Yahudiler ve Farslılar: Filistin-Gazze Bağlamında Adalet, Düşmanlık ve Diasporanın Anlam Arayışı

Adaletin Kırılgan Tanımları

Filistin-Gazze meselesinde “adalet” kavramı, her bir aktör için farklı bir anlam taşır; bu anlamlar tarihsel, dinsel ve toplumsal bağlamlardan beslenir. İsrail için adalet, Yahudi halkının tarih boyunca maruz kaldığı sürgünler, soykırımlar ve antisemitizm karşısında kendi vatanlarında güvenlik ve egemenlik sağlama mücadelesiyle şekillenir. Bu bağlamda, İsrail’in adalet anlayışı, ulusal varlığın korunması ve Yahudi kimliğinin sürekliliği üzerine kurulu bir hayatta kalma etiğidir. Gazze’deki çatışmalar, İsrail’in bakış açısında, bu güvenliği tehdit eden bir varoluşsal risk olarak çerçevelenir; dolayısıyla adalet, genellikle kendi halkını koruma hakkı olarak tanımlanır. Ancak bu tanım, Filistinlilerin yaşadığı yerinden edilme, abluka ve insani krizler karşısında sıkça eleştirilir, çünkü İsrail’in adalet anlayışı, Filistinlilerin temel haklarını göz ardı ettiği iddiasıyla karşı karşıya kalır.

İran için adalet, İslam Devrimi’nin ideolojik çerçevesinden türeyen bir anti-emperyalist duruşla şekillenir. İran, Filistin meselesini, Batı hegemonyasına ve özellikle İsrail’in “işgalci” varlığına karşı bir direniş sembolü olarak görür. Adalet, İran’ın söyleminde, Filistinlilerin topraklarına geri dönme hakkı ve İsrail’in bölgedeki varlığına son verilmesiyle eş anlamlıdır. Bu anlayış, Şii İslam’ın tarihsel olarak ezilenlerin yanında yer alma narratifine dayanır ve İran’ın bölgesel politikalarını meşrulaştırmak için kullandığı ahlaki bir araçtır. Ancak bu adalet tanımı, İran’ın bölgesel çıkarlarını genişletme stratejisiyle çelişkili bulunabilir, çünkü Filistin davası bazen İran’ın jeopolitik hedefleri için bir vekalet aracı olarak algılanır.

Müslüman Arap ülkeleri için adalet kavramı, hem dinsel dayanışma hem de siyasi pragmatizmle şekillenir. Filistin, İslam dünyasında birleştirici bir sembol olsa da, Arap ülkelerinin adalet anlayışı, kendi iç politik dinamikleri ve bölgesel rekabetlerle farklılaşır. Örneğin, Suudi Arabistan veya Mısır gibi ülkeler, Filistin davasını desteklerken, kendi ulusal çıkarlarını ve Batı ile ilişkilerini dengeleme eğilimindedir. Bu ülkeler için adalet, Filistinlilere insani yardım sağlama ve diplomatik çözüm arayışlarıyla sınırlı kalabilir; ancak bu, İran’ın radikal direniş söylemiyle veya İsrail’in güvenlik odaklı yaklaşımıyla çatışır. Müslüman Arap ülkelerinin adalet tanımı, genellikle Filistinlilerin haklarını savunma ile bölgesel istikrar arasında bir denge kurma çabasıyla gölgelenir. Bu farklılaşma, Gazze’deki insani krizin çözümünü zorlaştıran bir çelişki yaratır: Adalet, herkes için aynı anlama gelmez ve bu anlam farklılıkları, çatışmayı derinleştirir.

Düşmanlığın Söylemsel İnşası

“Düşman” kavramı, İran ve İsrail’in söylemlerinde, tarihsel ve ideolojik karşıtlıkların bir yansıması olarak keskin bir şekilde kurgulanır. İran için düşman, öncelikle İsrail’dir; ancak bu düşmanlık, sadece coğrafi veya siyasi bir rakiple sınırlı kalmaz. İran’ın resmi söyleminde İsrail, “Siyonist rejim” olarak adlandırılır ve Batı emperyalizminin bölgedeki uzantısı olarak görülür. Bu kurgu, İslam Devrimi’nin anti-emperyalist ve anti-Siyonist ideolojisinden türetilir. İsrail’in varlığı, İran için sadece bir devlet değil, aynı zamanda Müslüman dünyasının birliğini tehdit eden ve Filistinlilere karşı zulmün sembolü olan bir ideolojik düşmandır. Bu söylem, Hizbullah gibi vekil gruplar aracılığıyla Gazze’ye taşınır ve Hamas gibi aktörlerin desteklenmesiyle somutlaşır. Ancak bu düşmanlık kurgusu, Gazze’deki insani krizi karmaşıklaştırır; çünkü İran’ın desteği, çatışmanın uzamasına ve sivil kayıpların artmasına yol açabilir, bu da Filistinlilerin yaşadığı acıları dolaylı olarak derinleştirir.

İsrail’in söyleminde ise düşman, genellikle “terörizm” ve özellikle Hamas gibi silahlı gruplar olarak tanımlanır. Ancak bu tanım, İran’ın bölgedeki etkisini de kapsayacak şekilde genişler. İran, İsrail için sadece bir devlet değil, aynı zamanda Hizbullah ve Hamas gibi grupları destekleyen ve nükleer silah geliştirme potansiyeliyle tehdit oluşturan varoluşsal bir düşmandır. İsrail’in düşman kurgusu, Yahudi halkının tarihsel travmalarına dayanır; Holokost’un gölgesi, İran’ın İsrail’i yok etme çağrılarıyla birleştiğinde, bu söylem güçlü bir güvenlik kaygısına dönüşür. Gazze’deki çatışmalar, bu bağlamda, İsrail’in düşman tanımıyla meşrulaştırılır; ancak bu, sivil halka yönelik askeri operasyonların uluslararası eleştirilere yol açmasına neden olur. Her iki tarafın düşman kurgusu, Gazze’deki insani krizi bir vekalet savaşına dönüştürür: İran’ın ideolojik desteği ve İsrail’in güvenlik odaklı operasyonları, sivil halkın acılarını bir satranç tahtasına çevirir.

Diasporanın Etki ve Sınırları

“Diaspora” kavramı, Yahudi ve Müslüman toplulukların küresel siyasetteki rollerini anlamak için güçlü bir mercektir, ancak her iki grup için farklı dinamikler ve sınırlar barındırır. Yahudi diasporası, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, İsrail’in politikalarını desteklemede önemli bir rol oynar. Amerikan Yahudi toplumu, lobi grupları (örneğin AIPAC) ve kültürel kuruluşlar aracılığıyla, ABD’nin İsrail’e yönelik dış politikasını şekillendirmede etkili olmuştur. Bu etki, Yahudi diasporasının tarihsel olarak bir araya gelme ve ortak kimlik etrafında örgütlenme yeteneğinden kaynaklanır. Ancak bu güç, bazı sınırlarla karşılaşır. İlk olarak, Yahudi diasporası homojen değildir; özellikle genç nesiller arasında, İsrail’in Filistin politikalarına yönelik eleştiriler artmaktadır. İkinci olarak, Yahudi diasporasının etkisi, antisemitizm suçlamalarıyla gölgelenir; bu suçlamalar, diasporanın politik gücünü sorgulayanları susturmak için kullanılabilir, ancak aynı zamanda diasporanın meşruiyetini tartışmaya açar. Son olarak, Yahudi diasporasının etkisi, ABD’nin kendi jeopolitik çıkarlarıyla sınırlıdır; İsrail’e destek, genellikle Amerikan dış politikasının daha geniş stratejik hedefleriyle uyumlu olduğu sürece devam eder.

Müslüman diasporalar, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da, Filistin meselesine duyarlılık gösterse de, Yahudi diasporası kadar örgütlü bir siyasi etkiye sahip değildir. Müslüman diasporalar, dinsel ve etnik çeşitlilik nedeniyle daha parçalıdır; bu, ortak bir siyasi agenda oluşturmayı zorlaştırır. Örneğin, Avrupa’daki Müslüman topluluklar, Filistin davasını destekleyen protestolar düzenlese de, bu eylemler genellikle yerel hükümet politikalarını değiştirecek bir lobi gücüne dönüşmez. Müslüman diasporaların etkisi, daha çok kültürel ve toplumsal farkındalık yaratma düzeyinde kalır. Ayrıca, Müslüman diasporalar, İslamofobi ve entegrasyon tartışmaları gibi yerel dinamiklerle mücadele ederken, Filistin gibi uluslararası bir meseleye odaklanmaları sınırlanır. Bu durum, Müslüman diasporaların Filistin-Gazze meselesinde Yahudi diasporası kadar etkili bir aktör olamamasına neden olur.

Anlamların Çarpışması

Adalet, düşmanlık ve diaspora kavramları, Filistin-Gazze meselesinde farklı aktörler için farklı anlamlar taşır ve bu anlamlar, tarihsel, dinsel ve siyasi bağlamlarla şekillenir. İsrail’in güvenlik odaklı adalet anlayışı, İran’ın anti-emperyalist direniş narratifi ve Müslüman Arap ülkelerinin pragmatik denge arayışı, çatışmanın çözümsüzlüğünü derinleştirir. Düşmanlık kurguları, her iki tarafın ideolojik söylemlerini beslerken, Gazze’deki insani krizi bir vekalet savaşının kurbanı haline getirir. Yahudi ve Müslüman diasporalar, bu çatışmada farklı etki alanlarına sahip olsa da, her ikisi de kendi iç çelişkileri ve dış sınırlarıyla mücadele eder. Bu kavramlar, sadece siyasi bir meselenin değil, aynı zamanda insanlığın ortak anlam arayışının da bir yansımasıdır. Soru şu: Bu anlam farklılıkları, bir gün uzlaşının temelini oluşturabilir mi, yoksa çatışmayı sonsuza dek beslemeye mi mahkumdur?