adeta çiğnenip çocuğun ağzına koyulmuştur. İşte insanlık kültürünü öğüten, törpüleyen ve sıradanlaştıran, bu tarz sanatsal formların kapsayıcı olmasıdır. Kuşkusuz soru sormayı, merakta bırakmayı, açık uçlu sonları ve aykırı anlatım tekniklerini diri tutan az sayıdaki yaratıcı yönetmeni bu noktada tenzih etmek gerekir.

“Dramatik anlatı, insanı sinemadan çok edebiyata yaklaştırır”

Kısacası her şeyin görselleştirilerek sunulduğu sanatsal formlar yaratıcı düşüncenin destekçisi değil köstekçisidir. Zihni ve ruhu atalete sürükler. Derinleşmeyi engeller. O yüzden edebiyat önemlidir. Çünkü yetkin bir edebiyat yapıtını okurken kendi imajinasyonunuz, yaratıcı dünyanız ve imgeleminizle birlikte topyekûn ayağa kalkarsınız; olan biteni anlamak için çaba gösterir, kendi alternatif dünyanızı kurarsınız; burada hayallerinize eşlik eden güçlü bir yazarla birlikte çalışırsınız. Radyo tiyatrosu da işte böyledir. Efektler yardımı ile sahnede asla gerçekleştirilemeyecek dramaları tiyatrolaştırabilirsiniz. Mesela bir deniz savaşını, bir uzay yolculuğunu, bir sel baskınını, bir tren yolculuğunu, bir hayvanın edimlerini, bir ormanını sesini, şimşek çakışını, gökgürültüsünü vesaire, vesaire. O yüzden görsellikle donatılmamış bu sesler eşliğindeki, görsel olmayan dramatik anlatı sizleri sinemadan çok edebiyata yaklaştırır ve hayal gücünüzü, imgeleminizi ateşler. Kişisel olarak ben radyo tiyatrosunun bu edebi ifade tekniğine imkân vermesine hayranımdır ve hâlâ severek radyo oyunu yazarım. Yakınlarda bunları kitaplaştırmayı da düşünüyorum. Çünkü bunun ihmal edilmiş bir edebi tür olduğuna inanıyorum.

Türkiye’de neden oyun yazarları çıkmıyor?

Elbette düşünsel ve yazınsal emeğin kadrinin bilinmediği, hakkının verilmediği, büyük bir sömürü düzeninin içinde yaşıyoruz. Herkes bunun farkında ne yazık ki, ama nedense kimsenin elinden bir şey gelmiyor! Çoğu gazeteci, editör, çevirmen, yazar bu sömürü ortamında ayakta ve hayatta kalmaya çalışıyor. Her şeye rağmen de üretiyor. Radyo oyunu yazarları da bu sömürüden azade değil ne yazık ki. Akarsu da bu emek sömürüsüne değinmeden edemiyor tabii ki ve şunları söylüyor:

Ancak ülkedeki tek radyo oyunu yayıncısı TRT’nin de bu alanda yazarları teşvik edici bir tutum içinde olduğunu söylemek çok zor. Örneğin defalarca Arkası Yarın kuşağında yayınlanan “Yurtdışı Sevdası” ve “Taşhan” gibi eserlerim için ilk defada sözleşmeyle yapılanın dışında, tekrar tekrar yayımlarda ne bir telif tahakkuk ettirilmiştir ne de tarafıma haber verilmiştir. Bunların peşine düşmeyi yazarlık onuruma uygun görmemiş, öylece kendi haline bırakmışımdır. “Çalınan Tez” adlı bizatihi TRT’de ödül kazanmış radyo oyunumu hadi hariç tutayım bu sitemden. Çünkü onda bir ödül ederi söz konusu idi. Beni oyun yazarlığına sürükleyen yolda da ilginç olaylarla karşılaşmışımdır. Sanırım 2005 yılıydı ve ciddi mali sıkıntılar içindeydim. TRT o gün için astronomik rakamlarla bir radyo oyunu yazma yarışması açmıştı. Arkası Yarın, Çocuk Bahçesi Oyunu ve Radyo Tiyatrosu dalında. Bunların üçüne de katılarak her dalda birinciliği kazanacağımı ve mali sorunlarımı çözeceğimi düşünüyordum. Ömrümden sekiz ay vererek üç dalda da katıldım yarışmaya. Sonuç şok ediciydi. Üç dalda da birincilik yoktu, iki dalda ikincilik de yoktu. Bir dalda ikincilik ödülü o yıl TRT’den emekli olan birine veriliyordu ve bizler mansiyonla uğurlanıyorduk, arkası yarınlarımız için de prodüksiyon sözleşmeleri yapılıyordu. Üç dalda toplam 950 yazar katılmıştı bu yarışmaya. “Bin yazar arasında bir birinci bulunamamış mıdır?” diye yanımdaki tıpkı benim gibi mansiyonla uğurlanmış ünlü bir yazar arkadaşıma sorduğumda: “Hikmet Bey siz bu işlerde acemisiniz galiba. Bu hep böyle olur. Birincilik, ikincilik verilmez. Genelde mansiyon verilir. Sonra da eserler sahnelenir. Bu hep böyle olur.” Aynı dönemde bir pop-star için milyon dolar ödeyebilen bir devlet kuruluşunun bin tane yazarına aynı anda reva gördüğü bu muamele, Türkiye’de neden (benim gibi başka ahmak) oyun yazarları çıkmıyor sualinin de yanıtını oluşturuyor aynı zamanda…

“Radyo yeniden kendine bir yol bulabilir”

Yolu radyodan geçenlerden biri de skeçler ve radyo oyunları yazan, seslendirme yapan tiyatro oyuncusu Levent Tülek. Günümüzün dijital dünyasında radyonun kendine yeniden bir yol bulacağına inanan Tülek “radyo sadece onunla sizin bir arada olduğunuz, hayal dünyanıza seslenen, hatta özel bir alan yarattığınız büyülü bir mecra” diyor. 

Çok şanslıyım ki ben radyonun kapısından çok gençken girdim. Hem de yazar olarak. 1982 yılında, daha 17-18 yaşındayken Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları’nda oyunculuk yapıyordum. Aynı zamanda amatörce bir şeyler yazıyor, dergilere gönderiyordum. O zamanın çocukları ve gençleri edebiyatla, yazıyla, hikâyeyle, şiirle, üretmeyle çok iç içeydi. Ben de tiyatroyla yatıp edebiyatla uyanıyordum. Bir gün Hadi abi (Çaman) bana Füsun Önal’la ikili TRT Radyosu için bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Füsun o zamanlar hem çok popüler bir şarkıcıydı hem de Hadi abinin tiyatrosunda oynuyordu. Büyük bir heyecanla eve koştum, kâğıt ve kalemimi hazırladım (o zamanlar değil bilgisayar, daktilo bile büyük lükstü benim gibi bir memur çocuğu için) ve hemen “Murat ile Mehtap” adında on beşer dakikalık kısa skeçler yazmaya başladım. Bu skeçler sarsak ve saf bir kocayla, evhamlı ve huysuz karısı arasında geçen komik olaylardı. O zamanlar bu tarz skeçler “Gecenin İçinden” tarzı, ağırlıkla da efsane spiker Mehpare Çelik’in sunumu ile gece yayınlanan eğlence programlarıydı. Bir nevi TRT televizyonunun efsane “Bir Başka Gece” eğlence programının radyo versiyonu gibiydi ve inanılmaz ama bu radyo programında çok popüler müzisyenler, tiyatrocular ve komedyenler yer alıyorlardı. Ve bu programlar çılgın gibi dinlenirdi. Herkes Radyo Tiyatrosu’nu Arkası Yarın’ı bilir ama bu eğlence programları da kendi dinleyicisini oluşturmuş, sanat, kültür ve eğlence yaşamımıza çok şey katmıştır. Ardından iki sene sonra bu kez Ali Poyrazoğlu için “Mazlum” adında bir tipleme yarattım. Bu kez şimdilerin stand-up tadında hikâyeler anlatıyordu bu kurgusal kahraman. O da çok dinlendi. Bu şekilde radyoya girip çıkmalarımdan sonra, en önemlisi de Korkmaz Çakar gibi önemli efektörler ve yaratıcılarla tanıştıktan sonra artık bir üst mertebeye ulaşıp radyo tiyatroları yazmaya başladım. Bayram, yılbaşı gibi özel günlerde kısa, mini dizi tadında eğlenceli hikâyelerden tutun da gerilimli öykülere kadar birçok tarzda iş yazdım, yönettim ve seslendirdim.

O günlerde radyoya gittiğinizde kültür sanatın kalbinin orada attığını hissederdiniz. Örneğin Müşfik Kenter’i bir koridorda görürdünüz. Suna Pekuysal’ı, Zihni Göktay’ı, Alev Sezer’i efsane C Stüdyosu’nda. Yani Harbiye’deki Radyoevi’nin meşhur radyo tiyatroları, arkası yarın çekilen stüdyolarında… Birçok önemli edebiyatçının yolu da geçmiştir radyodan. Sadece basılı türden eserler yazmazlardı yazarlar. Radyo draması önemli bir türdü. Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil radyo için eser veren büyük edebiyatçılardan ilk aklıma gelenler. Bir zamanlar edebiyat dergileri tiyatro oyunlarının metinlerini basarlardı. Tıpkı öykü ya da deneme gibi. Aynı zamanda radyo oyunlarını da basarlardı. Ve çok ciddiye alınan ve zor bir türdü. Dünyada bilhassa İngiltere’de hala önemli bir tür. Ancak televizyonun ve dijital yaşamın ağırlığı ve etkisi maalesef radyonun bu değerini, önemini azalttı ve neredeyse radyo unutuldu diyebiliriz. Ancak bir yanıyla da sesli kitabın gittikçe popüler olmaya başladığı, görüntülü medyanın artık büyük bir kaos içinde olduğu bu dönemde, yeniden kendine bir yol bulabilir diye düşünüyorum. Çünkü radyo sadece onunla sizin bir arada olduğunuz, hayal dünyanıza seslenen, hatta özel bir alan yarattığınız büyülü bir mecra.

ABD’de de radyo tiyatrosu yaşıyor

Acaba dünyada neler oluyor dersiniz bu alanda? Dilerseniz teknolojik ve ekonomik gelişmenin, televizyon kültürünün lideri olarak gördüğümüz ABD’ye bakalım. Yüzlerce televizyon kanalı ve Hollywood gibi bir görsel endüstriyle dünyayı markalara ve imajlara boğan ABD’de radyo tiyatrosu büyük projelerle yaşamaya devam ediyor. “Biz radyo tiyatrosunu geçmişten bir anı olarak görürken, onlar çoktan çöpe atmışlardır” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü orada Star Wars, Harry Potter gibi beğenilen birçok Hollywood yapımının radyo versiyonları da yapılıyor ve beğenilerek dinleniyor. ABD’deki bir radyo tiyatrosu gerçeği de şu: BBC World yetkilileri 1994 yılında tiyatro yazarlarından ve radyo drama yapımcılarından oluşan bir ekip kurdu. Bu ekip New Home New Life (Yeni Yuva, Yeni Hayat) adlı bir arkası yarın yapımına başladı. Bu yapım Peştucaydı ve Afgan halkının yaklaşık yüzde 90’ı tarafından dinlendi. Bununla birlikte gelişmiş Avrupa ülkelerinde de televizyon yerine radyonun tercih edildiği bilinen bir gerçek. İngiltere, Fransa gibi ülkelerde klasik ve çağdaş edebiyat eserlerinin geniş kitlelere ulaşmasının en büyük araçlarından birinin radyo tiyatrosu olduğu tartışmasız kabul ediliyor.

Radyo tiyatrosu unutulmadı

Peki bizde neler oluyor? Bugün o “sihirli kutu” ve radyo tiyatrosu hayatımızın neresinde? Huzurlu günler sona mı erdi, neden geçmişte kalan hoş bir anı olduğunu düşünmeye başladık? Yoksa radyomuz mu sustu? Ya da biz mi kulak asmaz olduk o her zaman inandığımız güvenilir sese, o sihirli kutuya? Artık hayal kurmamıza gerek kalmadı mı yoksa? Bir zamanlar gündüz kadınları ve çocukları akşam ise tüm aile bireylerini başına toplayan “radyo” unutuldu mu? Ya da evimizin bir başka köşesine “müzik kutusu” olarak koyulup yalnızlığa mı terk edildi? Hayır, bugün 2020 yılında bile radyo ve özellikle de radyo tiyatrosu dünyada yaşamın önemli bir parçası. Yaşananlar ve yaşadıklarımız hemen her toplumda rastlanan tarihsel bir gerçek. Televizyonun hayatımıza girmesiyle birlikte dünyanın her yanında aynı hikâye yaşanmaya başladı, yaşanıyor. Her şeye rağmen, TRT radyolarında uzun zamandır dünyadaki radyo tiyatrosu çalışmaları değerlendiriliyor ve bu türün yeniden dinleyici kitlelerine ulaştırılmasını sağlayacak teknik ve estetik çalışmalar sürdürülüyor.

“Bağımsız bir sanat, başlı başına bir tür”

Radyo tiyatrosunun tam olarak ne olduğunu ve bu alanda neler yapıldığını öğrenmek için 1999 yılından beri TRT İstanbul Radyosu’nda Radyo Tiyatrosu, Arkası Yarın, Çocuk Saati programlarının yapımcılığını yürüten Kıvanç Nalça’ya kulak verelim:

Radyo tiyatrosu nedir? Radyo tiyatrosu, seslendirme ya da radyoya kaydedilmiş tiyatro oyunuyla karıştırılıyor çoğu zaman. Oysa radyo tiyatrosu, geçmişten bu yana kendi başına, bağımsız bir sanat türüdür. Hatta bütün avangart akımlarda kendi kuralları, kendi estetiği, kendi değerleri olan bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Fakat televizyon-sinema kültürünün yanı sıra seslendirmenin/dublajın gündeme gelmesiyle birlikte, maddi kaygılar ve zaman kaygısından dolayı bu iş seslendirmeye benzemiş. Böyle olunca da doğal olarak dinleyicisinde bir düşüş olmuş. Fakat radyo tiyatrosu diğer araçlarda/mecralarda yer alan sanatsal programlardan çok farklı. Peki neden? Bir sinema filminin televizyonda yayınlanmasında televizyonun işlevi, yalnızca sinema filminin televizyon tekniğiyle seyirciye aktarılmasıdır. Ya da bir müzik ürününün, bir konserin radyodan yayınlanmasında, radyonun işlevi, sadece var olan sanat eserinin radyo tekniğiyle geniş kitlelere yayılmasıdır. Bu bağlamda radyo ve televizyon, sanat türlerinin dinleyiciye ya da seyirciye aktarılması için kullanılan bir aygıttır. Radyo tiyatrosu ise yalnızca radyoda yapılan, kendi başına estetik kuralları olan, bağımsız bir sanat türüdür. Üstelik tiyatrodan da bağımsız bir tür. Çünkü Dadacıların manifestosunda da belirtildiği gibi radyo tiyatrosu tekrarı olmayan, her alıcıya farklı şekilde iletilen, her alıcının içinde bulunduğu ortamın diğer ses etkenleriyle birleşerek yeni bir sanat eserinin ortaya çıktığı farklı bir türdür. Yani radyodan yayınlanan, tiyatro ya da edebiyat uyarlaması değildir: radyo tiyatrosu kendi başına bir türdür.

Tarihsel olayları bile etkileyebiliyor

Radyo tiyatrosu, radyoda yapılan sanat olarak karşımıza çıkıyor. Dünyada da radyo tiyatrosu, ölmüş, unutulmuş, nostaljik bir değer değil, hâlâ yaşıyor. Radyo tiyatrosunun canlı olduğunu, yaşıyor olduğunu gösteren en büyük olay da yakın tarihimizde Ortadoğu’da yaşananlar. Örneğin Afganistan operasyonu. Afganistan operasyonunun, tür olarak radyo tiyatrosu ile nasıl bir ilgisi olabilir? BBC World, Afganistan’daki operasyondan önce, Taliban rejiminin müziği ve görsel medyayı yasaklamasından yola çıkarak, buradaki topluma Batı değerlerini, demokrasiyi (!) yaymak amacıyla “New Home-New Life” adını taşıyan bir arkası yarın üretiyor. Bu arkası yarın Peştuca kaydediliyor ve Afgan halkına da 50 sentlik radyolar dağıtılıyor. Operasyondan önce iki yıl boyunca bu arkası yarın sürekli olarak yayınlanıyor, halk buna hazırlanıyor. Bu küçük örnekten da anlayacağımız gibi arkası yarın aslında öyle canlı, öyle yaşayan bir şey ki dünya tarihinde, tarihsel olayları bile aktif olarak etkileyebiliyor. ABD’de 500’den fazla bağımsız tiyatro grubu, radyo tiyatrosu üretiyor. Avrupa’da öyle… Avrupa’da radyo tiyatrosu entelektüel bir kesimin sürekli olarak takip ettiği bir tür. Edebiyat uyarlamaları çok beğeniliyor. Ama bu türü nasıl tekrar dinlenir hale getirdiklerine baktığımızda, dijital kaydı, surrounding sistemini, efektte yeni bir anlayışı, beğenilen sevilen eserlerin radyoya uyarlanmasını görüyoruz.

Evet, radyo ve radyo tiyatrosu tiyatrosu hâlâ yaşıyor. TRT Radyo 1’de her Pazar 01.05’te yepyeni ve özgün eserlerle, müzikal yapımlarla Radyo Tiyatrosu yayınlanmaya devam ediyor. Hafta içi ve hafta sonu her gün saat 9.40’ta çeşitli roman, öykü ve sahne oyunlarından radyoya uygulanan ya da doğrudan radyo için yazılmış oyunlar, Arkası Yarın kuşağında dinleyiciyle buluşuyor. Her Pazar saat 10.07’de ise Çocuk Saati’nde interaktif, eğitici ve yaratıcı dramalar çocuk dinleyicilerle buluşuyor.

Günümüz medya ortamında radyo bir umut

“O yılbaşını asla unutamam. Bie Teyze, yeni yılın gelişini kutlamak için beni uyandırmıştı. Tanıdığım o insanları, radyoda dinlemeye bayıldığım o sesleri de unutmadım. Ama bir gerçek varsa o da sesler; her geçen yılla birlikte sesler gittikçe belirsizleşiyor.” Woody Allen’ın “Radyo Günleri” böyle bitiyordu… Ama hayır, sesler giderek belirsizleşmiyor. BBC Dünya Servisi’nden Michael Kaye ve Andrew Poperwell’in söyledikleri gibi “Radyo medya cinidir, bir şişeye sığacak kadar küçük, bütün kıtaları içi­ne alabilecek kadar büyüktür.” Tam bir görsellik imparatorluğunun hüküm sürmekte olduğu 21’inci yüzyılda, bir medya cini olan radyonun 1920’lerden beri geliştirdiği değer ve ilkeler hâlâ geçerli. Günümüz medya ortamında radyo bir umut. Belki de bu umudu yeşerten ve diri tutacak olan, bugün yeni bir dönemeçte olan “Radyo Tiyatrosu”. Radyo tiyatrosu, günümüzde bizlere nostaljik tatlar yaşatan, çoğumuzun yaşamadığı o günlerin hazzını bugüne taşıyan programlar. Ama yalnız o kadar değil: çünkü radyo tiyatrosu, yine dinleyiciyle buluşmaya, onları düşsel bir dünyaya taşımaya devam ediyor.

Radyo çocuk oyunlarının kuşaklar üzerindeki yadsınamaz etkisini de unutmamak gerek. Teknolojik aygıtlardan kafamızı kaldıramadığımız, her şeyin görselleştirilerek sunulduğu günümüz dünyasında radyo, radyo tiyatrosu, çocukların ve gençlerin hayal dünyalarını diri tutmalarını, gözlerini dünyaya açmalarını da sağlayabilir. Hatta kitaplara, edebiyata, sanata kucak açmalarına bile vesile olabilir. Kim bilir…

NOT: Bu yazı, 13-14 Şubat 2020 tarihlerinde, iki bölüm halinde Ajan Literer’de yayınlanmıştır.