Yahudiler ve Farslılar Arasında Çatışmanın Felsefi Boyutları
Filistin-Gazze ve Ötekinin Varoluşsal Konumu
Filistin-Gazze meselesi, insanlığın “öteki” ile karşılaşma biçimini sorgulayan derin bir düşünce alanı açar. Emmanuel Levinas’ın etik felsefesi, ötekinin ontolojik statüsünü merkeze alarak, insanın başka bir insanla karşılaşmasında ortaya çıkan sorumluluğu vurgular. Levinas’a göre, ötekinin yüzü, bizden bir talepte bulunur; bu talep, ötekinin varlığını tanımayı ve ona zarar vermemeyi gerektirir. Ancak, İsrail-Filistin çatışmasında, Filistinliler sıklıkla İsrail tarafından “öteki”leştirilerek, insanlık statüsünden uzaklaştırılmış bir konuma itilir. Bu, Levinas’ın etik talebinin ihlali anlamına gelir; çünkü ötekinin yüzü, bir düşman ya da tehdit olarak kodlandığında, onun insanlığı göz ardı edilir. Benzer şekilde, İran’ın İsrail’e yönelik söylemleri, Yahudileri tarihsel ve dinsel bir “öteki” olarak konumlandırarak, Levinas’ın etik sorumluluğunu gölgeler. Her iki tarafın ötekileştirme pratikleri, insanlığın ortak zeminini yok ederek, karşılaşmayı bir şiddet döngüsüne hapseder. Bu durum, ötekinin ontolojik statüsünün ne ölçüde tanınabileceği ve bu tanınmanın etik bir zorunluluk olarak nasıl işleyeceği sorularını gündeme getirir.
Adalet ve Gücün Çatışan Dinamikleri
İran-İsrail gerilimi, adalet ile güç arasındaki ilişkiyi felsefi bir sorgulamaya açar. John Rawls’un adalet teorisi, toplumsal düzenin temelini oluşturan ilkeleri, özellikle “fark ilkesi” ve “eşit özgürlük ilkesi” üzerinden değerlendirir. Rawls, adaletin, herkesin eşit temel haklara sahip olduğu ve eşitsizliklerin yalnızca en dezavantajlıların yararına olduğu durumlarda meşru olduğunu savunur. Ancak, İran-İsrail çatışmasında, adalet arayışı, güç mücadelesinin gölgesinde kalır. İran, İsrail’in Filistin politikalarını eleştirirken, kendi bölgesel hegemonya arayışını adalet söylemiyle meşrulaştırmaya çalışır. İsrail ise, güvenlik kaygılarını öne sürerek, Filistinlilere yönelik politikalarını adil bir savunma olarak sunar. Bu dinamik, Rawls’un teorisinin uygulanabilirliğini zorlaştırır; çünkü her iki taraf da kendi “adalet” anlayışını diğerine dayatmaya çalışırken, güç asimetrileri ve tarihsel husumetler, Rawls’un öngördüğü tarafsız “cehalet perdesi”ni imkânsız kılar. Bu, adaletin evrensel bir ilke olarak nasıl hayata geçirilebileceği sorusunu karmaşıklaştırır ve güç ile ahlak arasındaki gerilimi derinleştirir.
Evrensel Ahlak ve Küresel Destek Politikaları
ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, Immanuel Kant’ın evrensel ahlak yasası ilkesine meydan okuyan bir etik çelişki yaratır. Kant, ahlaki eylemlerin, herkes için geçerli olabilecek evrensel bir kurala dayanması gerektiğini savunur. Ancak, ABD’nin İsrail’e sağladığı askeri ve siyasi destek, Filistinlilerin yaşadığı insan hakları ihlallerini göz ardı ederek, bu evrensel ilkeyi ihlal eder. Bu destek, İsrail’in eylemlerini eleştirel bir sorgulamaya tabi tutmadan, stratejik çıkarları ve tarihsel ittifakları önceleyen bir duruş sergiler. Bu durum, küresel etik normların tutarlılığını sorgulatır; çünkü bir aktörün (ABD) evrensel ahlak iddiası, diğer aktörlerin (Filistinliler) temel haklarını göz ardı ettiğinde, bu normlar seçici bir ahlaki körlüğe dönüşür. Bu çelişki, uluslararası toplumun etik normları nasıl uyguladığı ve bu normların güç politikalarıyla nasıl çarpıtıldığı sorularını ortaya çıkarır. Aynı zamanda, küresel adaletin, hegemonik güçlerin çıkarlarına bağımlı olup olmadığı sorusunu gündeme getirir.
Tarihsel Anlatılar ve Kimlik İnşası
Yahudiler ve Farslılar arasındaki gerilim, tarihsel anlatıların kimlik inşasındaki rolünü de sorgulatır. İsrail, Yahudi kimliğini, Holokost’un travması ve tarihsel sürgünlerin acıları üzerine kurarken, İran, Fars kimliğini, İslam Devrimi’nin anti-emperyalist söylemiyle şekillendirir. Bu anlatılar, her iki tarafın da kendini “mağdur” ve “haklı” olarak konumlandırmasına neden olur. Bu durum, dilbilimsel ve antropolojik bir perspektiften bakıldığında, sembolik bir “öteki” yaratma sürecini besler. İsrail’in “varoluşsal tehdit” söylemi, İran’ı bir düşman olarak kodlarken, İran’ın “Siyonist rejim” retoriği, İsrail’i tarihsel bir düşman olarak inşa eder. Bu karşılıklı inşa, çatışmayı yalnızca politik bir mesele olmaktan çıkararak, varoluşsal bir kimlik mücadelesine dönüştürür. Bu süreçte, her iki tarafın da kendi anlatısını mutlaklaştırması, uzlaşma olasılığını zayıflatır ve tarihsel travmaların yeniden üretilmesine yol açar.
Evrenselcilik ve Çoğulculuk Arasında
Yahudiler ve Farslılar arasındaki çatışma, evrenselcilik ile çoğulculuk arasındaki gerilimi de görünür kılar. Evrenselcilik, insan hakları ve etik normların tüm insanlık için geçerli olduğunu savunurken, çoğulculuk, farklı kültürlerin ve tarihsel bağlamların bu normları farklı şekillerde yorumlayabileceğini öne sürer. İran’ın teokratik rejimi, kendi dinsel ve tarihsel bağlamına dayalı bir adalet anlayışını savunurken, İsrail’in seküler-demokratik yapısı, Batı merkezli evrenselcilikle uyumlu bir çerçeve sunar. Ancak, her iki tarafın da kendi “doğru”sunu evrensel bir hakikat olarak sunması, çoğulculuğun sınırlarını zorlar. Bu gerilim, etik normların evrensel mi yoksa bağlama özgü mü olması gerektiği sorusunu açığa çıkarır. Aynı zamanda, küresel toplumun, farklı kimliklerin ve tarihsel anlatıların bir arada var olabileceği bir düzen kurma kapasitesini sınar.
Çatışmanın Ötesine Bakmak
Yahudiler ve Farslılar arasındaki gerilim, yalnızca politik veya askeri bir mesele değil, aynı zamanda insanlığın kendisiyle ve ötekiyle karşılaşma biçimini sorgulayan bir düşünce alanıdır. Levinas’ın etik talebi, Rawls’un adalet ilkeleri ve Kant’ın evrensel ahlak yasası, bu çatışmayı anlamak için güçlü çerçeveler sunar; ancak, bu çerçevelerin pratikte uygulanabilirliği, güç dinamikleri ve tarihsel husumetlerle sınırlanır. Çatışmanın çözümü, ötekinin insanlığını tanımayı ve karşılıklı anlatıların meşruiyetini kabul etmeyi gerektirir. Bu, yalnızca politik bir uzlaşma değil, aynı zamanda etik bir dönüşüm talep eder. Soru, insanlığın bu dönüşümü gerçekleştirecek iradeye sahip olup olmadığıdır.