Yahudiler, Farslılar ve Ortadoğu’nun Sessiz Çığlıkları
Müslüman Arap Ülkelerinin Sessizliğinin Anatomisi
Müslüman Arap ülkelerinin Gazze’deki insani kriz karşısındaki sessizliği, karmaşık bir ahlaki ve siyasi manzaranın yansımasıdır. Bu sessizlik, tarihsel olarak bölgesel güç dinamikleri, ekonomik çıkarlar ve jeopolitik ittifaklarla şekillenmiştir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkeleri, İsrail ile normalleşme süreçlerini hızlandırırken, Filistin meselesini arka planda tutmayı tercih etmiştir. Bu durum, pragmatizmin ağır bastığı bir strateji olarak görülebilir; zira bu ülkeler, İran’ın bölgesel etkisine karşı İsrail ve ABD ile işbirliğini, kendi güvenlik ve ekonomik çıkarları için bir öncelik olarak değerlendirmektedir. Ancak bu yaklaşım, ahlaki sorumluluğu sorgulatan bir çelişkiyi de barındırır. İslam dünyasının birliğini savunan retorikle, Filistin’deki Müslümanların yaşadığı trajediye kayıtsız kalmak arasındaki tezat, bu ülkelerin liderliklerini etik bir sınavla karşı karşıya bırakır. Antropolojik açıdan, bu sessizlik, kolektif kimliğin ve dayanışmanın, ulus-devlet çıkarları karşısında nasıl erozyona uğradığını gösterir. Tarihsel bağlamda ise, Osmanlı sonrası dönemde Arap dünyasının parçalanmışlığı ve kolonyal mirasın bıraktığı derin yaralar, bu sessizliğin köklerinde yatar. Müslüman Arap toplumlarının liderleri, halklarının duygusal bağlarını Filistin’le paylaşsa da, reel politik kaygılar, ahlaki duruşu gölgede bırakmaktadır. Bu durum, bireysel ve toplumsal vicdan arasında bir kopukluk yaratır; liderler pragmatik kararlar alırken, halklar bu sessizliği bir ihanet olarak algılayabilir.
İsrail’in Askeri Operasyonlarının Etik Sınırları
İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri operasyonları, uluslararası hukukta yer alan “orantılılık” ve “sivil kayıpların önlenmesi” ilkeleriyle sık sık çelişen bir tablo sunar. Orantılılık, bir askeri eylemin, hedeflenen tehdide kıyasla aşırı güç kullanımından kaçınmasını gerektirir. Ancak Gazze’de sıkça görülen yoğun bombardımanlar, altyapının tahrip edilmesi ve yüksek sivil kayıpları, bu ilkenin ihlal edildiğine dair güçlü eleştirilere yol açar. Örneğin, 2023 ve 2024’teki operasyonlarda, Birleşmiş Milletler raporlarına göre, sivil ölümlerinin oranı, askeri hedeflere kıyasla orantısız bir tablo çizmiştir. Etik açıdan, bu durum, “meşru savunma” hakkı ile “insan hakları” arasındaki gerilimi ortaya koyar. İsrail, Hamas’ın roket saldırılarını ve tünel ağlarını gerekçe gösterirken, operasyonlarının geniş çaplı yıkımı, sivil halkı hedef almama ilkesini zedeler. Sosyolojik olarak, bu operasyonlar Gazze’deki toplumsal dokuyu parçalamakta, kolektif travmayı derinleştirmekte ve yeni nesillerde öfke ile misilleme döngüsünü beslemektedir. Tarihsel bağlamda, İsrail’in güvenlik paradigması, Yahudi halkının soykırım travmasından beslenen bir “varoluşsal tehdit” algısına dayanır. Ancak bu algı, Filistinlilerin yaşadığı insani trajediyi görmezden gelme eğilimini meşrulaştırabilir. Bu noktada, etik bir soru ortaya çıkar: Bir topluluğun güvenliği, başka bir topluluğun temel haklarını yok sayarak sağlanabilir mi? Bu, evrensel insan hakları idealleriyle, ulusal çıkarların çatıştığı bir ikilemdir.
Yahudi Diasporasının ABD Politikalarına Etkisi
Yahudi diasporasının ABD politikalarını etkileme çabaları, demokratik süreçlerin sınırlarını zorlayan karmaşık bir dinamik sunar. Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC) gibi lobi grupları, İsrail’in çıkarlarını ABD dış politikasında önceliklendirmek için etkili bir şekilde çalışır. Bu etki, finansal katkılar, medya kampanyaları ve siyasi ağlar aracılığıyla kendini gösterir. Sosyolojik olarak, bu durum, diasporik toplulukların anavatanlarıyla bağlarını koruma ve küresel siyasette söz sahibi olma arzusunu yansıtır. Ancak bu etki, “ortak iyi” kavramıyla çelişkili bir şekilde algılanabilir; zira ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği, Arap dünyasında ve küresel Müslüman topluluklarda anti-Amerikan duyguları körükler. Tarihsel olarak, Yahudi diasporasının ABD’deki etkisi, Holokost sonrası dönemde İsrail’in kuruluşuna destek arayışıyla güçlenmiştir. Bu, Yahudi toplumu için bir varoluşsal mücadele olarak görülse de, eleştirmenler, bu etkinin ABD’nin Ortadoğu politikalarını tek taraflı bir çerçeveye hapsettiğini savunur. Antropolojik açıdan, bu dinamik, diasporik kimliklerin küresel siyasetteki rolünü ve ulus-devletlerin ötesinde nasıl bir güç merkezi oluşturabileceğini gösterir. Etik olarak ise, bir topluluğun kendi çıkarlarını savunma hakkı ile, bu çabanın diğer toplulukların haklarını gölgelemesi arasındaki denge sorgulanır. Yahudi diasporasının etkisi, demokratik süreçlerde meşru bir aktör olarak mı görülmeli, yoksa bu etki, dış politikanın tarafsızlığını tehdit eden bir lobi gücü olarak mı değerlendirilmeli?
Bölgesel Dinamiklerde Farslıların Rolü
Farslılar, yani İran’ın bölgedeki etkisi, Gazze krizinde Müslüman Arap ülkelerinin sessizliğini ve İsrail’in politikalarını anlamak için kritik bir bağlam sunar. İran, Hamas ve Hizbullah gibi gruplara destek vererek, İsrail’e karşı bir direniş ekseni oluşturmuştur. Bu, Müslüman Arap ülkelerinin sessizliğini daha da karmaşık hale getirir; zira bu ülkeler, İran’ın bölgesel hegemonya arayışından çekindikleri için İsrail’le dolaylı bir ittifaka yönelir. Tarihsel olarak, İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrası anti-emperyalist söylemi, Filistin davasını destekleyen bir ideolojik çerçeve sunmuştur. Ancak bu destek, İran’ın kendi jeopolitik çıkarlarını güçlendirme stratejisinin bir parçası olarak da okunabilir. Sosyolojik olarak, İran’ın bu rolü, Şii-Sünni ayrışmasını derinleştirerek Müslüman dünyasındaki dayanışma idealini zayıflatır. Etik açıdan, İran’ın Filistin’e desteği, ahlaki bir duruş olarak görülebilir; ancak bu destek, vekalet savaşları ve bölgesel istikrarsızlığa yol açan politikalarla iç içe geçtiğinde, samimiyeti sorgulanır. İran’ın Gazze’deki rolü, hem bir dayanışma jesti hem de stratejik bir manevra olarak okunabilir; bu da ahlaki niyetlerin, siyasi çıkarlarla nasıl bulanıklaşabileceğini gösterir.
Evrensel İnsan Hakları ve Bölgesel Gerçekler
Gazze krizi, Yahudi diasporasının etkisi ve Farslıların bölgesel rolü, evrensel insan hakları idealleriyle, bölgesel güç mücadeleleri arasındaki gerilimi açıkça ortaya koyar. İnsan hakları, tüm bireylerin eşitliğini ve onurunu savunan bir çerçeve sunarken, Ortadoğu’nun karmaşık jeopolitik yapısı, bu idealleri uygulamayı zorlaştırır. Müslüman Arap ülkelerinin sessizliği, İsrail’in askeri operasyonları ve Yahudi diasporasının lobi faaliyetleri, her biri kendi içinde ahlaki bir sorgulamayı gerektirir. Ancak bu sorgulamalar, tarihsel travmalar, ulusal çıkarlar ve küresel ittifaklarla şekillenir. Bu bağlamda, ahlaki sorumluluk, sadece bireysel veya toplumsal vicdanla değil, aynı zamanda güç ve çıkarların karmaşık dansıyla da tanımlanır. Ortadoğu, evrensel ideallerle yerel gerçekler arasında bir ayna tutar; bu aynada görülen, insanlığın hem en yüce ideallerini hem de en derin çelişkilerini yansıtır. Bu durum, ne saf bir pragmatizm ne de mutlak bir etik başarısızlıkla açıklanabilir; aksine, insanlığın kendiyle yüzleşme çabasıdır.