Yapay Sanat – Cihan Dağbakan

Sanat her döneminde insan zihninin kılavuzluğuna ihtiyaç duymuştur. Günümüzde ise bu kılavuzluğu yapay zekâ üstlenmeye başlamıştır. Bu yüzden buradan çıkacak sonuç kaçınılmaz bir yapay sanattır. Öyle ki sanatçısı olmayan eserler kör, eserleri olamayan sanatçılar ise boştur.

Sanat edimi yüzyıllardır süregelen bedensel ve tinsel bir aktivitedir. Nitekim Antik Yunan’da buna rastlamak mümkündü. O dönemde filozofların ‘‘sanat nedir’’ sorusuna cevap ararken aynı zamanda sanatın amacını da irdelemişlerdir. Techne kavramını sanat ve zanaat alanında kullanmaya başladılar fakat bu kavramın alanı daha çok pratik zanaat (marangozluk, ayakkabıcılık vb.) alanıydı.
Aristoteles sanatın rolünün mimesis (doğayı taklit etme) olduğunu öne sürmüştür. Sanatçı doğadaki varlıkları ideal bir biçimde tasarlar ve sanatını taklit yoluyla ortaya koyduğunu söyler. Sofokles ve Eshilos gibi trajedi yazarlarının amacı ise taklitten (mimesis) ziyade katarsis yani ruhsal arınmadır: Trajedi oyununun sonunda seyirci ağlamaklı olup korku ve arzu gibi duygularından ruhunu arındırırdı.
Sanatın anlamlandırılmaya çalışıldığı bu dönemde anlam arayışı çeşitlilik göstermiştir. Sanatçıların her ne kadar bedensel edinimleri olsa da tinseli amaçladıklarını söyleyebiliriz.
Ortaçağ’a geldiğimizde sanat, kilisenin amacı için kullanılan bir araç hâline gelmişti. Antik Yunan’da tercih edilen üç boyutlu mimari ve heykelin yerini Ortaçağ’da daha çok iki boyutlu resimlerin aldığını görüyoruz. Bu bağlamda güzel kavramı sanatın merkezine yerleştirildi. Sanat, kilise için güzel olanı ortaya koyma çabasıydı. Michelangelo’nun Sistina Şapeli tavanındaki Âdemin Yaratılışı freski ve Leonardo da Vinci’nin Santa Maria Della Grozia Manastırı’nın yemekhanesinde bulunan Son Akşam Yemeği freski örneklerden bir kaçıdır.
Ortaçağ’da bütün eserler kilisenin onay verdiği kadarıyla icra edilirdi. Kilise baskısı sanat alanında çeşitliliği önlemiş aynı zamanda daha çok kutsal öğeler konu edinip işlenmesine olanak sağlamıştır. Bu dönemde sanat, inanç nesnesi hâline gelmiş ve özgürce tinsel üretimde bulunamayan sanatçılar sınırlı konularda ürün ortaya koymuşlardır.
Rönesans dönemiyle birlikte sanat tutsak olduğu dinî konulardan sıyrılmıştı. Öyle ki sanat tekrar felsefenin konusu hâline gelmiş: Kant, Hegel ve Schopenhauer gibi filozoflar sanat ve sanatçı hakkında felsefi düşünceler ortaya koymuşlardı. Kant, sanatı akıl ve ahlâktan bağımsız kendinde şey olarak tanımlar. Sanat, kendi dili ve bilgisini kendinde taşıdığından dolayı farklı konuların bilgisine ve diline ihtiyaç duymaz. Böylelikle sanatı özgür bir edim alanı olarak görmektedir. Bu düşünceye paralel olarak yine Schopenhauer da sanatçıyı deha olarak tanımlar. Sanatçının dehalığı onun icra ettiği sanat esnasında bütün nedenselliğin dışına çıkabilmesinden ötürüdür. Bu nedensellik sanat anında dünyevi şeylerden bağın kopmasıdır. Ancak o zaman sanatçı sanata değer ürün ortaya koyabilir.
​Hegel ise sanatın işlevsel-pragmatik bir yönü olmadığını savunur. Sanat yaklaşımına kendi felsefesinin temel kavramları ile açıklık getirmeye çalışmıştır. Sözgelimi bu kavramlar bilinç ve özbilinç’tir. Varlıklar dünyasında bilinç kendisi gibi başka bir bilinç ile karşılaşır ise kendi varlığını tanır ve idrak eder böylece özbilince ulaşır. Sanatçı için özbilince ulaşmanın yolu, ortaya koyduğu eserdir. Bu bağlamda sanat eseri bilinç durumda olup, sanatçı bilinç durumundayken karşılaştığı bu bilinç sahibi eser sayesinde özbilince ulaşır. Böylece Hegel için sanat, sanatçının kendi özbilincini bulmanın yoludur diyebiliriz.
20. yüzyıla gelindiğinde sanat daha çok zihnin rehberliğinde eser üretmeye başlamıştı. Öyle ki bu dönemde çeşitli sanat akımları ortaya çıkmakla birlikte aynı branşta özgün sanatsal çalışmaları görebiliriz. Bunun en iyi örnekleri: Kübizm, sürrealizm ve dadaizmdir.
Kübizm temsilcisi olan Pablo Picasso eserlerini daha çok soyut ve zihnin ürünü olan geometrik şekiller üzerine inşa etmiştir. Bu da bize 20. yüzyıla gelindiğinde Antik Yunan’ın taklitciliğinin (mimesis) yerini, zihnin bağımsız üretimine bıraktığını göstermektedir. Aynı şekilde Salvador Dali, sürrealist çalışmalar ile kendine özgü eserler ortaya koyup sanata farklı bir soluk getirmiştir. Salvador Dali, bu çalışmalarında bilinçaltına yönelmiş nesneleri gerçek dünyadan sıyırıp kendi düşsel dünyasına taşımıştır. Sanatın her döneminde anlam arayışı, sanat eserinin değerini ortaya koymuştur. 20. yüzyılda da kitlelerin sanatı içselleştirmelerinin nedeni, sanat akımlarının anlamlarıydı.
​Peki, günümüz sanatında bizler ne arayışındayız? Michelangelo’nun Davut heykelini yapabilmek için insan anatomisine hâkim olmasını mı savunacağız yoksa üç boyutlu(3D) yazıcıların kusursuz heykel üretmesini mi? Tabi ki üretim kavramını kullanmamın nedeni sanatın bir meta hâline getirilmesinden kaynaklıdır. Sanatçı sanatı icra eder, yapay zekâ sanatı üretir. Bu bağlamda karşımıza değerler sorunu çıkmaktadır. Davut Heykeli’ni ele alalım: Orijinal Davut heykelini üç boyutlu bir yazıcıdan birebir kusursuz bir kopyasını çıkarıp kitleler önüne sunalım, hangisinin değer nesnesi olduğunu nasıl belirleyeceğiz? Değerlendirme ölçütü ne olacak? Sanat eserini anlamlı kılan tabi ki onu ortaya çıkaran sanatçının çabasıdır.
​Aynı durum NFT ve DeepFake için de geçerlidir. NFT sadece sanat eserlerinde değil, spor ve müzik alanlarında da etkisini göstermektedir. Dijital ortamda metalaştırılan eserler kitleler için nasıl bir değere sahip olacaktır? Bir nesneyi değerli kılan ona atfettiğimiz değerde saklı değil midir? Peki, öyleyse bu değer atfını neye göre yapacağız? ‘‘NFT bana ait ise değerlidir, bana ait değil ise değer nesnesi olarak kabul görmüyorum’’ mu diyeceğiz? Bu sorunsala Leonardo da Vinci’nin eserlerini değerlendirirken pek rastlamayız. Bunun nedeni bir şeyin varlığa gelmesine vesile olan kişide(causa efficiens) saklıdır. Yapay zekânın hayatımıza girmesiyle birlikte sanatın, tarihteki misyonunu üzülerek tamamladığını görmekteyiz.
Nitekim sinema da bundan nasibini almıştır. DeepFake ile popüler kültürün simaları olan birçok aktörün artık elini bile kıpırdatmadan sinemalarda oynayacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Söz gelimi Morgan Freeman yapay zekâ sayesinde ölümünden yıllar sonra bile sinemada oyunculuk yapabilecek. Peki, bu Hollywood’un aktör fabrikasında bekleyen yeni nesil oyuncalara bir darbe değil midir? Diyelim ki Freeman yapay zekâ teknolojisi ile ölümünden yıllar sonra bir filimde başarılı bir oyunculuk sergiledi. Bu durumda hangi ödüllere layık gösterilecek, En İyi DeepFake Oyunculuğu Oscar’ı mı? Sanırım ödülü de bilgisayar programcısına verseler haksızlık olmaz.
Öyle görünüyor ki sanata kendisi için özel alan açmazsak, sonu kaçınılmaz bir bitkisel hayat olacaktır. Bu yüzden teknolojiyi dozunda kullanırsak sağlıklı bir sanat elde ederiz fakat dozunu kaçırırsak…

Cihan Dağbakan