Yahudiler ve Farslılar Arasında Tarihsel Çatışmalar ve Filistin Meselesinin Evrimi
İran-İsrail Çatışmasının Tarihsel Kökleri
İran-İsrail çatışmasının kökenleri, 1979 İran Devrimi’yle belirgin bir kırılma noktası yaşasa da, daha derin tarihsel dinamiklere dayanır. Antik Pers İmparatorluğu ile Yahudi toplulukları arasındaki ilişkiler, Kiros’un Babil esaretindeki Yahudileri serbest bırakmasıyla (MÖ 6. yüzyıl) olumlu bir temel oluşturmuştu. Ancak modern çağda, özellikle 20. yüzyılın başlarında, Ortadoğu’nun jeopolitik dönüşümleri bu ilişkiyi karmaşıklaştırdı. Şah Rıza Pehlevi dönemi (1925-1941) ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’nin yönetimi (1941-1979), İran’ın Batı’yla yakınlaşmasını ve İsrail’le pragmatik bir ittifak kurmasını sağladı. İsrail, 1948’de kurulduğunda İran, bu yeni devleti resmen tanıyan ilk Müslüman çoğunluklu ülkeydi. Şah’ın Batı yanlısı politikaları, İsrail’le petrol ticareti ve istihbarat paylaşımı gibi alanlarda işbirliğini güçlendirdi. Ancak bu ilişki, İran’daki toplumsal eşitsizlikler ve Şah rejimine karşı artan muhalefet nedeniyle kırılgandı. 1979 Devrimi, Humeyni’nin liderliğinde Şii teokrasisini kurarak İsrail’i “Siyonist rejim” olarak tanımladı ve Filistin davasını ideolojik bir merkeze oturttu. Bu dönüşüm, çatışmanın yalnızca jeopolitik değil, aynı zamanda dini ve ideolojik bir boyuta evrilmesine yol açtı. Şah dönemi, İran toplumunda modernleşme ve sekülerleşme çabalarını simgelerken, devrim sonrası rejim, anti-emperyalist ve anti-Siyonist bir söylemle bu mirası reddetti. Bu nedenle, çatışmanın kökenleri, Şah döneminin pragmatizmi ile devrimin ideolojik radikalizmi arasındaki gerilimde yatmaktadır.
Filistin Meselesinin Osmanlı’dan Günümüze Evrimi
Filistin meselesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle (1918) başlayan bir dizi tarihsel kırılmanın ürünüdür. Osmanlı döneminde Filistin, çok etnikli ve çok dinli bir bölge olarak, Müslüman, Yahudi ve Hristiyan toplulukların bir arada yaşadığı bir mozaikti. Ancak 19. yüzyılın sonlarında Siyonist hareketin yükselişi ve Yahudi göçleri, bölgedeki demografik yapıyı değiştirmeye başladı. Balfour Deklarasyonu (1917), İngiliz manda yönetimi altında Yahudi ulusal yurdunun desteklenmesiyle, Arap topluluklarında huzursuzluk yarattı. Osmanlı sonrası dönemde, Filistin’deki Arap kimliği, ulusal bilinçle şekillenmeye başladı; ancak bu bilinç, İngiliz ve Fransız mandalarının böl-yönet politikalarıyla zayıflatıldı. 1948’de İsrail’in kuruluşu, Filistinli Araplar için Nakba (felaket) olarak anılan bir yerinden edilme sürecini başlattı. Bu olay, Müslüman Arap ülkelerinin bağımsızlık sonrası politikalarını derinden etkiledi. Mısır, Suriye ve Ürdün gibi ülkeler, Filistin davasını pan-Arabizm’in bir sembolü haline getirerek ulusal kimliklerini güçlendirmeye çalıştılar. Ancak 1967 Altı Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşı, Arap devletlerinin askeri yenilgileriyle sonuçlandı ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) gibi aktörlerin önünü açtı. 1990’lardan itibaren, Oslo Anlaşmaları gibi barış girişimleri, Filistin meselesini diplomatik bir çerçeveye taşısa da, işgalin devamı ve yerleşim politikaları, Arap dünyasında hem dayanışma hem de çaresizlik duygusunu pekiştirdi. Müslüman Arap ülkeleri, Filistin meselesini iç politikalarında bir meşruiyet aracı olarak kullanırken, aynı zamanda kendi ulusal çıkarlarını gözeterek pragmatik politikalar izledi; örneğin, 2020’deki İbrahim Anlaşmaları, bazı Arap devletlerinin İsrail’le normalleşmesini sağladı.
Yahudi Diasporasının Amerika’daki Siyasi Gücünün Yükselişi
Yahudi diasporasının Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyasi etkisi, 20. yüzyılın çalkantılı olaylarıyla şekillendi. 19. yüzyıl boyunca, Avrupa’daki pogromlar ve anti-Semitizm, Yahudi göçmenlerin Amerika’ya akın etmesine yol açtı. Ancak siyasi güç, özellikle II. Dünya Savaşı ve Holokost’un etkisiyle hız kazandı. Holokost, Yahudi topluluklarının örgütlenmesini ve Siyonizm’e olan desteği artırdı; Amerika’daki Yahudi cemaati, İsrail’in kuruluşunu desteklemek için lobi faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) ve Anti-Defamation League (ADL) gibi kuruluşlar, 1940’lardan itibaren hem Yahudi haklarını koruma hem de İsrail yanlısı politikaları teşvik etme konusunda etkili oldu. 1960’larda, AIPAC (Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) gibi örgütlerin kurulmasıyla, Yahudi diasporasının siyasi etkisi kurumsallaştı. Bu dönemde, Soğuk Savaş dinamikleri de İsrail’i ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik müttefiki haline getirdi. Yahudi diasporasının ekonomik ve kültürel gücü, medya, akademi ve siyaset gibi alanlarda görünürlük kazandı; bu, Filistin meselesine ilişkin Amerikan politikalarını şekillendirmede kritik bir rol oynadı. Örneğin, ABD’nin İsrail’e sağladığı askeri ve ekonomik yardım, diaspora örgütlerinin lobi faaliyetleriyle güçlendirildi. Ancak bu durum, Filistin davasının Amerikan kamuoyunda daha az yankı bulmasına ve Filistin anlatısının marjinalleşmesine yol açtı. Yahudi diasporasının siyasi etkisi, etik bir tartışmayı da beraberinde getirdi: Bir topluluğun kendi haklarını savunma hakkı ile başka bir halkın haklarının ihlal edilmesi arasındaki denge, sürekli sorgulanan bir konu oldu.
Çatışmaların Simgesel ve İdeolojik Boyutları
İran-İsrail çatışması ve Filistin meselesi, yalnızca jeopolitik değil, aynı zamanda simgesel ve ideolojik bir mücadele alanıdır. İran için İsrail, emperyalizmin ve Batı hegemonyasının bir uzantısı olarak görülürken, İsrail için İran, varoluşsal bir tehdit ve teokratik bir düşman olarak algılanır. Bu karşılıklı algılar, her iki tarafın da tarihsel anlatılarını ve kolektif kimliklerini şekillendiriyor. Filistin meselesi ise, Müslüman dünyasında adalet arayışının ve sömürgecilik karşıtlığının bir sembolü haline geldi. Ancak bu sembol, farklı aktörler tarafından farklı şekillerde yorumlandı: Bazı Arap rejimleri için bir meşruiyet aracı, İran için Şii devrimci ideolojinin bir parçası, diasporadaki Yahudiler için ise İsrail’in güvenliğiyle doğrudan bağlantılı bir mesele. Bu farklı anlatılar, çatışmanın çözümünü zorlaştırırken, aynı zamanda her toplumun kendi tarihsel yaralarını ve umutlarını yansıtan bir ayna işlevi görüyor. Çatışmanın çözümü, yalnızca diplomatik anlaşmalarla değil, bu derin kimliksel ve tarihsel anlatıların uzlaştırılmasıyla mümkün olabilir. Bu bağlamda, tarihsel olaylar, yalnızca geçmişin bir yansıması değil, aynı zamanda geleceğin şekillenmesinde bir rehberdir.