Tom Amca’nın Kulübesi veya Ezilenlerin Hayatı – Harriet Beecher Stowe
Tom Amca’nın Kulübesi, yayımlandıktan kısa süre sonra ABD’de ve birçok ülkede kölelik karşıtı mücadelenin manifestosu haline gelen unutulmaz bir başyapıt.
Uzun yıllardır hizmet ettiği iyiliksever ailenin yaşadığı ekonomik buhran sonucunda bir köle tacirine satılan Tom Amca, firar etmek yerine kaderine razı olur ve kölelerin birer mal gibi alınıp satıldığı, türlü ayrımcılıklara ve zulümlere uğradıkları ABD eyaletlerinde uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkar. Firar eden kölelerin sahiplerinin kölelerin peşine silahlı çeteler taktığı, köle pazarlarının ulu orta kurulduğu ABD eyaletlerinde dayanılmaz acılara sessizce katlanarak seyahat eden Tom Amca, bütün köleler adına çarmıha gerilmiş bir İsa figürüne dönüşür. Harriet Beecher Stowe’un İç Savaş öncesinde ABD’deki ırksal ayrımcılık ve kölelik uygulamalarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği Tom Amca’nın Kulübesi hiç unutulmayacak bir insanlık dramının belgesi.
“Demek şu büyük savaşı başlatan kitabı yazan hanımefendi sizsiniz!”
ABRAHAM LINCOLN
İsmail Ferhat Çekem çevirisi,
Barış Özkul’un önsözü,
Yazar ve dönem kronolojisi,
Kitaba dair görsellerle.
OKUMA PARÇASI
BİRİNCİ BÖLÜM
Okuyucu İnsancıl Biriyle
Tanıştırılıyor
Soğuk bir şubat günü, vakit öğleden sonrayı epey geçmişken, Kentucky’deki P— kasabasında bir evin iyi döşenmiş yemek odasında
iki beyefendi baş başa oturmuş, şaraplarını yudumluyordu. Uşaklar çekilmiş, beyefendileri yalnız bırakmıştı; sandalyelerini iyice
birbirine yaklaştıran bu beyefendiler, büyük bir ciddiyetle bir konuyu tartışıyor gibiydi.
Şimdiye kadar, başka nasıl tarif edeceğimizi bilemediğimizden,
iki beyefendi diye bahsettik bu insanlardan. Bir tanesi, tarafsız bir
gözle incelendiğinde, doğrusunu söylemek gerekirse tam da beyefendi gibi durmuyordu. Kısa boylu, tıknaz, görünüşü kaba saba ve sıradan, daha iyi yerlere gelebilmek için aradan sıyrılmaya
çalışan düşük insanlara mahsus o yapmacık özgüvenle gezen biriydi. Giyiminde, böyle bir ortam için, aşırıya kaçmıştı; süslü püslü rengârenk bir yelek, bıraktığı genel intibayla pek uyumlu gösterişli kravatıyla birlikte kullandığı, parlak sarı puanlarla bezeli mavi fular. Büyük ve kaba ellerinin parmakları yüzüklerle doluydu;
altından, ağır bir saat kösteği taşıyordu, kösteğin halkaları dikkat
çekecek kadar büyüktü ve çok farklı renklerdeydi, konuşma hararetlendiğinde kösteği sallayıp şıkırdatmayı alışkanlık haline getirmişti, bundan keyif aldığı belliydi. Dilbilgisi kurallarına1
hiç dik-
1 Orijinal metinde “Murray’s Grammar” ifadesi geçmekte ve bununla Amerikalı dilbilimci Lindley Murray’nin kitabına gönderme yapılmaktadır – ç.n.
kat etmeden, aklına geldiği gibi konuşuyor, konuşmasını kafasına estikçe bir sürü ayıp lafla dolduruyordu; her şeyi açıklıkla, bütün ayrıntısıyla anlatmak istemekle birlikte bu lafları buraya taşıyacak değiliz.
Mr. Shelby, bu beyefendinin sohbet arkadaşı, dışarıdan bakıldığında bir beyefendi gibi duruyordu; evin düzeni ve bakımlılığı, ev sahibinin rahat şartlarda, hatta bolluk içinde yaşadığına işaret ediyordu. Daha önce belirttiğimiz gibi, ikisi ciddi bir sohbete
dalmıştı.
“Meseleyi böyle halletmem lazım,” dedi Mr. Shelby.
“Böyle ticaret yapamam, kesinlikle olmaz, Mr. Shelby,” dedi diğeri, kadehini göz hizasına kaldırıp ışığa doğru tuttu.
“Niye öyle diyorsun, Haley? İşin aslı, Tom sıradan bir adam değil; o parayı her yerde hak eder – düzenli, dürüst, becerikli; bütün
çiftliğimi tıkır tıkır yönetiyor.”
“Zenciler ne kadar dürüst olabilirse o kadar dürüst diyorsun yani,” dedi Haley ve kendine bir kadeh konyak doldurdu.
“Hayır; Tom gerçekten iyi, düzenli, makul, dini bütün bir adam.
Dört yıl önce, bir kamp toplantısında2
dine döndü; gerçekten döndüğüne de inanıyorum. Sahip olduğum her şeyi –para, ev, atlar–
o günden bu yana ona emanet ettim ve çiftlik dışındaki işlerde de
onu kullandım, gidip gelmesine müsaade ettim; yaptığı işte doğru
ve dürüst olduğunu hep gördüm.”
“Dini bütün zenci diye bir şey olmayacağına inananlar da var
Shelby,” dedi Haley, konuşurken samimiyetle, hafifçe savurdu elini, “ama ben inanıyorum. Bu yıl Orleans’a götürdüğüm son partide
biri vardı – o kölenin dua ettiğini duymak, gerçekten, kamp toplantısına gitmek kadar iyiydi; pek kibardı ve gelecek vaat ediyordu. Bana iyi para da kazandırdı, çünkü onu, satmaya mecbur kalmış birinden, ucuza aldım ve satarken altı yüz kârım oldu. Evet,
bir zencinin inançlı olmasının onun değerini arttırdığını düşünürüm; tabii gerçekten inanıyorsa ve başka bir kusuru yoksa.”
“Tom tabii ki gerçekten inanıyor, başka hiçbir zenci onun kadar
inançlı değildir,” diye tekrar söze girdi Shelby. “Bunu niye mi söylüyorum? Geçtiğimiz sonbahar bir işimi halletmesi, karşılığında
2 Açık havada ya da çadırda yapılan dinî toplantılar – ç.n.
da beş yüz dolarımı alıp getirmesi için Cincinatti’ye yalnız gitmesine izin verdim. ‘Tom,’ dedim, ‘sana güveniyorum, çünkü sen bir
Hıristiyansın, beni aldatmazsın.’ Elbette, Tom geri geldi; geleceğini biliyordum. Bazı adi herifler ona, ‘Tom, niye Kanada’ya kaçmıyorsun?’ demiş, o da, ‘Efendi bana güvendi, yapamam,’ demiş; kulağıma geldi bunlar. Tom’dan ayrıldığıma çok üzüldüğümü söylemeliyim. Borcun tamamını Tom’la kapatmama müsaade etmelisin;
Haley, biraz vicdanın varsa bunu yaparsın.”
“Yani, ticarette ne kadar vicdanlı olunabilirse ben de o kadar
vicdanlıyım – bilirsin işte, birazcık, yemin etsem başım ağrımayacak kadar,” dedi tacir, şakayla karışık, “dostlarımı mutlu edebilmek için makul olan ne varsa yapmaya da hazırım; ama bu yıl, görüyorsun işte, biraz zorladı beni, her zamankinden zor geçti benim için.” Tacir düşünceli düşünceli iç çekti ve kadehine biraz daha konyak doldurdu.
“Peki o zaman Haley, senin aklında nasıl bir alışveriş var?” dedi
Mr. Shelby, huzursuz bir sessizliğin ardından.
“Ne bileyim, Tom’la birlikte verebileceğin bir erkek ya da kız çocuk da mı yok?”
“Hmm! Rahatlıkla gözden çıkarabileceğim kimse yok; doğrusunu söylemek gerekirse, çok ama çok mecbur kaldığım için satmaya razı oldum. Yardımcılarımı elden çıkarmayı sevmem, bunu herkes bilir.”
Tam bu sırada kapı açıldı ve odaya küçük bir erkek çocuk, dörtbeş yaşlarında bir quadroon,
3
girdi. Dikkat çekecek ölçüde güzeldi,
kendisine baktırıyordu. Sanki saf ipekten, ince, siyah saçları bukle
bukle kıvrılmış, yuvarlak ve gamzeli yüzünü çevreliyor; alev alev
yanarken yumuşacık bakabilen bir çift kara göz, dolgun ve uzun
kirpiklerin arasından merakla etrafı inceliyordu. Koyu kahverengi
teninin güzelliğini ön plana çıkartmak için tam da onun ölçülerine göre biçilip dikildiği belli olan kızıl, yeşil kareli parlak elbisesi,
o kendinden emin ama utangaçlığını da gizleyemeyen, biraz da komik kaçan havası, çocuğun sahibi tarafından sevilmeye, fark edilmeye yabancı olmadığını gösteriyordu.
3 Annesi ya da babasından biri melez, diğeri siyah olanlara verilen isim – ç.n.
“Hey, Jim Crow!”4
dedi Mr. Shelby; çocuğu ıslığıyla çağırdı, bir
avuç kuru üzümü ona doğru attı ve, “Hemen al onları!” diye çıkıştı.
Çocuk o küçük vücudunun olanca kuvvetiyle hemen ödülünün
peşinden gitti, sahibi ise olan bitene gülüyordu.
“Gel buraya, Jim Crow,” dedi sahibi. Çocuk hemen geldi; sahibi
çocuğun kıvırcık kafasını sevdi, çenesini okşadı.
“Şimdi, Jim, bu beyefendiye nasıl dans ettiğini ve şarkı söylediğini
göster bakalım.” Çocuk, dolgun ve berrak bir sesle zenciler arasında
çok bilinen o yabani, acayip şarkılardan birisini söylemeye başladı;
elleri, ayakları, tüm vücudu, yabancılık çekmeden yaptığı komik hareketlerle ve müziğin ritmini hiç kaçırmadan sesine eşlik ediyordu.
“Bravo!” dedi Haley ve çocuğa iki-üç dilim portakal attı.
“Peki, Jim, ihtiyar Cudjoe Amca romatizması tuttuğunda nasıl
yürür?” dedi sahibi.
O kıvrak eklemler bir anda şekil değiştirdi ve çocuk, eli kolu
çarpılmış, eğilip bükülmüş, sırtı kamburlaşmış ihtiyar bir adama
dönüştü; çocuksu yüzünü buruşturup kederli bir ifade takındı ve
sahibinin bastonunu elinde tutup odanın içinde topallayarak yürümeye, sağa sola tükürür gibi yapmaya başladı.
Her iki beyefendi de kahkahalarla güldü.
“Şimdi, Jim,” dedi sahibi, “İhtiyar Robbins’in nasıl ilahi okuduğunu bize göster bakalım.” Çocuk o toparlak suratını düşürdü, çenesini boynuna doğru biraz da zorlanarak çekti, burnundan derin
bir nefes aldı ve ilahinin tonunu yakalamak için ağırbaşlı bir edayla ses vermeye başladı.
“Vay! Bravo! Bu velet çok iyi bir parça!” dedi Haley. “Bu çocukta bir şey var, seni temin ederim. Bak ne diyeceğim,” diye devam
etti ve elini bir anda Mr. Shelby’nin omuzuna attı: “Bu çocuğu ver,
ben de hesabını kapatayım, söz. Haydi ama, yapılacak en doğru iş
bu değilse nedir!”
Mr. Haley bunu söylediği anda kapı yavaşça açıldı ve içeriye yirmi beşinde görünen genç bir quadroon kadın girdi.
Kadının bu çocuğun annesi olduğunu anlamak için çocuğa ve
kadına bir kez bakmak yeterliydi. Aynı yoğun, hacimli, siyah gözler, uzun kirpikler, aynı dalgalı, ipeksi, siyah saçlar kadında da
4 Siyahlara yönelik aşağılayıcı bir hitap biçimi – ç.n.
vardı. Teninin kahverengiliği yanaklarındaki pembeliği gizleyemedi, odadaki yabancının cüretkâr ve saklamaya gerek duymadığı
bir hayranlıkla gözlerini kendisine diktiğini görünce yanakları daha da al al oldu kadının. Zarif endamını ön plana çıkaran elbisesi
vücuduna daha iyi oturamazdı; narin eli, biçimli ayağı ve ayak bileği, sergiye çıkmış iyi bir dişi malın vasıflarını bir çırpıda anlamaya alışmış tacirin keskin gözlerinden kaçmadı.
Eliza bir anda durup tereddütle ona bakınca, “Ne vardı, Eliza?”
diye sordu sahibi.
“Müsaadeniz olursa Harry’ye bakacaktım,” dedi Eliza; Harry de
annesine doğru gitti, bir yandan da elbisesinin ceplerine doldurduğu ganimetlerini kadına gösteriyordu.
“Tamam, götür o halde,” dedi Mr. Shelby. Eliza çocuğu tek koluyla kucakladı ve telaşla odadan çıktı.
“Jüpiter aşkına,” dedi tacir ve hayranlık içinde Mr. Shelby’e döndü, “tam da satılacak bir mal! Bu kadını Orleans’ta sattığın anda
servet kazanırsın. Eli yüzü bu kadar düzgün olmayanlara bile bin
dolardan fazla ödendiğini görmüşlüğüm vardır,” diye sözlerine devam etti.
“Servetimi onu satarak kazanmak istemiyorum,” dedi Mr. Shelby, keyifsizce; sohbeti değiştirme çabasıyla yeni bir şişe şarap açtı
ve arkadaşına şarap hakkında ne düşündüğünü sordu.
“Kusursuz, bayım, birinci kalite!” diye yanıtladı tacir; sonra arkadaşına döndü, elini dostça Shelby’nin omzuna koydu ve ekledi: “Gel bakalım, bu kadını ne karşılığında satarsın? Onun için ne
önereyim, sen neyi kabul edersin?”
“Mr. Haley, o satılık değil,” dedi Shelby. “Ağırlığınca altın verseler karım ondan ayrılmaz.”
“Aman, aman! Kadınlar her zaman böyle laflar ederler, çünkü
hesap kitap yapmayı hiç beceremezler. Ağırlığınca altınla ne kadar
çok saat, kılık kıyafet, incik boncuk alabileceğini bir gösterdin mi,
bence, fikirleri değişir.”
Shelby, kararlı bir biçimde, “Bak Haley, bu konu açılmamalı; hayır dediysem hayır,” dedi.
“Peki, çocuğu almama izin vereceksin o halde,” dedi tacir; “çok
iyi bir teklifle geldiğimi kabul etmelisin.”
“Bu çocukla ne yapacaksın ki?” diye sordu Shelby.
“Ne mi yapacağım, seninle aynı işi yapmak isteyen bir arkadaşıma satacağım; arkadaşım yetenekli erkek çocukları alıp yetiştirecek ve sonra da pazara çıkaracak. Sadece fiyatı yüksek mallarla uğraşacak: Yetenekli çocukları parasını ödeyebilecek zenginlere
garsonluk, hizmetkârlık yapsınlar diye satacak. Bu çocuk borcunu
büyük ölçüde kapatır – kapıyı açacak, emir bekleyecek ve hizmet
edecek, gerçekten yetenekli bir erkek çocuk. Bunlar iyi para ediyor; hele bu küçük şeytan komikliğiyle, müziğe kabiliyetiyle tam
da ihtiyaç duyulan mal!”
“Çocuğu satmasam daha iyi,” dedi Mr. Shelby, düşünceli bir biçimde; “işin aslı, bayım, ben insancıl biriyim ve bu çocuğu annesinden ayırmayı hiç istemem.”
“İstemezsiniz, öyle mi? Peki! İnsancıllık biraz doğamızda var.
Kesinlikle anlıyorum. Kadınlarla geçinmek bazen muazzam ölçülerde keyifsiz bir iştir; onların cırlamalarını, bağırmalarını duymaktan da hep nefret etmişimdir. Kadınlar muazzam ölçülerde nahoştur; ama ben, işimi yönetirken onlardan genellikle uzak dururum, bayım. Peki, bu kızı bir günlüğüne ya da bir haftalığına evden
uzaklaştırsanız, işimizi sessizce, o tekrar eve dönmeden halletsek
nasıl olur? Karınız da onun gönlünü yapmak için birkaç küpe, yeni bir elbise ya da benzer şeyler alıverir.”
“Maalesef olmaz.”
“Tanrı sizi korusun, tabii ki olur! Bu mahluklar beyazlara benzemez, biliyorsunuz; atlatırlar her şeyi, yeter ki düzgün idare edilsinler. Şimdi, diyorlar ki,” dedi Haley, samimi ve güven veren bir
havaya bürünerek, “bu köle ticareti insanı duygusuzlaştırıyormuş;
fakat ben hiç öyle hissetmedim. İşin aslı şu ki, işimi hiçbir zaman
bazılarının yaptığı gibi idare edemedim. Çocuğu kadının kucağından çekip aldıklarını, hemen satmaya hazırladıklarını, kadının deliler gibi, dur durak bilmeden, çığlık çığlığa bağırdığını gördüm;
bu çok kötü bir yöntem, mala zarar verir, bazen tam anlamıyla hizmet veremeyecek hale getirir. Bir zamanlar gerçekten yetenekli bir
kız tanımıştım, Orleans’taydı, bu şekilde muamele edildiği için tamamen heba oldu. Kızı almaya çalışan adam bebeğini istemedi; kız
da tam kaliteli cinstendi, hele ki kızgın olduğunda. Çocuğu kuca-
ğında sıkı sıkı sardı, söylendi de söylendi, çocuğu elinden alınınca da gerçekten fenalaştı. Düşündükçe kanım çekiliyor neredeyse; çocuğu sürükleyip götürdüler, kadını kilit altına aldılar; kadın çılgına döndü ve haftasına öldü. Tam bir israf, bayım, bin dolarlık israf; tek sebebi de durumu iyi idare edememeleri, başka bir
şey değil. İnsancıl olanı yapmak her zaman en iyisidir, bayım; böyle olması gerektiğini ben tecrübe ettim.” Tacir, bunları söyledikten
sonra sandalyesinde geriye doğru yaslandı, erdemli bir karar vermiş edasıyla kollarını kavuşturdu; kendisini ikinci bir Wilberforce5
zannettiği belliydi.
Bu konu taciri derinden etkilemiş gibiydi; Mr. Shelby düşünceli bir biçimde portakalını soymakla meşgulken Haley yeniden lafa girdi; çekingenliğini koruyordu ama sanki, söylediğinin doğruluğuna gerçekten inandığından, birkaç kelime daha etmek zorunda hissediyordu kendini.
“İnsanın kendisini övmesi, tabii, yakışık almaz; fakat sadece
doğrusu bu olduğu için söylüyorum. Zenci sürüleri mezata çıkarıldığında en kaliteli köleleri benim getirmiş olacağıma güvenilir;
en azından şimdiye kadar böyle olduğu söylenmiştir bana. Yüzlerce kez yaptım bu işi; her defasında sağlığı yerinde, iyi bakılmış,
iş görür durumdaki malları getirdim; bu işte en az köle kaybeden
adam benim. Bunun tek sebebi de benim köleleri nasıl idare ettiğim, bayım; ve diyebilirim ki, bayım, insaniyet benim idare tarzımın temel direğidir.”
Mr. Shelby ne diyeceğini bilemedi, öyle olunca, “Tabii ki!” dedi.
“Tabii, benim görüşlerime güldüler, bayım, beni ikna etmeye
de çalıştılar. Bu görüşler revaçta değil, başka yerde de kolay kolay
rastlamazsınız; ama ben bunlara bağlı kaldım, bayım; ben bunlara
bağlı kaldım ve sayelerinde iyi kâr ettim; evet, bayım, yol masraflarını çıkardılar diyebilirim,” dedi ve kendi şakasına güldü.
İnsaniyetin bu şekilde izah edilmesinde öyle merak uyandırıcı
ve öyle özgün bir yan vardı ki, Mr. Shelby tacire eşlik edip gülmekten kendini alamadı. Belki siz de gülüyorsunuz, sevgili okuyucu;
ama bilirsiniz ki bugünlerde insaniyet pek çok garip biçimde kar
5 William Wilberforce (24 Ağustos 1759-29 Temmuz 1833): Köle ticaretinin kaldırılmasına öncülük eden Britanyalı politikacı – ç.n.
şımıza çıkabilmektedir ve insancıl kimselerin söyleyebileceği, yapabileceği garip şeylerin de sonu yoktur.
Mr. Shelby’nin de gülmesi taciri cesaretlendirdi.
“Garip tabii, ama o kadar uğraşmama rağmen bunu insanların
kafasına asla sokamadım. Tom Loker diye biri vardı, buranın güneyinde Natchez’de,6
eskiden bir ortaklığımız olmuştu; akıllı biriydi Tom, fakat zencileri gördü mü tam şeytan olurdu; bu onun
prensibiydi, karşısında kendisinden daha iyi kalpli biri olsa bile
yardım etmezdi ona; bu onun sistemiydi, bayım. Tom’la hep konuşurdum. ‘Elindeki köle kadınlar içlenip ağladığında kafalarına vurup tartaklamanın ne âlemi var? Çok saçma ve hiçbir işe de
yaramaz,’ derdim. ‘Ağlamalarının hiçbir mahsuru yok ki; doğaları böyle, ya öyle ya böyle rahatlamaları gerekiyor. Üstelik, Tom,’
derdim, ‘dövünce onlara sadece zarar vermiş oluyorsun; ağızları burunları yamuluyor, özellikle de açık tenli olanların yüzü gözü kötü görünüyor; tabii sonra onları terbiye etmek, ehlileştirmek de çok güçleşiyor. Peki,’ derdim, ‘niye daha yumuşak davranıp onları tatlı dille yola getirmiyorsun? Güven bana Tom, biraz insanlık göstermek senin o bütün vurmalarından, kırmalarından çok daha fazla işe yarayacak, kazancın da daha iyi olacak,’
derdim, ‘güven bana.’ Fakat Tom meseleyi anlayamadı; o kadar
çok köleme zarar verdi ki ondan ayrılmak zorunda kaldım; halbuki o iyi kalpli biriydi ve ticaret hayatının elverdiği kadar adaletli davranıyordu.”
“Senin idare tarzının Tom’unkinden daha iyi sonuç verdiğini de
görüyor musun?” dedi Mr. Shelby.
“Eh, öyle görünüyor. Bakın, mümkün olan her durumda, bu
işin keyifsiz kısımlarıyla uğraşırken biraz dikkat ederim; genç köleleri satarken misal, kadınları uzaklaştırırım –bilirsiniz işte, gözden ırak gönülden ırak– ve iş olup bittiğinde, artık yapacakları bir
şey kalmadığında, tabiatları gereği alışırlar. Yani onlar da çocukları ve hanımlarıyla birlikte yaşamayı umarak büyütülmüş beyaz
kardeşlerimiz değil nihayetinde. Zenciler, tabii düzgün yetiştirildi
6 ABD’nin Mississippi eyaletinde yer alan bir şehir. Natchez, Amerikan İç Savaşı öncesinde pamuk plantasyonlarının ve Mississippi Nehri’ndeki ticaretin merkezlerinden biriydi – ç.n.
lerse, hiç böyle beklentilere kapılmazlar; o yüzden de her şey daha kolay olur.”
“O halde, korkarım ki benimkiler düzgün yetiştirilmemiş,” dedi Mr. Shelby.
“Sanırım öyle yetiştirilmemişler; siz Kentuckyliler zencilerinizi şımartıyorsunuz. Niyetiniz iyi, fakat aslında onlara iyilik yapmıyorsunuz. Şimdi bakın, zenci dediğiniz maldır, her işe koşulur, itilir kakılır, Tom’a ya da Dick’e, kim uygun fiyat verirse ona
satılır; fakat bunları prensip sahibi yapmak, beklenti içine sokmak ve gereğinden iyi yetiştirmek, hiç de onlara iyilik yapmak
demek değildir; çünkü siz onları sattıktan sonra görecekleri kaba saba muamele onlara daha da zor gelir. Şimdi, cüretimi mazur
görün, plantasyonlarda çalışan zencilerin arasından cinlere karışmış gibi şarkı söyleyip haykıranlar çıkar, sizinkiler de şevkini, cesaretini yitirir. Bilirsiniz Mr. Shelby, her insan kendi tarzının iyi olduğunu tabiatıyla düşünür; ben de zencilere, ne kadar
iyi davranılmayı hak ediyorlarsa, o kadar iyi davrandığımı düşünürüm.”
Hafifçe omzunu silken ve tacirle aynı fikirde olmadığı sezilen
Mr. Shelby, “Ne mutlu size ki yaptığınız işten tatmin oluyorsunuz,” dedi.
“Pekâlâ,” dedi Haley, ikisinin de kendi durumunu tarttığı uzun
ve sessiz bir bekleyişin ardından, “kararınız nedir?”
“Meseleyi etraflıca düşüneceğim, karımla da konuşacağım,” dedi Mr. Shelby. “Bu arada, Haley, eğer bu meselenin bahsettiğin gibi
sessizce devam etmesini istiyorsan, bu civarda ne işin olduğunun
bilinmemesi daha iyi olur. Ortalıkta görünürsen benim çocuklar
kokusunu alır işin; seni temin ederim ki, eğer öğrenirlerse, bizimkilerin hiçbirini öyle sessizce alıp götüremezsin.”
Haley, kalkıp paltosunu giyerken, “Ah! Şüphesiz, ne demek,
sustum bile! Tabii ki. Fakat size söylemiş olayım. Çok ama çok
acele sonuçlandırmam gereken işler var; sizden ne geleceğini
mümkün olan en kısa sürede bilmek isterim,” dedi.
“Peki, bu akşam, saat altı-yedi gibi tekrar uğrayın, cevabımı öğreneceksiniz,” dedi Mr. Shelby; tacir de selamını verip evden çıktı.
“Bu saygısız, kendini beğenmiş herifi tekmeleyip merdivenler-
den aşağı itebilmiş olmayı isterdim,” dedi Mr. Shelby kendi kendine, tacirin arkasından kapının yavaşça kapanmasına bakarken,
“ama bana karşı elinin ne kadar güçlü olduğunun farkında. Eğer
Tom’u güneydeki o aşağılık tacirlerden birine satmam gerekeceğini bana biri söylemiş olsaydı, ona derdim ki, ‘Ben o kadar aşağılık biri miyim ki bunu yapayım?’7
Fakat artık, başka çıkar yolum
kalmadığından, böyle olmak zorunda. Eliza’nın çocuğunu da satmam lazım! Karımla bu sebeple biraz münakaşa edeceğimizin farkındayım; tabii Tom yüzünden de. Borçlu olunca bu kadar oluyor,
n’apacaksın! Adam elinin kuvvetli olduğunu anladı, bastırmaktan
da vazgeçmeyecek.”
Kölelik sisteminin en yumuşak haliyle uygulandığı yer muhtemelen Kentucky Eyaleti’ydi. Plantasyonlardaki işlerin sükûnetle
ve zamana yayılarak gerçekleştirilmesi esastı; daha güneydeki bölgelerde görülen mevsimlik telaş ve baskıya burada gerek olmaması, zencilerin daha sağlıklı ve daha makul şartlarda çalıştırılmasına izin veriyordu. Plantasyon sahipleri zenginliği yavaş yavaş elde etmeyi yeterli görüyor; bir kefesine hızlı ve yüksek kazanç ihtimali, diğerine de –aslında her zaman ağır çekmesi gereken– çaresiz, himayesiz köleler konduğunda insanın kırılgan doğasını her
zaman alt eden katı yürekliliğin o baştan çıkarıcı çağrılarına kapılmıyordu.
Oralardaki çiftlikleri ziyaret edip, mizacı iyi kimi sahiplerin ve
sahibelerin müsamahasını, kimi kölelerin sevgiden doğan sadakatini görenler, ataerkil kölelik kurumuyla ve o kurumun işleyişiyle ortaya çıkan sefalete yakıştırılan ama çoğu zaman da aslı astarı
olmayan romantik efsanelerin hayalini kurmaya meyledebilir; ancak bu güzel manzaranın yanı sıra, uğursuzca etrafta dolaşan bir
hayalet de vardır: kanunun gölgesi. Kanun, bu kalbi çarpan, hisleri olan insanları, köle sahiplerinin malından, onlara ait bir eşya sürüsünden fazlası kabul etmediği sürece; en iyi kalplisi olsa da, sahibin başarısızlığı ya da talihsizliği veya tedbirsizliği yahut ölümü, bu insanları, şefkatle korundukları ve müsamaha gördükleri
bir hayatı, ümitsiz bir sefalet ve meşakkatle yüklü bir hayatla değiştirmeye her an itebilecek olduğu sürece; köleliğin en iyi uygu
7 Eski Ahit, 2. Krallar, 8:13 – ç.n.
lanan biçiminde dahi güzel ya da arzu edilir bir şey yapmak mümkün değildir.
Mr. Shelby hayli sıradan, mizacı iyi ve nazik bir adamdı; etrafındakilere hemen müsamaha göstermeye meyilliydi ve, fiziksel
koşullarıyla değerlendirildiğinde, zencilerin rahatsızlık duymasına yol açabilecek bir eksiklik hiç görülmemişti Shelby Çiftliği’nde.
Öte yandan, Mr. Shelby, büyük miktarda ve özensizce ticari yatırımlara girişmiş; hayli büyük borca batmış, yazdığı büyük meblağlı senetler de Haley’nin eline geçmişti; işte bu ufak bilgi, daha önce aralarında geçen konuşmanın anahtarıdır.
Tabii Eliza, tesadüfe bakın ki, salondan çıkarken bir tacirin, kadının sahibine birileri için teklif yaptığını anlayacak kadar konuşmaları duymuştu.
Salondan çıkınca kapıda durup konuşmaları dinlemek Eliza’yı
çok memnun ederdi, ama tam o sırada sahibesi çağırınca oradan
hızla uzaklaşmak zorunda kaldı kadın.
Yine de tacirin kendi oğlu için teklif yaptığını duyduğunu düşündü; yanılıyor olabilir miydi? Kalbi şişti, küt küt atmaya başladı,
oğlunu gayri ihtiyari öyle sıkı tuttu ki küçük çocuk kafasını kaldırıp şaşkınlıkla annesinin yüzüne baktı.
“Eliza, kızım, canını sıkan bir şey mi var?” diye sordu sahibesi;
Eliza ibriği kırmış, tezgâhı devirmiş, nihayet dalgınlıktan sahibesine gardıroptan istediği ipek elbise yerine bir uzun gecelik vermişti.
Eliza artık saklayamadı. “Ah, hanımım!” dedi, kafasını kaldırıp
sahibesine baktı; sonra gözyaşlarına boğulup bir koltuğa oturdu ve
hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Eliza, evladım, canını sıkan şey ne?” dedi sahibesi.
Eliza ayağa kalktı, “Ah! Hanımım, hanımım,” dedi, “tacirin biri
salonda sahiple konuştu! Duydum.”
“Eee, akılsız çocuk, diyelim ki konuştu…”
“Ah hanımım, sizce sahip benim Harry’mi gerçekten satar mı?”
Zavallı köle bunu der demez kendisini koltuğa attı ve katıla katıla ağlamaya başladı.
“Onu satmak mı! Hayır tabii ki, seni aptal kız! Bilirsin ki sahibin o güneyli tacirlerle asla iş yapmaz, hizmetçilerinden hiçbirini, arsızlık etmedikleri sürece, satmayı düşünmez. Seni akılsız ço-
cuk, senin Harry’ni kim satın almak istesin? Bütün dünya senin gibi onun üzerine titriyor mu sanıyorsun, seni kaz kafalı? Gel haydi, asma suratını da elbisemin kopçasını tak. Onu takınca da geçen
gün öğrendiğin o güzel örgüyle saçlarımı arkadan topla, bir daha
da kapı dinleme!”
“Tamam ama, hanımım, siz asla rıza göstermezsiniz, değil mi,
böyle bir… Böyle bir…”
“Saçmalama, evladım! Tabii ki göstermem. Niye böyle söylüyorsun? Kendi çocuklarımdan birini satmış gibi olurum. Ama sen de
Eliza, bak, o küçük çocukla fazla gururlanıyorsun. Biri kapıya biraz yaklaşmayagörsün, hemen, oğlumu satın almaya gelmiştir diye düşünüyorsun.”
Sahibesinin kararlı bir ses tonuyla yaptığı açıklamayla ikna olan
Eliza maharetli elleriyle hemen sahibesini giydirmeye başladı ve
işini yaparken korkusunun yersizliğini düşünüp güldü.
Mrs. Shelby hem zekâ hem de ahlâk bakımından üstün bir kadındı. Kentuckyli kadınların çoğunda görülen o doğal asalete ve
yüce gönüllülüğe yüksek ahlâki ve dinî hassasiyetlerini ve ilkelerini eklemiş, bunları gündelik hayatına büyük bir canlılık ve yetkinlikle uygulayıp sonuç almıştı. Herhangi bir dinî inançla hareket etmeyen kocası, yine de onun tutarlılığına hayranlık ve saygı
duyuyor, belki de, karısının görüşlerinin biraz etkisi altında kalıyordu. Hizmetçilerinin rahatı, terbiyesi ve gelişimi için karısının
gösterdiği her cömert çabaya sınırsız destek verdiği, ancak bu çabalara kendisinin fiilen katılmadığı kesindi. Aslında, azizlerin fazla fazla işlediği salih amellerin faydalı olduğu doktrinine tam olarak inanmasa da, bir şekilde, karısındaki dindarlık ve hayırseverliğin ikisine de yeteceğine inanmak, karısında gani gani bulunan
ve kendisinin sahip olduğu iddiasına hiç kapılmadığı vasıflar sayesinde cennete gidebileceği beklentisini gizliden gizliye taşımak Mr.
Shelby’nin hoşuna gidiyor gibiydi.
Mr. Shelby’nin aklını, tacirle yaptığı konuşmanın ardından, en
çok meşgul eden, aralarında tasarladıkları bu yeni düzenden karısına bahsetmenin gerekli olmasıydı; karısından gelecek yoğun
ısrar ve muhalefeti göğüslemesine yetecek sebebi olduğunu biliyordu.
KÜNYE
Tom Amca’nın Kulübesi
veya Ezilenlerin Hayatı
Harriet Beecher Stowe
Çeviri: İsmail Ferhat Çekem
1. baskı – Eylül 2022
608 sayfa
Harriet Beecher Stowe
14 Haziran 1811’de ABD’nin Connecticut eyaletine bağlı Litchfield’de doğdu. Annesi Roxana Beecher’in 1816’da vefat etmesinin ardından babası Lyman Beecher tarafından katı bir dinî eğitimle yetiştirildi. En büyük ablası Catherine’in Hartford’da açtığı okulda önce öğrenci, sonra öğretmen oldu. Yazı hayatına 1820’lerin ortalarında başladı; ilk eserleri arasında bir teolojik deneme ve yarım kalmış bir trajedi (Cleon, 1825) vardır. 1832’de ailesiyle birlikte Cincinnati-Ohio’ya taşındı. 1836’da rahip Calvin Ellis Stowe ile evlendi. Bu evlilikten ikisi küçük yaşta ölen yedi çocuğu oldu. İlk kısa öyküleri 1833’te Western Monthly Magazine’de yayımlandı. 1843’te The Mayflower; or, Sketches of Scenes and Characters among the Descendants of the Pilgrims adlı eseri yayımlandı. 1850’de kocasının görevi nedeniyle Brunswick-Maine’e yerleşti ve orada Tom Amca’nın Kulübesi’ni yazmaya başladı; roman ilk olarak 1851-1852’de The National Era’da tefrika edildikten sonra 1852’de kitap olarak yayımlandı. Amerikan edebiyatında daha önce görülmedik bir satış başarısı elde etmesi ve yirmi üç dile çevrilmesinden sonra gelen tepkilere cevaben 1853’te A Key to Uncle Tom’s Cabin’i yayımladı. Bunu kölelik karşıtı ikinci romanı Dred: A Tale of the Great Dismal Swamp (1856) izledi. 1853, 1856 ve 1859’da Avrupa’ya seyahat ettikten sonra seyahat izlenimlerini Sunny Memories of Foreign Lands (1854) ile kitaplaştırdı. Abraham Lincoln, Frederick Douglass ve ağabeyi Henry Ward Beecher gibi şahsiyetlerin portreleri ve skeçlerini sunduğu Men of Our Times 1868’de yayımlandı. Bu yıllarda Atlantic Monthly’ye düzenli olarak yazdı ve “The True Story of Lady Byron’s Life” başlıklı yazısının büyük sansasyon yaratması üzerine bunu genişletip kitap haline getirdi ve Lady Byron Vindicated (1870) adıyla yayımladı. 1852’de Andover-Massachusetts’e taşınan Stowe çifti Calvin Stowe’un emekliliğinin ardından 1864’te Hartford-Connecticut’a yerleşti. Harriet Beecher Stowe bu dönemde New England’daki hayata dair romanlar yazdı: The Minister’s Wooing (1859), The Pearl of Orr’s Island (1862), Oldtown Folks (1869), Poganuc People (1878). 1868-1884 arasında kış mevsimlerini Florida’da geçirdi ve Florida’ya dair skeçlerden oluşan Palmetto-Leaves’i (1873) yayımladı. Ayrıca çocuklar için bir dizi öykü (Queer Little People, 1867; Little Pussy Willow, 1870) ve aile romanları (My Wife and I, 1871; Pink and White Tyranny, 1871; We and Our Neighbors, 1875) yazan Harriet Beecher Stowe, 1 Temmuz 1896’da Hartford’da vefat etti.