ZYGMUNT BAUMAN: Özgürlük ve bağımlılık
Özgürlük ve bağımlılık
Aynı zamanda hem özgür olmak hem de özgür olmamak deneyimlerimizin belki de en ortak, muhtemelen en şaşırtıcı özelliğidir. Bu hiç kuşkusuz sosyolojinin çözmeye çalıştığı insanlık durumunun en karmaşık muammalarından biridir. Gerçekten de, sosyoloji tarihindeki çok şey bu muammayı çözmek için girişilmiş sonu gelmez bir çaba olarak açıklanabilir.
Ben özgürüm, yani ben seçebilir ve kendi tercihlerimi yapabilirim. Bu kitabı okumayı sürdürebilir ya da okumayı bırakıp kendime bir fincan kahve yapabilirim. Ya da hepsini unutup bir yürüyüşe çıkabilirim. Dahası, bütün o sosyoloji çalışması ve akademik kariyer elde etme projelerini bir kenara bırakıp kendime bir iş aramaya girişebilirim. Çünkü ben bütün bunları yapabilirim; bu kitabı okumayı sürdürmek ve başlangıçtaki sosyoloji çalışması yapma ve eğitimini görme niyetimde ısrar etmek kuşkusuz benim seçimlerimin sonuçlarıdır. Onlar mevcut alternatifler içinden benim seçtiğim eylem biçimleridir. Kararlar verebilmek özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetişidir.
Ben seçimlerim hakkında düşünmeye fazla zaman harcamasam ve kararlarımı alternatif eylem biçimlerini yeterince incelemeden versem bile, zaman zaman başkaları bana özgürlüğümü hatırlatır. Denir ki, “Bu senin kararındır, sonuçlarından da başkası değil sen sorumlusun” ya da “Kimse seni bunu yapmaya zorlamadı, suçlanacak biri varsa o da sensin”. Eğer başka insanların izin vermediği ya da normal olarak yapmaktan kaçındığı bir şey yaparsam (eğer, tabiri caizse, bir kuralı çiğnersem), cezalandırılabilirim. Ceza, yaptıklarımdan sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır; ceza eğer istersem kuralı çiğnemeyebileceğimi gösterir. Örneğin, geçerli bir neden olmaksızın devamsızlık yapmaktansa bir an evvel sınıfa koşabilirim. Bazen bana kabul etmeyi önceki örnektekiler kadar kolay bulmayabileceğim bir biçimde özgür olduğum ve dolayısıyla sorumlu olduğum söylenir. Örneğin, denir ki işsiz kalman tamamen senin hatan; hayatını kazanabilirsin, yeter ki sıkı çalış. Ya da denir ki, bütünüyle farklı bir insan olabilirsin, yeter ki dişini biraz sık ve kendini daha hevesle işine ver.
Eğer bu son örnekler, gerçekten özgür olup olmadığımızı ve hayatımızın denetiminin elimizde olup olmadığını durup düşünmemize yetmemişse (gerçekten bir iş aramış olabilirim ama ortalıkta iş olmadığından bulamayabilirim ya da farklı bir mesleğe geçmek için çok çalışmışımdır, ne var ki arzu ettiğim yere girmem engellenmiş olabilir), kesinlikle aslında özgürlüğümüzün sınırlı olduğunu apaçık biçimde gösteren başka birçok durum da sayabilirim. Bu durumlar bana kendi başıma izleyeceğim hedefe karar vermemin ve onu bütün kalbimle izlemeye niyetli olmamın başka, kendi sözlerime uygun davranabilmemin ve gözettiğim amaca erişmemin tamamen başka olduğunu öğretmiştir.
Her şeyden önce, ben başka insanların benim gibi aynı amaçlar için mücadele ettiklerini ancak hepsinin amaçlarına erişemediklerini, çünkü mevcut ödül miktarının sınırlı olduğunu, yani ödül sayısının, peşindeki insanların sayısından az olduğunu Öğrendim. Eğer durum buysa, kendimi sonucu bütünüyle tek başına benim çabalarıma bağlı olmayan bir yarışmanın içinde bulacağım. Örneğin, üniversiteye girme yarışına katılabilirim ve fark edebilirim ki mevcut her boş yer için yirmi aday vardır; adayların çoğu gerekli bütün niteliklere sahiptir ve özgürlüklerini gayet iyi kullanmakta, öğrencilerden istenen ve beklenen her şeyi tamı tamına yerine getirmektedirler. Bundan başka benim ve onların eylemlerimizin sonuçlarının başka birilerine, kaç yer açılacağına karar veren ve adayların becerileriyle gayretlerini değerlendirecek insanlara bağlı olduğunu göreceğim. Bu insanlar oyunun kurallarını koyarlar, aynı zamanda hakemdirler; kazananın seçiminde son sözü söylerler. Onların takdir hakkı vardır; onların kendi seçme ve karar verme özgürlüğü bu defa benim ve rakiplerimin kaderini belirleyecektir. Ben onların kendi eylemleri hakkında karar verme biçimlerine bağlıyım çünkü onların seçme özgürlüğü benim durumumda bir belirsizlik öğesi olarak durmaktadır. Bu, üzerinde hiçbir denetimim olmamasına rağmen çabalarımın sonucunu büyük oranda etkileyecek bir unsurdur. Ben onlara bağımlıyım çünkü bu belirsizlik onların denetimindedir. Günün sonunda çabalarımın yeteri kadar iyi olup olmadığına, üniversiteye girmemi sağlayıp sağlamadığına ilişkin hüküm verecek olan onlardır.
İkinci olarak eğer kararlarımı hayata geçireceğim araçlardan yoksunsam ve onları nerede bulacağımı bilmiyorsam, kararlılığımın ve iyi niyetimin yeterli olmadığını öğrenirim. Örneğin, iş peşinde koşabilirim ve işin bol olduğu kuzey bölgesine taşınmaya karar verebilirim ancak sonra kuzeyde ev fiyatlarının ve kiralarının aşırı yüksek olup benim ödeme gücümü aştığını fark edebilirim. Ya da şehir merkezindeki konutların pisliğinden kaçıp banliyöde daha sağlıklı ve yeşil bir bölgeye taşınmak isteyebilirim ama taşınamayacağımı fark ederim yine, çünkü iyi .ye daha bakımlı yerleşim alanlarındaki evler benim ödeme gücümü aşmaktadır. Yine, çocuklarımın okulda aldıkları eğitimi yetersiz bulabilirim ve onların şimdikinden daha iyi bir eğitim almalarını isteyebilirim. Ne var ki, yaşadığım bölgede başka okul yoktur ve bana eğer çocuklarımın iyi bir eğitim görmesini garanti altına almak istiyorsam, çoğu kez toplam yıllık gelirimden daha yüksek olan okul parasını verip onları daha zengin, daha iyi donanımlı bir özel okula göndermem gerektiği söylenir. Bütün bu örneklerin (sizin de sıralayabileceğiniz daha başkaları gibi) gösterdiği şudur: Seçme özgürlüğü kendi başına kişinin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara erişme özgürlüğünü hiç temin etmez. Özgür davranabilmem için, özgür iradeden başka kaynaklara da ihtiyacım vardır.
Bu kaynaklardan en çok bilineni paradır. Ancak para hareket özgürlüğümüzün bağlı olduğu tek kaynak değildir. İstediğim gibi davranma özgürlüğümün ne yaptığıma ya da neye sahip olduğuma değil kim olduğuma bağlı olduğunu fark edebilirim. Belli bir kulübe ya da belli bir ofiste işe girmem ırkım, cinsiyetim, yaşım, etnik grubum ya da milliyetim gibi niteliklerim yüzünden engellenebilir. Bu sıfatların hiçbiri benim irademe ya da eylemime bağlı değildir ve ne kadar özgür olursam olayım bunları değiştirmeye gücüm yetmeyecektir. Buna karşılık, benim o kulübe, işe ya da okula girmem, edinilmiş beceriler, diploma, daha önceki hizmet sürem, tecrübe birikimimin niteliği ya da çocukluğumda öğrendiğim ve daha sonra | düzeltmek için kılımı bile kıpırdatmadığım yerel bir lehçe gibi, geçmiş başarılarıma ya da başarısızlıklarıma bağlı olabilir. Bu gibi durumlarda, beceri ya da seçkin bir hizmet sicili yokluğu geçmişteki seçimlerimin nihai sonucu olduğundan, aranan niteliklerin benim özgür iradem ve eylemlerimden sorumlu olduğum şeklindeki ilkelere uygun düşmediği sonucuna varabilirim. Ne var ki artık bunu değiştirmek için yapabileceğim bir şey yoktur. Benim bugünkü özgürlüğüm dünkü özgürlüğüm tarafından sınırlanmıştır; ben geçmişteki eylemlerim tarafından “belirlenmiş”, yani şimdiki özgürlüğüm açısından kısıtlanmış olurum.
Üçüncü olarak diyelim ki Britanya’da doğmuş olduğumun ve İngilizcenin ana dilim olduğu ve kendimi Britanya’da ve İngilizce konuşan insanlar arasında çok rahat, evimde gibi hissettiğimin ayırdına varabilirim (kesinlikle er ya da geç varacağım). Başka yerde, eylemimin sonuçlarının neler olabileceğinden emin değilim, ne yapacağımı kestiremem ve bu yüzden özgürlüğüm elimden alınmış hissine kapılırım. Kolayca iletişim kuramam, başka insanların yaptıkları şeylerin anlamını çözemem, dolayısıyla niyetlerimi ifade etmek ve ardına düştüğüm sonuçları elde etmek için ne yapmam gerektiğindenemin olamam. Benzer bir altüst edici duyguyu yalnızca başka bir ülkeyi ziyaret ettiğimde değil başka birçok durumda da yaşarım. Bir işçi sınıfı ailesinden geldiğimden, zengin, orta sınıftan komşular arasında kendimi rahatsız hissedebilirim. Ya da bir Katolik olarak, boşanmayı ve kürtajı hayatın sıradan olayları olarak kabul eden çok özgürlükçü ve gevşek âdetlere göre yaşayamayacağımın farkına varabilirim. Bu tür deneyimler hakkında düşünmeye zamanım olsaydı, muhtemelen kendimi en çok evimde hissettiğim grubun da özgürlüğümü sınırladığı, özgürlüğümü kendisine bağımlı kıldığı sonucuna varırdım. Özgürlüğümü tam olarak yaşayabildiğim yer bu grubun içidir (demek ki, ben ancak bu grup içinde durumu doğru değerlendirip başkalarının onayladığı ve duruma uygun düşen eylem biçimini seçiyorum). Gelgelelim, benim ait olduğum grubun içindeki eylem koşullarına böylesine uydurulmuş olmam, o grubun dar sınırlarını aşan engin ve çok azı keşfedilmiş, genelde yılgınlık ve korku saçan açık denizlerdeki eylem özgürlüğümü kısıtlar. Kendi tarzıyla ve araçlarıyla beni eğiten grubum özgürlüğümü hayata geçirmemi sağladığı gibi, bu pratiği kendi topraklarıyla sınırlar.
Bu yüzden, içinde yer aldığım grup, özgür olduğum müddetçe hayatımda müphem bir rol oynar. Bir yandan özgür olmamı sağlarken öte yandan özgürlüğümün sınırlarını çizerek beni kısırlar. Hem kabul edilebilir hem de “gerçekçi” türden istekleri bildirerek, bana hu gibi isteklerin peşinden giderken uygun davranış biçimlerini seçmeyi öğreterek ve bana durumu doğru okuma yetisi kazandırarak, dolayısıyla beni tam da gayretlerimin sonuçlarını etkileyen başkalarının eylemleri ve niyetleri doğrultusunda yönlendirerek özgür olmamı sağlar. Aynı zamanda bu grup, özgürlüğümün uygun hiçimde hayata geçirileceği alanı tespit eder. Bütün artılarımı gruba borçlu olduğumdan, kendi grubumun sınırları dışına adımımı atar atmaz ve kendimi farklı isteklerin ileri sürüldüğü, farklı taktiklerin uygun görüldüğü ve başka insanların davranışlarıyla niyetleri arasındaki bağlantıların benim beklentilerime ters düştüğü bir çevrede bulduğumda, grubumdan edindiğim bütün o eşsiz beceriler avantaj olmaktan çıkıp birer ayak bağına dönüşürler.
Gelgelelim, deneyimimi derinlemesine düşünebilirsem ve buna istekliysem, çıkaracağım tek sonuç bu olmayacaktır. Genellikle özgürlüğüm üzerinde böylesine müphem ama aynı zamanda hayati bir rol oynayan bu grubun, özgürce seçtiğim bir grup olmadığı gibi daha şaşırtıcı bir şeyi de keşfedeceğim. Ben böyle bir grubun üyesiyim çünkü onun içinde doğmuşum. Bizatihi özgürlüğümün alanı bir özgür seçim konusu değildir. Beni özgür bir insan yapan ve özgürlüğümün alanını korumayı sürdüren bu grup, ister istemez benim hayatıma (isteklerime, amaçlarıma, yapacağım ve yapmayacağım eylemlerime vb.) hükmeder. O grubun bir üyesi olmak benim özgür seçimim değildi. Tam tersine, bağımlılığımın tezahürüydü. Ben hiçbir zaman Fransız, siyah ya da orta sınıftan olmaya karar vermedim. Kaderimi sükûnetle ve tevekkülle kabul edebilirim ya da onu kısmetim olarak görebilirim; ondan zevk alırım, tutkuyla kucaklarım onu ve onun için ne gerekirse yaparım – her yerde Fransızlığımın reklamını yaparım, siyah olmanın güzelliğinden gurur duyarım ya da hayatımı aklı başında bir orta sınıf üyesinden bekleneceği gibi dikkatli ve temkinli bir biçimde yaşarım. Gelgelelim, eğer grubun bana reva gördüğünü değiştirmek ve başka biri olmak istersem, elimden gelenin en fazlasını yapmam gerekecektir. Değiştirmek, normalde içinde doğduğumuz grubun verdiği eğitime uygun olarak halim selim ve uysal bir biçimde yaşamak için gerekli olandan çok daha fazla çaba, fedakârlık, kararlılık ve dayanıklılık gerektirir. O zaman kendi grubumu, zaferi kazanmak için alt etmem gereken en acımasız düşman olarak karşımda bulacağım. Akıntıyla yüzmenin kolaylığı ile taraf değiştirmenin zorluğu arasındaki fark doğal grubumun omuzlarımda hissettiğim ağırlığının, grubuma bağımlılığımın sırrıdır.
İyisiyle kötüsüyle, ait olduğum gruba borçlu olduğum bütün her şeye daha yakından bakıp bir dökümünü yapacak olursam, karşıma uzun bir liste çıkacaktır. Özet olsun diye listedeki bütün kalemleri dört ana kategoriye ayırabilirim. Birincisi, peşine düşmeye değer amaçlar ile uğruna sıkıntıya girmeye değmeyenler arasında yaptırım ayrımdır. Orta sınıftan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişsem, muhtemelen yükseköğrenim görmek bana uygun, başarılı ve doyurucu bir hayatın vazgeçilmez koşulu gibi gelecektir; ne var ki eğer şansıma işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olmak düşseydi, muhtemelen zorunlu olarak uzun bir eğitim gerektirmeyen, ancak hayatımı kazanmama ve sonra belki de ailemin geçimini sağlamama izin veren bir mesleği hedefleyerek okulu erken yaşlarda terk ötmeyi düşünecektim. Demek ki, “özgür seçim” kapasitemi uygulayacağım maksadı grubumdan ediniyorum. İkincisi, grubumun bana izlemeyi öğrettiği amaç ne ise onu izlerken kullandığım araçlardır. Bu araçlar da grup tarafından sunulur ve bir kere sunulduktan sonra uğraşlarımda faydalanabildiğim “özel sermayem”i -niyetlerimi başkalarına iletmemi sağlayan konuşma ve “beden dili”, kendimi başkalarınınkinden farklı amaçlara vermemi sağlayan yoğunlaşma ve genelde eldeki işe uygun olduğu düşünülen davranış biçimleri- oluştururlar. Üçüncüsü, ilgi kurma kıstası, tamamlamaya uğraştığım proje için ilgili ve ilgisiz kişiler ile şeyler arasında ayrım yapma sanatıdır. Grubum bana yandaşlarımı, ne düşman ne de rakip olanlar kadar, defterden silebileceğim, saygı göstermeye- bileceğim ve küçümseyebileceğim düşmanlarım ya da rakiplerimden ayırmayı öğretir. Sonuncu ama aynı oranda önemli bir nokta da “dünyanın haritası”dır; bu haritada başka insanların haritalarında görünebilir olan, ancak benim haritamda yalnızca boş alanlar olarak temsil edilebilecek şeyler vardır. Böyle bir harita, hayatımda oynayacağı öteki roller yanında, “benim gibi insanlar”a göre izlenecek bir dizi akla yatkın yollar -bir dizi gerçekçi hayat projesi- gösterir. Bütün bunları hesaba katarak söyleyecek olursam, ben grubuma çok şey borçluyum; gün boyu bana yardım eden ve onlardan mahrum kalırsam gündelik işlerimi yürütmekte tam bir acze düşeceğim bütün o bilgileri bana grubum sağlar.
Aslına bakarsak, çoğu durumda ben bütün o bilgilere sahip olduğumun ayırdında olmam. Örneğin, bana başka insanlarla iletişim kurduğum ve onların bana yönelik eylemlerinin anlamını çözdüğüm şifrenin hangisi olduğu sorulsa, her ihtimalde şaşırıp kalırım muhtemelen benden ne istendiğini hiç anlayamam, soruyu kavradığımda ise o şifreyi açıklayamam (tıpkı konuştuğumuz dili yetkinlikle, akıcılıkla ve hiçbir güçlükle karşılaşmadan kullanmakla birlikte, en basit bir gramer kuralını açıklayamadığımız gibi). Ne olursa olsun, günlük görevlerin ve karşıma çıkan sorunların üstesinden gelmem için gerekli bilgi içimde bir yerlerdedir. Bu bilgi, ezberden sayabileceğim kurallar biçiminde olmasa da, bir biçimde emrime amadedir ve dolayısıyla bir dizi pratik beceri olarak onları hayatım; boyunca gün be gün rahatlıkla kullanırım.
Kendimi güvende hissetmem, ve nerede ne yapmam gerektiğini bulmak için uzaklara bakma ihtiyacı duymamam bu bilgi sayesindedir. Eğer bütün bu bilgilere aslında ayrımında bile olmadan sahipsem, bunlarla ilgili çoğu temel kuralı, pek hatırlamadığım çok erken yaşlarda edinmiş olmam sayesindedir. Bundan dolayı, kendi deneyimlerime ya da anılarıma dalarak bu bilgiyi nasıl edindiğime, ilişkin söyleyebileceğim çok az şey vardır. Bu bilginin böylesine kök salması, beni böylesine güçlü bir biçimde kavraması, onu “doğal” bir şey olarak elde bir kabul etmem ve nadiren sorgulama gereği duymam, hep bu başlangıçları unutmam sayesindedir. Günlük hayat bilgisinin aslında nasıl üretildiğini ve sonra nasıl grubun “eline verildiğini” bulmak için, meslekten psikologların ve sosyologların yürüttüğü araştırmaların sonuçlarına bakmam gerekiyor. Sonuçlara baktığımda ise sıklıkla rahatsız edici olduklarını görüyorum. Açık seçik ve doğal görünen ne varsa şimdi, dayanağı birçok grup arasından tek bir grubun otoritesinden başka bir şey olmayan bir inançlar koleksiyonu olarak karşıma çıkıyor.
Grup standartlarının bu şekilde içselleştirilmesini anlamamıza belki de hiç kimse Amerikalı sosyal psikolog George Herbert Mead kadar katkıda bulunmamıştır. Sosyal hayatın asli becerilerini edinme sürecini açıklarken ağırlıkla onun ortaya attığı kavramlar kullanılmaktadır. Bunlar arasında en bilineni, benliğin ikili yapısına, ikiye parçalanışına işaret edenBen ve Beni/Bana kavramlarıdır: Benliğin “Beni/Bana” kısmı, dışsal parçadır (daha doğrusu, kişi tarafından karşılanması gereken talepler ve uyulması gereken kalıplar biçiminde dıştan, onu kuşatan toplumdan gelen bir şey olarak görünen bir parça); öteki parça da, bu dışsal, sosyal istemlerin ve beklentilerin irdelendiği, değerlendirildiği, kayda geçirildiği ve nihayet telaffuz edildiği içsel benlik çekirdeği olan “Ben”dir. Benliğin biçimlenmesinde grubun oynadığı rol “Beni/Bana” parçası aracılığıyla gerçekleştirilir. Çocuklar gözlendiklerini, değerlendirildiklerini, izlendiklerini, belli bir biçimde davranmaya sevk edildiklerini ve gereken biçimden saparlarsa yola sokulacaklarını öğrenirler. Bu deneyim ötekilerin ondan beklentilerinin bir imgesi olarak çocuğun gelişen benliğinde yer eder. Onlar, yani ötekiler, belli ki ve uygunsuz davranış arasında ayrım yapmanın bir yolunu bilmektedirler. Uygun davranışı onaylar, hatalı davranışı da normdan sapma olarak cezalandırırlar. Ödüllendirilen ve cezalandırılan eylemlere ilişkin anılar zamanla kuralın -neyin beklendiği ve neyin beklenmediğinin- bilinç dışı kavranışına, ötekilerin kendi hakkındaki imgesi hakkında benliğin imgesinden başka bir şey olmayan “Beni/Bana”ya dönüşür. Dahası, “ötekiler” bir biçimde çevrede olan herhangi bir öteki değildir. Çocuğun ilişkiye girdiği çok sayıda insan içinden bazıları benlik tarafından önemli ötekiler olarak seçilir; onların başkalarındakilere göre çok ısrarlı ya da güçlü bir biçimde hissedilen ve bu yüzden çok etkili olan değerlendirmeleriyle tepkilerine büyük önem verilir.
Şimdiye kadar söylediklerimizden öğrenim ve eğitim yoluyla benliğin gelişmesinin edilgen bir süreç olduğu, bu işi yalnızca ötekilerin yaptığı, çocuğun talimatlarla doldurulduğu ve sopa ya da havuç yardımıyla ayartıldığı, baskılandığı ve boyunlarını büküp onları izlemeleri için işlendiği gibi yanlış bir sonuç çıkarılabilir. Ne var ki, işin doğrusu bu değildir. Benlik, çocukla çevresi arasındaki bir etkileşim içinde gelişir. Eylemlilik ve girişkenlik etkileşimin iki tarafı için de geçerlidir. Bunun başka türlü olması da zaten pek mümkün değildir. Her çocuğun yapmış olması gereken ilk kebirlerden biri “ötekilerin” kendi aralarında farklılaştıklarıdır. Onlar nadiren aynı fikirde olurlar, birbiriyle çelişen ve aynı anda yerine yel inlemeyecek olan emirler verirler. Birçok durumda, bir emri yerine getirmek ötekini duymazdan gelmekten başka bir anlama gelemez. Çocuğun öğrenmek zorunda olduğu ilk becerilerden biri, direnme ve baskıya dayanma, bir tutum alma, en azından dış güçlere karşı harekete geçme yetisi tarafından desteklenmeksizin neyin elde edilemeyeceğini ayırt etmek ve seçmek olmuştur. Başka bir ifadeyle çocuk, seçmeyi ve kendi eylemlerinin sorumluluğunu almayı öğrenir. Benliğin “Ben” parçası özellikle bu yetileri temsil eder. “Beni/Bana”nın çelişkili ve tutarsız içeriği (çeşitli önemli ötekilerin beklentilerine ilişkin çelişkili işaretler) yüzünden, “Ben” kenarda kalmalı, “Beni/Bana”da içselleştirilmiş dışsal baskılara dışarıdan bakar gibi belli bir mesafede durmalı, onları taramalı, sınıflandırmalı ve değerlendirmelidir. Sonuçta, bu seçimi yapan ve böylelikle süregiden eylemin gerçek, haklı “yaratıcısı” haline gelen “Ben”dir. “Ben” güçlendikçe, çocuğun kişiliği de özerkleşir. “Ben”in gücü, kişinin “Beni/Bana”da içselleştirilmiş sosyal baskıları sınama, gerçek güçlerini ve sınırlarını görme, onlara meydan okuma ve sonuçlarına katlanma yetisinde ve buna hazır oluşunda ifadesini bulur.
“Ben”in “Beni/Bana”dan ayrılmasında (yani, ortaya çıkmakta olan benliğin, önemli ötekilerin taleplerini gözleme, irdeleme ve yönlendirme yetisinde) en hayati işi çocuğun rol oynama etkinliği başarır. Ötekilerin, örneğin annenin ya da babanın rollerini oyun olarak üstlenen ve onların, bizatihi çocuğa karşı olanlar da içinde, davranışlarını taklit eden çocuk, eyleme üstlenilmiş bir rol, yapılabilir ya da yapılmayabilir bir şey olarak bakma sanatını öğrenir; eylem durumun gereğini yapmak anlamına gelir ve durum değiştikçe eylem de değişir. Bu eylemi yapan, gerçek anlamda “Ben” değildir. Çocuk büyüyüp de çeşitli roller hakkında bilgileri biriktikçe, oyun oynarken yaptıklarından farklı olarak öteki rol sahipleriyle işbirliği ve eşgüdüm unsurlarını içine alan oyunları becerebilir. Burada çocuk gerçekten özerk bir benlik için en önemli sanatı, yani ötekilerin eylemine karşılık uygun eylem tarzını seçmeyi ve ötekileri kendi istediğini yapmaya ayartmayı ya da zorlamayı dener. Rol yapma ve oyunlar yoluyla çocuk, dışarıdaki sosyal dünyadan damıtılmış alışkanlıklar ve beceriler yanında o dünyada özgür -özerk ve sorumlu-bir kişi olarak davranma yetisi kazanır. Bu kazanım sürecin» de çocuk hepimizin çok iyi bildiği kendine özgü iki anlamlı tavrı geliştirir; (dışarıdan biri gibi kendi davranışına bakarak, onu överek ya da yererek, onu denetlemeye, gerekirse düzeltmeye çabalayarak) bir benliğe sahip olmak ve (kendi hakkında “Ben aslında neye benziyorum?” ve “Ben kimim?” sorulan sorarak, yer yer başka insanların hayatına dayatmaya çalıştığı bir modele isyan ederek ve “sahici hayat” olduğunu düşündüğü, kendi gerçek kimliğine uyan hayatı yaratma mücadelesine girerek) bir benlik olmak. Ben, önemli ötekilerin bana yaptıkları ya da yapmaya niyet ettikleri yüzünden, yapmayı istediğim şey ile kendimi yapmakla yükümlü hissettiğim şey arasında bir iç çatışma olarak özgürlükle bağımlılık arasındaki çelişkiyi yaşarım.
Önemli ötekiler, çocuğun benliğini hiç yoktan var etmezler; onlar daha çok çocuğun “doğal” (sosyallik öncesi ya da daha doğrusu eğitim öncesi) eğilimleri üzerine kendi imgelerini kazırlar. Bu doğal eğilimler -içgüdüler ya da dürtüler- bütün olarak insan hayatındı da öteki hayvanların hayatlarına göre daha az rol oynamakla birlikte, yine de her yeni doğmuş insan varlığının biyolojik donanımında mevcuttur. Bu içgüdülerin neler olduğu tartışmalı bir konudur. Düşünürlerin bu konudaki fikirleri farklıdır ve görünürde sosyal nedenli olan davranışların çoğunu biyolojik belirleyenlerle açıklama çabasından tutun, insan davranışının sosyal şekillenişinin neredeyse sınırsız potansiyeli olduğu inancına uzanan görüşleri vardır. Yine de, çoğu düşünür bir toplumun kabul edilebilir davranış ölçütlerini belirleme ve zorlama hakkı olduğu iddiasını ve bu iddiaya destek olan argümanı savunacaktır: Sosyal olarak denetlenen bir terbiye kaçınılmazdır çünkü insanların doğal eğilimleri bir arada yaşamalarını imkânsız kılar, hem de kabul edilemeyecek kadar kaba ve tehlikelidir. Çoğu düşünür bazı doğal dürtülerin baskısının özellikle güçlü olduğu ve bu yüzden her insan grubu tarafından şu ya da bu biçimde düzenlenmesi gerektiği fikrine katılır. Cinsellik ve saldırganlık dürtüleri, grupların ancak felaketleri pahasına denetim allına almayı düşünmeyebilecekleri dürtüler olarak adları en sık anılanlardır. Düşünürler, bu gibi dürtüler özgür bırakılacak olursa hiçbir grubun dayanamayacağına, dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle’ imkânsız kılacak kadar şiddetli çatışmalar doğuracağına işaret ederler.
Bize anlatıldığına göre, hayatta kalan bütün gruplar bu gibi dürtülerin tezahürlerini evcilleştirmenin, dizginlemenin, bastırmanın ya da olmazsa denetim altına almanın etkili yollarını bulmalıdır. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, benliğin gelişim sürecinin tamamının ve insan gruplarının sosyal örgütlenmesinin, sosyal olarak tehlikeli içgüdülerin, özellikle saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinin dışavurumlarım kontrol altına alma ihtiyacı ve bu ihtiyaca yönelik pratik çabalar ışığında yorumlanabileceğini ileri sürmüştür. Freud içgüdülerin asla ortadan kaldırılmadıklarını ileri sürer; içgüdüler yok edilemezler ancak “bastırılabilir” ve bilinçaltına sürülebilirler. Onları bu zindanda tutan şey, grup tarafından uygulanan baskıların ve taleplerin içselleştirilmiş bilgisi olan süper egodur. Süperego, Freud tarafından bir benzetme ile, bastırılan içgüdüleri – bilinçaltını- daimi zapturapt altında tutmak için toplumun muzaffer ordusu tarafından “fethedilmiş şehirde bırakılan askeri birlik” olarak anlatılmıştır. Ego bu yüzden iki güç -bilinçaltına itilmiş ancak yine de kudretli ve asi duran içgüdüler ile dürtüleri bilinçaltında tutmak ve kapatıldıkları yerden kaçmalarını engellemek için egoyu bastıran süperego (Mead’in “Beni/Bana”sına yakın)- arasında sürekli askıda durur. Freud’un hipotezini kapsamlı tarihsel araştırmalarda izlemiş olan Alman asıllı Britanyalı sosyolog Norbert Elias, yaşadığımız benlik deneyiminin, özellikle hepimizin maruz kaldığı böyle bir ikili baskıdan doğduğunu öne sürmüştür. Ayrı ayrı benliklerimize karşı daha önce söz ettiğimiz muğlak tutum, iki baskının zıt doğrultularda hareket ederek bizi biçimlendirdiği müphem konumun sonucudur. Bir grup içinde yaşarken, ben, kendimi kontrol etmek zorundayım. Benlik kontrol edilecek bir şeydir ve onu kontrol edecek olan benim…
Bütün toplumların üyelerinin doğal eğilimlerini kontrol altına aldığı ve izin verilebilir etkileşimlerin ufkunu belirlemeye gayret ettiği tartışma götürmez. Tartışmalı olan (bu tam da toplum adına konuşan güçlerin iddia ettiği şey olsa bile) doğuştan gelen özellik- lerin yalnızca marazi ve anti-sosyal yanlarının mı süreç içinde bastırıldığıdır. Bildiğimiz kadarıyla, insanların saldırgan oldukları ve bu yüzden dizginlenip evcilleştirilmeleri gerektiğine ilişkin bağlayıcı kanıtlar yoktur. Doğal saldırganlığın patlaması olarak yorumlana gelen şeyler, genelde duygusuzluk ya da nefretin sonucudurlar; bu ikisi de genetik orijinden çok sosyal orijinlidir. Başka bir ifadeyle grupların üyelerinin davranışını terbiye ve kontrol ettiği doğru olmakla birlikte, buradan zorunlu olarak grupların bu davranışları daha insancıl ve ahlaki hale getirdikleri sonucu çıkmaz. Çıkan tek sonuç, bu işleme, gözleme ve düzeltmenin bir sonucu olarak davranışın, verili sosyal gruplaşma türü tarafından tanınan ve pekiştirilen kalıba daha uygun hale gelmesidir.
“Ben” ve “Beni/Bana” oluşumu, içgüdülerin bastırılması ve sü- peregonun yaratılması süreçlerine sıklıkla sosyalleşme adı verilir. Ben, sosyal baskıları içselleştirme yoluyla bir grup içinde yaşamayı ve davranmaya uygun hale getirildiğim oranda, toplumun izin verdiği biçimde davranma ve böylelikle eylemim için “özgür” ve “sorumlu olma becerisi kazandığım oranda sosyalleşmiş, yani toplum İçinde yaşamaya muktedir bir varlığa dönüşmüş olurum. Dolayısıyla, sözü edilen becerilerin kazanılmasında böylesine hayati bir rol oynayan bu önemli ötekiler, sosyalleştirici failler olarak görülebilirler. Fakat kimdir onlar? Görmüş olduğumuz gibi, benliğin gelişmesinde gerçekten etkin olan kuvvet, zorunlu olarak ötekilerin kendi niyetleri ve beklentileri değil, çocuğun öteki insanların niyetleri ve beklentileri hakkındaki imgesidir, ve çocuk önemli ötekileri seçme işini, görüş alanına giren birçok kişi arasından kendi yapar. Doğru, çocuğun seçme özgürlüğü tam değildir; bir kısım “ötekiler” çocuğun dünyasına başka “ötekilerden” daha etkili bir biçimde girer ve bu seçime müdahale ederler. Gelgelelim, çapraşık maksatlarla davranan ve farklı hayat tarzları sürdüren insan gruplarının oluşturduğu bir dünyada büyüse de, çocuk seçim yapmaktan pek kaçamaz; eğer ötekilerin talepleri çelişkili ve aynı zamanda karşılanamaz nitelikte ise bunlardan bazılarına ötekilere göre daha çok dikkat edilmeli ve daha çok önem verilmelidir.
Farklılık gözeterek önem (anlam) verme ihtiyacı, çocuğun dünyası ile sınırlı değildir. Sen ve ben bu ihtiyacı hemen her gün yaşarız. Gün be gün ben, hepsi de aynı zamanda bir şeyler yapmamı isteyen ailemin, arkadaşlarımın ya da patronlarımın talepleri arasında seçimler yapmak durumunda kalırım. Sevdiğim ve saydığım bazı arkadaşları, aynı duygular beslediğim başka, ötekileri hoşnut etmek için kırmak zorunda kalırım. Ne zaman politik görüşlerimi açıklasam, gayet iyi biliyorum ki, tanıdığım ve özen gösterdiğim, bazı insanlar görüşlerimden hoşlanmayacaklar ve bunları ifade ettiğim için bana diş bileyeceklerdir. Seçimlerimin bu gibi tatsız sonuçlarını savuşturmak için yapabileceğim fazla şey yoktur. Anlam’ atfetmek kaçınılmaz olarak anlamsızlık atfetmektir; bir kısım insanı önemli görüp seçmek, zorunlu olarak başka birilerinin önemsiz: ya da en azından daha az önemli olduklarını ilan etmektir. Bu, çoğu zaman birilerinin nefretini üzerine çekme tehlikesi demektir. Yaşadığım çevre heterojen, yani çatışmalı, ayrı idealleri ve hayat tarzları olan gruplara parçalanmış olduğu oranda bu tehlike büyür.
Böyle bir çevrede önemli ötekileri seçmek, birçok grup arasından bir grubu benim referans grubum, davranışımı kendisine bakarak ölçtüğüm, hayatımın bütünü ya da hayatımın özel bir yönü için ölçüt aldığım bir grup olarak seçmek anlamına gelir. Seçtiğim referans grubu hakkında bildiklerimden yola çıkarak kendi davranışlarımı değerlendirecek, davranışlarımın anlamı ve niteliği hakkında sonuçlar çıkaracağım. Bu bilgi sayesinde, yaptığımın doğru olduğuna ilişkin rahatlatıcı bir duyguya ya da eylemimin grubun- kinden farklı olduğuna ilişkin tatsız bir farkındalığa varacağım. Konuşma biçimimle, kullandığım sözcüklerle, giyinme tarzımla referans grubu örneğini izlemeye çalışacağım. Bu gruptan cüretkâr ya da başıma buyruk olup olamayacağımı, olursam hangi koşullarda olacağımı ve ortak kıstaslara ne zaman sessizce boyun eğeceğimi öğreneceğim. Referans grubum hakkındaki imgemden, dikkat edilmeye değer ve bana yakışmayan şeylere ilişkin dersler çıkaracağım. Bütün bu yapacaklarımı, sanki referans grubumun onayını almaya çalışıyormuşum gibi; sanki onun bir üyesi, “onlardan biri” olarak kabul görmek, onu hayat tarzımdan hoşnut bırakmayı arzularmışım gibi; sanki referans grubumun beni yola getirmek ya da kuralı çiğnememin bedelini ödetmek için uygulayabileceği sert önlemlerden sakınmaya çalışıyormuşum gibi yapacağım.
Ne var ki, referans grubunu davranışımı şekillendirmede böylesine yetkin bir fail yapan şey, genel olarak benim seçimim, çözümlemelerim, sonuçlarım ve eylemlerimdir. Gruplara gelince, onlar çoğu kez umursamaz bir biçimde onların hayat tarzı olduğunu düşündüğüm şeyi taklit etmekteki ve onların kıstasları olduğunu düşündüğüm şeyi uygulamaktaki özenimin ve gayretimin ayrımında değildir. Elbette, grupların bazılarına haklı olarak normatif referans grupları adı verilebilir; çünkü onlar, en azından zaman zaman, davranışlarım için geçerli olacak normları koyarlar, benim ne yaptığımı gözlerler ve bundan dolayı eylemlerimi, ödüllendirmek ya da cezalandırmak, olumlamak ya da düzeltmek suretiyle “normatif Olarak etkileyecek” bir konumdadırlar. Bu gruplar arasında özellikle ağırlıklı olan, vaktimin büyük bir bölümünü aralarında geçirdiğim aile ve arkadaşlar, öğretmenlerim, işyerindeki üstlerim, sık sık karşılaşmaktan kaçınamayacağım ve kolaylıkla kendilerinden saklanamayacağını komşularımdır. Gelgelelim, benim eylemlerime tepki veren bir konumda bulunmaları, onları otomatik olarak benim referans grubum yapmaz. Ancak ben seçersem, onlara önem vererek ilgilerine karşılık verdiğimde, onların muhafızlığına kayıtsız kalmadığımda böyle olurlar. Her şeye rağmen, kendi felaketim pahasına da olsa, onların baskılarına itibar etmeyebilir ve mahkûm etlikleri kıstaslara göre davranmayı seçebilirim. Örneğin, komşularımın ön bahçelerin düzenlenmesine ya da eve ne tür insanların alınabileceği ve günün hangi saatlerinde alınabileceğine ilişkin fikirlerine bilerek kulaklarımı tıkayabilirim. Yine, aşırı titiz çalışmama arkadaşlarımın duyduğu tepkiye ve onların iş göreve geldi mi boş verme yönündeki tercihlerine meydan okuyabilirim. Grup tarafındım derin bir bağlılık ve tutku istendiğinde “duymamazlıktan gelebilirim”. Normatif etki gösterebilmeleri için, normatif referans grupları da olsalar, onlara benim referans gruplarım olarak bakmaya ve şu ya da bu nedenle baskılarına direnmekten geri durmaya, taleplerine boyun eğmeye razı olmam gerekir.
Kararın bana kaldığı karşılaştırmalı referans grupları –sanki menzilleri dışında kaldığım için üyesi olmadığım gruplar- örneğinde apaçık ortadadır. Ben karşılaştırmalı grupları onlar tarafından görülmeksizin görürüm. Verilen anlam bu örnekte tek yanlıdır; onlar benim varoluşuma hiç dikkat etmezken, ben onların eylemlerini ve kıstaslarını önemli bulurum. Aramızdaki uzaklıktan dolayı onlar genellikle benim eylemlerimi izleme ve değerlendirme yetisinden fiziksel olarak yoksundurlar; bu nedenle sapma gösterdiğimde beni cezalandıramayacakları gibi uyum gösterdiğimde de ödüllendiremezler. Özellikle kitle iletişim araçları ve televizyon sayesinde hepimiz farklı hayat biçimleri hakkında giderek daha fazla bilgi akışına maruz kaldığımızdan, her şey çağdaş benliklerin biçimlenmesinde karşılaştırmalı referans gruplarının artan rolüne işaret etmektedir. Kitlesel medya günün hâkim modasını ve en son üslupları muazzam bir hızla bize ve dünyanın en ücra köşelerine ulaştırır. Aynı şekilde, bu medya görsel olarak erişilebilir kıldığı kalıplar üzerinde otoritesini de kurar; kuşkusuz medyada gösterilmeye değer bulunan ve dünyanın her tarafında milyonlarca insan tarafından seyredilecek olan hayat tarzları, dikkate alınmaya ve eğer mümkünse taklit edilmeye değer tarzlardır…
Şimdiye kadar yürüttüğüm tartışmanın, sosyalleşme sürecinin çocukluk deneyimiyle sınırlı olmadığına ilişkin doğru bir izlenim verdiğine inanıyorum. Aslında bu sürecin bir sonu yoktur; her zaman özgürlükle bağımlılığı birbirleriyle karmaşık bir etkileşime sokan bu sosyalleşme hayat boyu sürer. Sosyologlar çocuklukta asli sosyal becerilerin içselleştirilmesinden hayatın daha sonraki bölümünde meydana gelen sürekli benlik dönüşümlerini ayırmak için bazen ikincil sosyalleşme terimini kullanırlar. Dikkatlerini ilk, yani birincil sosyalleşmenin yetersizliği ya da eksikliğinin çarpıcı bir biçimde acze dönüşerek açığa çıktığı durumlarda yoğunlaştırırlar: Örneğin bir kişi yabancı âdetleri ve bilmediği dilleri olan uzak bir ülkeye göçer ve bu yüzden yalnızca yeni beceriler edinmesi değil artık bir engel oluşturan eskilerini unutması da gerekir; ya da ücra bir taşra kasabasında yetişmiş biri büyük bir şehre taşınır ve yoğun trafik, çılgın kalabalık içinde, gelip geçenlerin ve komşuların umursamazlığı karşısında kendini kaybolmuş ve çaresiz hisseder. Bu tür radikal değişikliklerin muhtemelen yoğun bir endişeye, aslında sinirsel çöküntüye ve hatta akıl hastalığına neden olacağı öne sürülmektedir. Yine aynı çarpıcı sonuçları olan bir ikincil sosyalleşme durumunun, bireyin taşınması yerine dış sosyal koşulların değişmesiyle de ortaya çıkabileceğine işaret edilir. Ani bir ekonomik çöküntü, kitlesel işten çıkarmaların başlaması, savaş patlaması, şaha kalkmış bir enflasyon karşısında bütün birikimlerin eriyip yok olması, bir yardım hakkının geri alınması yoluyla güvenliğin kaybolması ya da tersine iyileşme yönünde bolluğun ve fırsatların aniden artması, yeni ve şimdiye kadar düşünülmemiş fırsat kapılarının açılması; tüm bunlar böylesi durumlara örnek teşkil ederler. Bunların hepsi önceki sosyalleşmenin kazanımlarını “geçersizleştirir” ve kişinin davranışında artık yeni beceriler ile yeni bilgiler isteyen radikal bir yeniden yapılanmayı gerekli kılar.
Verdiğimiz örneklerin ikisi de, ikincil sosyalleşmenin getirdiği sorunları gözümüzün önünde canlandırmamıza yardım eder çünkü bunlar kendi türlerinin en çarpıcı ve en kuvvetli örnekleridir. Daha az çarpıcı biçimlerde olsa da, her birimiz neredeyse her gün ikincil sosyalleşme sorunlarıyla karşılaşırız; en bariz olarak bunu okul değiştirdiğimizde, üniversiteye gittiğimizde ya da üniversiteden ayrıldığımızda, yeni bir işe girdiğimizde, bekârlıktan evliliğe adım attığımızda, kendimize yeni bir ev satın aldığımızda, taşındığımızda, ana baba olduğumuzda, yaşlı bir emekliye dönüştüğümüzde vb. yaşarız. Belki en iyisi sosyalleşmeyi iki ayrı sürece ayırmak yerine bitimsiz bir süreç olarak düşünmektir. Özgürlük ile bağımlılığın diyalektiği doğumla başlar ve ancak ölümle sona erer.
Gelgelelim, bu sonu gelmez diyalektik ilişkide iki partner arasındaki denge değişir.
Çocukluğun erken döneminde, kişinin bağımlı olduğu grubu seçme özgürlüğü, eğer varsa bile, çok azdır. Belli bir aile, çevre, yöre, sınıf ya da ülke içinde doğarız. Sorgusuz sualsiz belli bir ulusun ya da sosyal olarak kabul edilmiş iki cinsiyetten birinin üyeliğini üstleniriz. Yaş ilerledikçe, yani artan eylem becerileri ve kaynakları toplamına sahip oldukça, tercih şansı genişler; bazı bağımlılıklara belki meydan okunup onlar reddedilirken, ötekiler gönüllü olarak istenip benimsenecektir. Ne olursa olsun özgürlük hiçbir zaman tam olmayacaktır. Hepimizin kendi geçmiş eylemlerimiz tarafından belirlenmeye açık olduğumuzu hatırlayalım; bu eylemler yüzünden, her an kendimizi, değişimin bedelleri çok ağır ve can sıkıcı iken, belli seçim şanslarının ne kadar çekici olursa olsun erişilmez olduğu bir durumda bulabiliriz. Unutamayacağımız kadar fazla sayıda alışkanlıklar olduğu gibi, “öğrenmiş olmaktan kurtulamayacağımız” çok şey de vardır. Erken bir aşamada edinilebilir beceriler ve kaynaklar o zaman ihmal edilmiştir ve şimdi bu kaybolan fırsatı yeniden ele geçirmek için çok geçtir. Genel olarak belli bir yaştan sonra “yeni bir atılım”ın uygulanabilirliğini ve ihtimalini çok uzak görürüz.
Bütün insanlar için bu denge de aynı değildir. Mevcut kaynakların, seçimi geçerli ve gerçekçi bir önerme kılmakta oynadığı rolü hatırlayalım.
Yine başlangıçtaki sosyal konumlanışın o kişinin daha sonraki hayat projeleri ve izlenecek kadar çekici bulduğu amaçları için koyduğu “sınırları” da hatırlayalım. Bütün insanların özgür olduklarını ve özgür olmaktan başka çarelerinin olmadığını (yani yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeye mecbur olduklarını) ama belli bazılarının ötekilerden daha özgür olduğunu anlamak için bir iki unsurun rolünü düşünmek yeter: Bu ikinci grubun sınırları (seçim ufukları) daha geniştir ve bir kere yürütmeyi istedikleri hayat projeleri hakkında karara vardıklarında böyle bir proje için gerekli’ kaynakların (para, bağlantılar, eğitim, anlaşmış konuşma alışkanlıkları vb.) çoğuna sahip olurlar; arzulamakta, arzularını hayata geçirmekte ve istedikleri sonuçları yaratmakta ötekilere göre daha özgürdürler.
Özgürlük ile bağımlılık arasındaki oranın, bir kişinin ya da belli kişilerden oluşmuş bütün bir kategorinin toplumda işgal ettiği göreli konumun göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Yakından bakıldığında görülüyor ki ayrıcalıklı dediğimiz kimselerin özgürlüğü daha çok, bağımlılığı daha azdır. Ayrıcalıksız adını alanlar için ise tersi doğrudur.
ZYGMUNT BAUMAN,
Sosyolojik Düşünmek
Çeviri : Abdullah Yılmaz
Ayrıntı Yayınları