Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i – Cem Eroğul “Tarih, sıcağı sıcağına, siyaset çorbası daha pişmekte iken yazılabilir mi?”
Tarih, sıcağı sıcağına, siyaset çorbası daha pişmekte iken yazılabilir mi? Bugüne dek bunu eşsiz biçimde başarmış bir tek yapıt var: Marx’ın, Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’de Paris’te gerçekleştirdiği hükümet darbesinden hemen sonra yazmaya başladığı ve Şubat 1852’de tamamladığı inceleme: Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i.100 Kendisinden bu değerlendirmeyi yazmasını, New York’a sığınmış olan ve orada haftalık bir siyasal dergi çıkarmaya hazırlanan devrimci arkadaşı Joseph Weydemeyer istemişti. Weydemeyer, 1852 baharında, New York’ta, tasarladığı haftalık dergi yerine, Die Revolution (Devrim) adında aylık bir dergi yayınlamaya başladı. Marx’ın darbeyi çözümlemek için yazdığı ve tasarlanan haftalık dergide yayınlanmak üzere peyderpey gönderdiği bütün yazılar, o derginin ilk sayısında çıktı. Böylece dergi, bir kitap biçimini aldı. O sırada, bu dergiden birkaç yüz tanesi Almanya’ya da gönderildi. Ama o günün koşullarında, 1848-49 devrim dalgasını izleyen baskı döneminde, yaygın bir tanıtımı olanaksızdı. İnceleme, kitap biçiminde, ilk kez 1869’da, Marx’ın önsözüyle çıktı.101 Bu ikinci basımdan sonraki üçüncü basımı ise 1885’te yapıldı. Marx iki yıl önce ölmüştü. Bu basımın önsözünü Engels yazdı. Her zamanki keskin gözlemciliğiyle, Engels önsözünde şöyle diyordu: “Günün canlı tarihi hakkındaki bu olağanüstü kavrayış, olayların, bu denli açık şekilde anlaşılması, gerçekten de benzersizdir.”102
Engels’in de belirttiği gibi Fransa, sınıf mücadelelerinin en açık ve kararlı biçimde yürütüldüğü ülke. Marx bunu bildiği için, kendi dünya görüşü oluşur oluşmaz, Fransa’daki siyasal gelişmeleri çok yakından izlemekle yetinmiyor, Fransız tarihini de çok sıkı bir biçimde inceliyor. Fransa’yı devrimin ülkesi olarak gördüğünden Marx, Haziran 1843’te evlendikten birkaç ay sonra, Ekim sonunda, Paris’e yerleşiyor. Şubat 1844’te Marx, Paris’te Deutsch-Französische Jahrbücher’i (Alman-Fransız Yıllığı) çıkarıyor. Tek sayısı çıkabilen bu dergide, o sırada yirmi altı yaşında olan Marx’ın maddeciliği ve komünizmi açıkça ortaya çıkıyor. Altı ay sonra, daha önce kendisiyle Köln’de karşılaştığı103 ve o sırada yirmi dört yaşında olan Engels geliyor Paris’e. 28 Ağustos 1844 günü, devrim tarihinin bu en verimli dostluğunun temeli Paris’te atılıyor. Marx’la Engels, birlikte, Kutsal Aile’yi yazmaya başlıyorlar. Ocak 1845’te, Prusya hükümetinin baskısına boyun eğen Fransız hükümeti, Marx’ı sınır dışı ediyor.104 Şubat başında Marx’lar Brüksel’e yerleşiyorlar. İki ay sonra Engels de geliyor Brüksel’e. Eski dünya görüşleriyle hesaplaşmayı sürdürerek, 1845 Eylül’ünden 1846 yazına dek Alman İdeolojisi’ni kaleme alıyorlar. Bu arada, hem Brüksel’de hem de Londra’da devrimci çalışmalarını sürdürüyorlar. 1847 sonunda, Londra’daki Komünist Birlik tarafından, örgütün siyasal görüşünü ortaya koyacak bir bildiri hazırlamakla görevlendiriliyorlar. Komünist Manifesto Şubat 1848 sonunda Londra’da, Almanca olarak yayınlanıyor. Bu arada 22-24 Şubat günlerinde Fransa’da devrim oluyor ve İkinci Cumhuriyet ilan ediliyor. Marx, başkan yardımcılığını yaptığı Brüksel Demokratik Birliği adına, Fransız hükümetine bir kutlama gönderiyor. İki gün sonra, Fransız Geçici Hükümetinin bir üyesi Marx’ı Paris’e çağırıyor. 3 Mart 1848 günü ise, Belçika kralı, Marx’ın 24 saat içinde ülkeyi terk etmesini emrediyor. Böylece, Mart 1848 başında, Marx ailesi yeniden Paris’e yerleşiyor. İki hafta sonra Engels de Paris’e geliyor. Ne var ki, o günlerde devrim fırtınası artık Almanya’da da esmeye başlıyor. Bunun üzerine, Nisan başında, Marx’la Engels, devrime katılmak üzere Almanya’ya gidiyorlar. 1 Haziran 1848’de, Köln’de Neue Rheinische Zeitung (Yeni Ren Gazetesi) çıkmaya başlıyor.105 Marx, çeşitli Avrupa ülkelerini sarmaya başlayan devrimin organı gibi çalışan bu günlük gazetenin genel yayın yönetmeni. Engels, yayın kurulu üyesi. Gazetenin 25 Haziran 1848 günlü sayısında, ilk kez, “kuryelerden dün öğrendiğimize göre, Paris’te büyük bir proleter ayaklanması başlamış bulunuyor,” diye kısa bir haber çıkıyor. Dört gün boyunca böyle kısa kısa haberlerden sonra, 29 Haziran 1848 günlü gazetede Marx’ın ünlü “Haziran Devrimi” yazısı çıkıyor. (Yazıyla birlikte, sokak savaşlarını gösteren bir resim, bir de Paris haritası veriliyor.) Fransız tarihini, Fransız siyaset sahnesinin oyuncularını, Paris’i çok iyi bildiği için Marx, ayın 23’ünde başlayıp 26’sında son bulan tarihin ilk büyük proletarya ayaklanmasını, aradan yalnızca üç gün geçtikten sonra, yaklaşık beş yüz kilometre öteden ve başka bir ülkeden, bütün tarihsel anlamını gözler önüne sererek okurlarına anlatıyor! 1 ve 2 Temmuz sayılarında ise Engels’in, yine “Haziran Devrimi” başlığını taşıyan bir yazısı çıkıyor. Burada Engels, askeri konulardaki uzmanlığını sergileyerek, hem devrimcilerin, hem de hükümetin askeri harekâtını ayrıntısıyla inceliyor. Barikatlara ve tahkim edilmiş evlere dayanan sokak savaşının, çok ayrıntılı, çok ilginç bir anlatımını ve değerlendirmesini buluyoruz burada. Neue Rheinische Zeitung gazetesi, İtalya’dan Macaristan’a bütün devrimci kalkışmaları izlediğinden, özellikle Almanya’daki kaynaşma üzerine odaklandığından, dünya siyasetini de çok yakından izleyip yansıttığından, o tarihlerden sonra, tek tük birkaç haber dışında Fransa’yla ilgili fazla bir şey yok. Gazete, bir yandan da, devrimci eyleme doğrudan doğruya katılıyor. 13 Eylül 1848’de, gazetenin çağrısıyla Köln’de büyük bir gösteri yapılıyor ve Marx’la Engels’in de üye olduğu devrimci bir Kamu Güvenliği Komitesi kuruluyor. Ancak, Ekim’den başlayarak Almanya’nın her yerinde karşıdevrimciler gitgide üstün geliyorlar. 8 Kasım 1848’de Prusya’da devrime karşı darbe yapılınca, 11 Kasım 1848 günlü Neue Rheinische Zeitung, darbecilere vergi ödenmemesi kampanyasını başlatıyor. Şubat 1849’da, Marx’la Engels, yönetime hakaretten yargılanıyorlar. Ancak jüri bu suçlamayı reddediyor ve aklanmalarına karar veriyor. Ensonu 16 Mayıs 1849 günü, Prusya yönetimi, Marx’ın daha önce, devrimciliğinde serbest kalmak için Prusya yurttaşlığından çıkmış olmasını fırsat bilerek, yasal hakkı olmasına karşın, yeniden yurttaşlığa kabulü için yaptığı başvuruyu reddediyor ve ülkeyi terk etmesini emrediyor. Neue Rheinische Zeitung’un 19 Mayıs 1849 günlü son sayısını Marx kırmızı mürekkeple bastırıyor; sonra, Engels’le birlikte, devrimci kaynaşmanın sürdüğü Güney Batı Almanya’ya geçiyorlar. Devrimci kalkışmalar bastırılınca Marx, Haziran başında Paris’e dönüyor. Ne var ki, 23 Ağustos 1849 günü, 24 saat içinde Fransa’yı terk etme emrini alıyor. Ağustos sonunda, artık ömrünün geri kalan bölümünü geçireceği Londra’ya yerleşiyor.
Marx’la Engels Londra’da, bir tür enternasyonal gibi çalışan (ve kendilerine daha önce Manifesto’yu yazdırmış olan) Komünist Birlik’in yönetiminde görev alarak devrimci çalışmalarını sürdürüyorlar, çeşitli gazetelerde yazılar yayınlıyorlar, Almanya’dan sığınan göçmenlere yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu arada büyük geçim sıkıntısı çekiyorlar.106 Yine de, bir gazete çıkarıp yandaşlarına ulaşabilmek için çırpınıyorlar. Devrimci dalganın bitişiyle gerçi artık bir günlük gazetenin devrim aracı olarak yapabileceği pek bir şey yok. Buna karşılık, ikili, yaşanan devrimci dalganın kuramsal açıdan değerlendirilmesini ve bundan gerekli derslerin çıkarılmasını zorunlu görüyor. Sonunda, finansman sağlayarak, Mart 1850’de, aylık Neue Rheinische Zeitung Politisch-ökonomische Revue’yü (Yeni Ren Gazetesi Politika-Ekonomi Dergisi) çıkarmaya başlıyorlar. Dergi Hamburg’da basılıyor. Yayım yeri olarak, hem Londra, hem de 1848-49 devrim dalgasından sonra birçok Almanın sığındığı New York gösteriliyor. Bu dergi, 6 Mart-29 Kasım 1850 arasında, toplam beş kez yayınlanabiliyor. Kasım 1850’de Engels, ailesinin ortak olduğu tekstil fabrikasında çalışmak ve böylece Marx’a maddi destek sağlayabilmek için (yirmi yıl kalacağı) Manchester’e taşınıyor. Revue’nün son sayısı, Kasım 1850 sonunda çıkan bir çift sayı, 5.-6. sayı. İşte bu dergilerin birincisinde, ikincisinde, üçüncüsünde ve son çift sayısında, dört bölüm halinde, Marx’ın, Şubat 1848 devriminden başlayarak 1850 yılının Kasım ayının başına dek107 Fransa’daki siyasal gelişmeleri konu edinen araştırması yayınlanıyor. Marx’ın sağlığında bunlar bir daha yayınlanmayacaktır. Buna karşılık Engels, 1895 yılında, bu dört yazıyı, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850 başlığı altında kitaplaştıracak ve buna bir de giriş yazacaktır. Marx’ın 18 Brumaire’i, işte bu yapıt ve girişi okunmadan yeterince anlaşılamaz. Onun için aşağıda bunun üzerinde gerektiği kadar durulacak.
Engels’in 14 Şubat-6 Mart 1895 arasında kaleme aldığı giriş, birkaç bakımdan önemli. Bir kere, Engels, Komünist Manifesto’da genel olarak dile getirilen dünya görüşünün, Fransa’da 1848-1850 arasında yürütülen sınıf mücadelelerinin incelenmesiyle, ilk kez somut bir örnekte sınandığının altını çiziyor.108 İkincisi, burada Engels, yazdığı tarihte (1895’te) artık bütün devrimci partilerin ortak talebi olan üretim araçlarının kamulaştırılması talebinin, ilk kez bu yapıtta (1850’de) ortaya konduğunu vurguluyor. Bu çok önemli. Çünkü 1848 Haziran proletarya ayaklanmasına dek, devrimcilerin talebi “çalışma hakkı” olarak dile getiriliyordu. Nitekim 1831 Lyon ayaklanmasının baş sloganı, “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek!”ti. Bu devrimci talep dönüşümünü, Revue’de çıkan yazılarında, ilk kez Marx gözler önüne seriyor. Üçüncüsü, Engels, 1866’da Almanya’da genel oyun kabulüyle Sosyal-Demokrat Parti’nin inanılması güç bir başarı çizgisi yakaladığını, artık oyların dörtte birini alacak güce eriştiğini, yüzyıl sonuna dek, yasal araçları kullanarak iktidar olma olanağını bulacağını belirtiyor. Bunu yaparken de, artık eski sokak savaşlarının geride kaldığını, modern ordulara barikatlarla karşı konamayacağını, partiyi sokak kavgasına kışkırtanların, proletaryaya tuzak kurmak isteyenler olduğunu söylüyor. Yasallığın devrim için kullanılması gerektiğini, egemen sınıflar yasallığı ortadan kaldırmaya kalkışırlarsa, o zaman da Sosyal-Demokratların gereğini yapacağını vurguluyor.
Bu giriş, Engels’in haberi olmadan ve en keskin ifadeleri budanarak, partinin gazetesi Votwärts!’te (İleri) yayınlanınca, Engels, derhal Karl Kautsky’ye yazıyor. 1 Nisan 1895 günlü mektubunda, sözleri aynen şöyle: “Beni, ne pahasına olursa olsun, barışçı bir yasallığa tapan biri olarak göstermek üzere budanmış” olan önsözün tamamı Die Neue Zeit’ta (Yeni Zaman) yayınlansın ki, “bu utandırıcı izlenim silinip atılsın.”109 Ne var ki, ne Votwärts!’ten sorumlu Wilhelm Liebknecht, ne de Die Neue Zeit’tan sorumlu Karl Kautsky, Engels’in isteğini yerine getirmeye yanaşmıyorlar. Üstelik, ilk kez kitap olarak yayınlanan Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850’nin başına, Engels’in yine bu budanmış metnini koyuyorlar! Engels, durumu değiştiremeden, dört ay sonra, 5 Ağustos 1895’te, gırtlak kanserinden ölüyor.
Bu önsözün yaşamsal önemi şurada ki, Alman Sosyal-Demokrat Parti yöneticileri, dünyanın en büyük proletarya partisini devrimden uzaklaştırıp reformcu bir parti haline getirmek için en çok bu metne dayandılar. Bilindiği gibi bu siyaset, I. Dünya Savaşı patladığında, Alman Sosyal-Demokratların devrime ihanetleriyle sonuçlandı. Bütün enternasyonalizm vaatlerine, karşı cephelerdeki emekçi kardeşlerine silah doğrultmayacakları sözlerine karşın, kendi hükümetlerinin savaş bütçesini onayladılar. Daha da beteri, savaş bittiğinde ve kayzer kaçtığında, en büyük parti olarak ülkenin yönetimi üzerlerine kalınca, Bolşeviklerin yolundan yürüyerek devrime kalkışan kendi parti arkadaşlarını kan içinde boğdular. Bu durumun ibret verici bir yankısını, öldürülmeden on altı gün önce, 31 Aralık 1918’de, Alman Komünist Partisi’nin kuruluş kongresinde Rosa Luxemburg’un yaptığı konuşmada buluyoruz. Rosa Luxemburg, Engels’in sözlerinin budandığını bilmiyor. Engels’e çatmasa da, partinin oportünist siyasetinde bu girişin sağladığı desteğe işaret ediyor ve bundan sonra devrimci stratejinin ne olması gerektiğini anlatıyor.110 Ne var ki, iki hafta sonra, yönetimdeki Sosyal-Demokratların işbirliği ettiği askerler tarafından, 1895’te Engels’i oyuna getirmiş olan Wilhelm Liebknecht’in oğlu, parti arkadaşı Karl Liebknecht’le birlikte yakalanıp öldürülüyor.
Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, yukarıda belirtildiği gibi, Revue’nün dört ayrı sayısında (son sayı, çift sayıydı) yayınlandığı biçimiyle dört bölümden oluşuyor. 18 Brumaire’de, daha uzun bir zaman dilimini kapsayan Marx, üçlü bir dönemleme111 yeğliyor. Ancak bu, yalnız görünüşte bir fark. Çünkü Sınıf Mücadeleleri’nin dördüncü bölümünde, Marx,112 Fransa’da süregiden siyasal mücadelelerle ilgili genel bir toparlama ve değerlendirme yapıyor. Yoksa, iki yapıtta da, dönemlemenin mantığı aynı. Şubat 1848 devriminin vurucu gücü, proletarya. Cumhuriyetin derhal ilan edilmesi ve genel oyun kabulü, bu durumun sonucu. Ancak, köylü oylarıyla seçilip 4 Mayıs’ta toplanan mecliste, burjuvazi kesin bir üstünlüğe sahip. Yeni anayasayı hazırlamakla görevli bu meclisteki üstünlüğünü kullanan burjuvazi, küçük burjuvaziyi de yanına alarak proletaryanın Şubat’ta kazandığı gücü kırmak için saldırıya geçiyor. 23 Haziran 1848 ayaklanması, proletaryanın buna yanıtı. İki yapıtın da ilk bölümü, Şubat’tan Haziran’a uzanan ve proletaryanın yenilgisiyle sonuçlanan büyük sınıf kapışmasına ayrılmış durumda. Ondan sonra, galiplerin iç çekişmeleri başlıyor. Bu arada yeni anayasa hazırlanıyor. Benimsenen başkanlık sisteminin gereği olarak 10 Aralık 1848’de seçim yapılıyor ve Louis Bonaparte cumhurbaşkanı seçiliyor. Kurucu meclis daha bir süre görevde kaldıktan sonra, Mayıs 1849’da genel seçim yapılıyor. Yeni yasama meclisinde demokratik muhalefetin bayraktarlığını yapan küçük burjuvazi, demokratik muhalefeti sokağa taşırmaya itilince, önderleri, milletvekilleri vb. tutuklanıyor ve sınıf olarak siyaset sahnesinden atılıyor. İki kitapta da, ikinci adımda, proletaryanın Haziran 1848’deki yenilgisinden küçük burjuvazinin Haziran 1849’daki yenilgisine uzanan dönem ele alınıyor. Her iki kitabın üçüncü aşaması, bundan sonraki gelişmelere ayrılmış durumda. Ancak, Sınıf Mücadeleleri Ekim-Kasım 1850’de son bulurken, 18 Brumaire, Louis Napoléon’un darbe yaptığı 2 Aralık 1851’e kadarki gelişmeleri kapsıyor. İşin dikkat çeken bir yönü şu ki, aynı tarihlere ilişkin bölümlerinde bile, iki yapıt birbirini tekrarlamıyor.113 Olaylara değişik açılardan ışık tuttuklarından, bu iki inceleme gerçekte birbirini tamamlıyor. Sınıf Mücadeleleri, olaylara genellikle daha yakın mesafeden bakıyor. 18 Brumaire, dönem artık kapandıktan sonra yazıldığından, daha yüksekten bir kuşbakışı sağlıyor. Bu nedenle, metinlerin biriyle yetinerek dönemi tam olarak kavramanın olanağı yok. Örneğin, yalnızca 18 Brumaire’i okuyarak, 1848’de işçi sınıfının “çalışma hakkı”nı gerçekleştirmek için kurulan “ulusal atölyeler”i ya da işçi sınıfını ezebilmek için küçük burjuvazi dahil, proletarya dışındaki bütün sınıfların nasıl bir strateji uyguladıklarını anlamak olanaksız. Buna karşılık Sınıf Mücadeleleri’yle yetinerek, Şubat Devrimi’nden Bonaparte darbesine uzanan dönemi, tarihsel akış içine tam olarak oturtabilmenin yolu yok.
İşte bu nedenle, aşağıda 18 Brumaire’i yalnız başına tanıtmakla yetinmeyip bu tanıtıma Sınıf Mücadeleleri’ni de katacağım. Bu kitapları ne anlatacak, ne de özetleyeceğim elbette. Amacım, nasıl bir çözümleme yöntemi kullanıldığını, çözümlemenin toplumsal gerçekliğin hangi düzeylerini konu edindiğini, çözümleme araçlarının incelenen somut konuya göre nasıl farklılaştığını, bolca örnek vererek, gözler önüne sermek. Sonunda da, bu iki kitaptaki uygulamadan nasıl bir çözümleme dersi çıkarılabileceğini kısaca belirtmeye çalışacağım.
I. 18 Brumaire’deki çözümlemeler
18 Brumaire’de Marx, tarihsel maddeciliğin en soyut ilkelerinden siyasal savaşımın en somut örneklerine uzanan bir yelpazede, dolayısıyla, çok çeşitli soyutluk ya da somutluk düzeylerinde birçok çözümleme yürütüyor. Bu karmaşık yumağı çözmek için, sanırım, elverişli bir yol, çözümlemeleri, en soyutundan başlayarak, düzey düzey gözler önüne sermektir.
1869 baskısına yazdığı önsözde Marx, kendi yaklaşımının özgünlüğünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Bense,114 Fransa’daki sınıf mücadelesinin,115 sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum.” (s. 12).116 Tarihsel maddeciliğin nasıl bir kuramsal açıklama sağladığını kavrayabilmek için bu tümce çok önemli. Görüldüğü gibi, ne Louis Bonaparte’ı, ne de Aralık 1852 hükümet darbesini “yaratan” sınıf mücadelesi değil. Sınıf mücadelesi, yalnızca belli “ilişkileri ve koşulları” yaratıyor. Bundan sonraki gelişmeler, kimsenin tahmin edemeyeceği arızi ve kişisel eylemlerin sonucu. Sınıf savaşımı açısından bunların hiçbiri kaçınılmaz değil.117 18 Brumaire’in daha ikinci paragrafında, Marx, yine en soyut düzeyde, tarihsel maddeciliğin en temel kabulünü şu sözcüklerle dile getiriyor: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” (s. 15). Marx’ın bütün külliyatı içinde, sanırım tarihsel maddeci yaklaşımı bundan daha duru bir biçimde anlatan bir tümce yoktur. Burada, tarihin hem “verili koşullar tarafından” belirlenmiş olduğunu, hem de insanların özgür iradelerinin sonucu olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, tarihsel maddeciliğin tam belirleyiciliği savunduğunu söylemek de, hiçbir belirleyiciliği savunmadığını ileri sürmek de yanlıştır. Bu yaklaşımın sağladığı ve toplum bilimlerinde herhangi bir başka yaklaşımın sağlayabileceği en büyük katkı, belirlemenin varlığına değil, kaynağına ve derecesine ilişkindir. Marx’a göre, belirlemenin kaynağı, geçim dünyasına (“altyapıya”) ilişkin gelişmelerdir ve derecesi, olayların bu kaynağa yakınlığına ya da uzaklığına bağlıdır.
Bu en soyut düzeyin bir basamak altında, biraz daha somut bir düzeyde yürütülen çözümlemeler, genel olarak sınıflar, devrimler, devlet biçimleri ve ideolojik yapılara ilişkin olanlar. Marx, Şubat 1848’de ilan edilen İkinci Cumhuriyeti, Eylül 1792’de ilan edilen Birinci Cumhuriyetle karşılaştırıyor. Böylece, hem büyük burjuva devrimlerinin ortak özelliklerini, ortaya koyuyor; hem de, proletarya devrimlerinin niye geçmişi taklit edemeyeceklerini, niye ancak geleceği kurarak var olabileceklerini belirtiyor. Burjuva devrimlerinin ortak özellikleri, görece çabuk gerçekleşmeleri. Buna karşılık, toplumca sindirilmelerinin uzunca bir zamana yayılması. Proletarya ise, devrim yolunda hep inişli-çıkışlı hareketlerle ilerler. Kendi sınıfsal amaçlarının “belirsiz devasalığı” (s. 19) karşısında, ürküye kapılıp kaçar. Geri dönüşü olmayan son hesaplaşma anına dek, bunun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü, proletarya, kendisinin bile nasıl olacağını bilemediği bir geleceği kurmaktadır. Onun için de, kendi devrimini deneye deneye öğrenme durumundadır.
Aynı soyutluk-somutluk düzeyinde yapılan çözümlemeler, devlet biçimlerinin sınıfsal tabanlarını gözler önüne serer. Fransa’da Şubat Devrimi’ni önceleyen Bourbon ve Orléans krallıklarında, burjuvazinin yalnızca bir bölümü “kral adına” egemendi. Devrimden sonra ise, Marx’ın eşsiz fomülüyle, “halk adına, burjuvazinin bütünü egemen olacaktır.” (s. 23). Avrupa’nın gündeminde, cumhuriyetin almaşığı krallık gibi görünüyordu. Proletaryanın Haziran ayaklanması, bu devlet biçimlerinin altında yatan sınıf gerçeğini ortaya koydu. Böylece, gerçekte cumhuriyetin, burjuva sınıfının “diğer sınıflar üzerindeki sınırlandırılmamış despotizmi” (s. 24) olduğu çıktı ortaya. Önceki hanedan yönetimleri ise, belirtildiği gibi, burjuvazinin yalnızca bir kesiminin üstünlüğüne dayanıyordu. “Bourbon’lar döneminde, kendi din adamlarıyla ve uşaklarıyla birlikte büyük toprak mülkiyeti hüküm sürüyordu; Orléans’lar döneminde ise, maiyetindeki avukatlar, profesörler ve dalkavuk hatiplerle birlikte yüksek finans kesimi, büyük sanayi ve büyük ticaret, yani sermaye. … Dolayısıyla, bu hizipleri birbirlerinden ayrı tutan, sözde ilkeler değil, maddi varlık koşulları, mülkiyetin iki farklı türü, kent ile kır arasındaki eski karşıtlık, sermaye ile toprak mülkiyeti arasındaki rekabetti.” (s. 45)
Aynı soyutluk-somutluk düzeyinde Marx, yalnızca siyasal düzenin değil, ideolojik üstyapının da sınıfsal tabanını gözler önüne serer. “Farklı mülkiyet biçimlerinin, toplumsal var oluş koşullarının üzerinde, farklı ve özel olarak biçimlendirilmiş (s. 45) duyarlıkların, yanılsamaların, düşünme tarzlarının ve yaşam görüşlerinin bütün bir üstyapısı yükselir. Sınıfın bütünü, bunları, kendi maddi temellerine ve bunlara karşılık gelen toplumsal ilişkilere dayanarak yaratır ve biçimlendirir. Bunları gelenek ve eğitimle edinen tekil birey, eylemlerinin gerçek belirleyici nedenlerini ve çıkış noktasını oluşturduklarını düşünebilir.” (s. 46). Ama, nasıl ki, “bir insanın kendisi hakkında düşündükleri ve söyledikleriyle gerçekte ne olduğu ve ne yaptığı” birbirinden ayrılıyorsa, “tarihsel mücadelelerde de, partilerin sözlerini ve hayallerini” dayandıkları sınıfların “gerçek yapılarından ve gerçek çıkarlarından … ayırt etmek zorunludur.” (s. 46). Özetle, siyasal ve düşünsel üstyapıyı gerçekten anlamak istiyorsak, görünüşteki biçimlere, söylenen sözlere aldanmadan, bunların altında yatan somut sınıf çıkarlarına bakmalıyız.
Bunun bir altındaki soyutluk-somutluk basamağının konusu anayasa ve devlet kurumlarıdır. Marx, burada, yalnızca sınıfsal tabanı değil, gerçek bir siyaset bilimcisi gibi, kurumların mantığını da devreye sokar. 4 Mayıs 1848’de toplanan kurucu meclisin hazırlayıp kabul ettiği İkinci Cumhuriyet anayasası, Marx’a göre, hem sınıfsal tabanını yansıtır, hem de bundan kaynaklanan yapısal bir çelişki içerir. Burjuvazi, gerçekte genel oydan yana değildir. Ama Şubat Devrimi’nin maddi gücünü sağlayan proletarya genel oyu dayattığı için, anayasada da bunun kabul edilmesi kaçınılmaz olmuştur.118 Nitekim meclis, anayasanın kabulünün üzerinden daha iki yıl geçmeden, 31 Mayıs 1850’de genel oyu kaldıracaktır. Hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemeler de, aynı sınıfsal rengi taşır. Cumhuriyet ilan edip belli bir haklar ve özgürlükler dizisi kabul etmemek olanaksızdır. Haklar önce genel olarak sıralanıyor. Ancak sonra, bu hakların, “başkalarının eşit haklarını” ve “kamu güvenliğini” koruma gerekçeleriyle sınırlanabileceği kabul ediliyor. “Kamu güvenliği, yani burjuvazinin güvenliği” (s. 30), diyor Marx. Anayasanın kurumsal çelişkisi, başkanlık sisteminin kabulünde gösteriyor kendisini. Büyük toprak sahipleri, Bourbon’lardan yana. Mali sermaye ile büyük sanayi ise, Orléans’lardan yana. Cumhuriyet biçiminde geçici olarak uzlaşıyorlar. Her iki hizip, kendi hanedanları yeniden tahta oturuncaya dek, bir tür seçilmiş krallık olarak gördükleri cumhurbaşkanının halk tarafında seçilmesi çözümünde uzlaşıyorlar. Ne var ki, bunu yaptıkları anda, gerçekte kendilerini temsil eden Millet Meclisi’nin gücünü ortadan kaldırmış oluyorlar. Onlar 750 kişi. Cumhurbaşkanı ise ulusu tek başına temsil ediyor. Meclis ulusla “metafizik” bir ilişki içindeyken, “cumhurbaşkanı kişisel bir ilişki içindedir.” (s. 32). Önlem olarak, cumhurbaşkanına meclisi fesih yetkisi tanımıyorlar ve süresini tek dönemle sınırlıyorlar. 1852 Mayıs ayının ikinci Pazar günü, bundan sonraki cumhurbaşkanı için seçim yapılması zorunlu. Ne var ki, 10 Aralık 1848 seçimlerinde, cumhurbaşkanlığına seçilen kişi, büyük Bonaparte’ın yeğeni olan Louis Bonaparte. Burjuva hizipler kendi hiziplerinin çıkarını koruyacak bir krallık hanedanı peşinde koşarken, bir imparatorluk hanedanı tehlikesi yaratıyorlar. Sonunda anayasayı yıkacak olan da, işte tam bu çelişki oluyor.
Anayasayı yapanlar, kendilerini korumak için, anayasa değişikliğini çok güç koşullara bağlıyorlar. En az birer ay arayla üç toplantı yapılacak; değişiklik için en az 500 meclis üyesi oy kullanmış olacak; değişikliğin kabulü için, en az dörtte üçlük bir çoğunluk gerekecek. (s. 33). Ne var ki, bunun gerçek anlamı, anayasanın meclis çoğunluğuna karşı tutum alması. Nitekim, koşullar bunu zorlayıp meclis anayasa değişikliğine girişince, 19 Temmuz 1851’de yapılan oylamada, yüzde altmışı aşan bir çoğunluk değişiklikten yana oy kullansa da, anayasanın aradığı dörtte üç çoğunluğa erişilemediği için, değişiklik reddediliyor. Marx’ın alaylı tespitiyle, “parlamento çoğunluğu anayasaya karşı olduğunu açıkladı; ama aynı anayasa, azınlıktan yana olduğunu ve onun kararının bağlayıcı olduğunu açıkladı.” (s. 96)
Marx, hukuk ve siyaset bilimi uzmanlığını daha birçok çözümlemede sergiliyor. Örneğin, proletaryadan bir yıl sonra, 13 Haziran 1849’da bu kez küçük burjuvazinin ezilmesinin, cumhuriyetin temel dayanağı olan meclisi nasıl zayıf düşürdüğünü gözler önüne seriyor. Küçük burjuva muhalefet, 200’ün üstünde119 milletvekiliyle, hatırı sayılır bir güç oluşturuyor. Fransız birliklerinin Roma Cumhuriyeti’ni topa tutmaları, silahlı kuvvetlerin başka bir halkın özgürlüklerine karşı kullanılmasını yasaklayan anayasaya açıkça aykırı bir eylem. Solcu muhalefet, bu kararı veren cumhurbaşkanını ve bakanları suçlayan bir önerge veriyor. Burjuva çoğunluk, bunu muhalefeti sokağa sürüklemek için fırsat olarak kullanıyor ve ağır kışkırtmalarla önergeyi 12 Haziran’da reddediyor. Burjuva çoğunluk, sokağa dökülen muhalefeti orduya ezdirmekle kalmıyor, parlamentodaki gücünü de kırıyor. Bunun kurumsal sonucuna dikkat çeken Marx, çok sayıda küçük burjuva milletvekilini savcılara teslim etmekle, burjuva çoğunluk gerçekte “kendi parlamenter dokunulmazlığını kaldırdı” (s. 53) diyor. Küçük burjuva muhalefetin davranışını ise, şöyle değerlendiriyor Marx: “eğer parlamentoda zafer kazanmak istiyorduysa, silah başına çağırmamalıydı. Eğer parlamentoda silah başına çağırdıysa, sokakta parlamenter tarzda hareket etmemeliydi. Eğer gerçekten de barışçıl bir gösteri amaçlandıysa, o zaman buna askeri bir karşılığın verileceğini öngörmemek ahmakçaydı. Eğer gerçek bir mücadelenin yaşanacağı görülüyorduysa, o zaman bu mücadelede kullanılması gereken silahların bırakılması orijinal120 bir tutumdu.” (s. 51)
Marx, meclisin cumhurbaşkanı ile mücadelesinde kendini korumasını bilememesini, laf esrikliği içinde gelişen ve gerçekleri olduğu gibi görmeyi engelleyen “parlamenter kretinizm”e (geri zekâlılığa) (s. 87) bağlıyor. Örneğin, Ocak 1851’de, meclisi savunacağını ilan eden General Changarnier’nin emrine yeterli birlikler vereceklerine, generali görevden alan cumhurbaşkanını kararından caydırmak için cumhurbaşkanlığı köşküne gidiyorlar. Bu davranışın, yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına geldiğini şu sözlerle belirtiyor Marx: “Kimi ikna etmeye çalışırsanız, onu durumun hâkimi kabul edersiniz.” (s. 84-85)
Yasamaya ilişkin bu çözümlemeleri dışında, Marx, bürokrasiye ve yürütme gücüne ilişkin olarak da çok ilginç çözümlemeler geliştiriyor. Beş yüz bin kişilik bir memur ordusunun beslenmesi, burjuvazinin sırtında yük gibi görünebilir. “Ama, diyor Marx, Fransız burjuvazisinin maddi çıkarı, tam da bu geniş ve çok kollu devlet mekanizmasının korunmasına en sıkı şekilde bağlıdır. Kendi fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kâr, faiz, kira ve serbest meslek ücreti biçimlerinde cebe indiremediklerini devlet maaşları biçiminde tamamlar. Diğer yandan, kamuoyuna karşı kesintisiz bir savaş yürütmek ve toplumun bağımsız hareket organlarını tümüyle kesip atmayı başaramadığı yerlerde güvensizlik içinde bunları sakatlamak, felce uğratmak zorunda olduğu bir sırada, burjuvazi, siyasal çıkarı tarafından, baskıyı, yani devlet iktidarının araçlarını ve personelini günden güne artırmaya zorlanıyordu.” (s. 61)
Marx, Fransa’ya özgü bir kurum olarak bu dev bürokrasinin hangi gelişmelerin ürünü olduğunu ortaya koyuyor. “Devasa bürokratik ve askeri örgütlenmesiyle, kapsamlı ve yapay devlet mekanizmasıyla, yarım milyonluk ordunun yanı sıra yine yarım milyonluk bir memur ordusuyla bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bedenini bir ağ tabaka gibi saran ve tüm gözeneklerini tıkayan bu korkunç asalak cisim, mutlak monarşi döneminde, feodal sistemin onun da yardımıyla hızlanan çöküşü sırasında ortaya çıktı. … Ulusun burjuva birliğini yaratmak için tüm yerel, bölgesel, kentsel ve kırsal özel güç odaklarını parçalama görevi bulunan Birinci Fransız Devrimi, mutlak monarşinin başlatmış olduklarını, yani hem merkezileşmeyi hem de iktidar gücünün kapsamını, niteliklerini ve hizmetçilerini geliştirmek zorunda kalmıştı. Napoleon, bu devlet mekanizmasını eksiksiz hale getirmişti. Meşru monarşi ve Temmuz Monarşisi, bu mekanizmaya, daha ileri düzeydeki bir işbölümünden başka bir şey eklemedi; devlet içindeki işbölümü, burjuva toplumu içindeki işbölümünün yeni çıkar grupları, yani devlet idaresi için yeni malzemeler yaratması ölçüsünde derinleşti.” (s. 116)
Bürokrasinin nasıl oluştuğunu böyle özetledikten sonra Marx, devletin oluşum mantığını, son derece dikkat çekici bir biçimde açıklıyor: “Her bir ortak çıkar toplumdan hemen sökülüp alınarak daha yüksek, genel bir çıkar olarak onun karşısına çıkarıldı;” (s. 116). Sonra da örnekler veriyor: “bir köy topluluğunun köprüsünden, okul binasından ve ortak varlıklarından demiryollarına, ulusal varlıklara ve Fransa Üniversitesi’ne varıncaya kadar, toplumun organlarının kendi başlarına belirledikleri şeyler onlardan koparıldı ve hükümetin faaliyetlerinin nesneleri haline getirildi.” (s. 116-117). Bilindiği gibi Marksizm, komünist toplumda devlet olmayacağını savunur. Bu iddia da, birçoklarına, hiç inandırıcı gelmez. Marx, burada, devletin, toplumun ortak işlerinin ellerinden alınmasıyla oluştuğunu göstererek, devletin nasıl ortadan kalkacağını da göstermiş oluyor. Çözüm yolu, bütün ortak işlerin, resmi görevlilerce değil, gerektiğinde uzmanlar da kullanılarak, doğrudan doğruya ilgililerin ortak çabasıyla gerçekleştirilmesi.
Bürokrasinin nasıl oluştuğunu ve burjuva sınıfının hem maddi hem de siyasal çıkarlarına nasıl hizmet ettiğini belirttikten sonra Marx, bu bürokrasiyi kullanarak iktidar olan Bonaparte’ın hangi sınıfı temsil ettiğini çözümlemeye çalışıyor. “Devlet iktidarı havada asılı durmaz” dedikten sonra, bu iktidarın tabanını şöyle koyuyor ortaya: “Bonaparte, bir sınıfı, üstelik Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, küçük tarla sahibi köylüleri temsil ediyor.” (s. 117). Açıklaması şöyle: “Her bir köylü ailesi neredeyse kendine yetecek durumdadır, tükettiklerinin büyük bölümünü dolaysız olarak kendisi üretir ve böylece, geçim araçlarını, toplumla ilişki kurmaktan çok doğayla değiş tokuş yaparak elde eder. Tarla, köylü ve aile; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile.” (s. 118). Bunlar nesnel olarak bir sınıftır: “Milyonlarca ailenin, onları yaşam biçimleri, çıkarları ve eğitimleri açısından diğer sınıflardan ayıran ve bu sınıflarla düşmanca karşı karşıya gelmelerine yol açan iktisadi varlık koşulları altında yaşaması ölçüsünde, bir sınıf oluştururlar.” (s. 118). Yine de, kendileri için sınıf değildirler: “Küçük tarla sahibi köylüler arasında yalnızca yerel bağlantıların bulunması, çıkarlarının ayrılığının aralarında hiçbir birliktelik, hiçbir ulusal bağ, hiçbir siyasal örgütlenme yaratmaması ölçüsünde, bir sınıf oluşturmazlar.” (s. 118). Kendileri için sınıf olmadıklarından, “sınıf çıkarlarını, ister bir parlamentoyla ister bir kongreyle olsun, kendi adlarına öne çıkarma yeteneğine sahip değildirler. Kendilerini temsil edemezler; temsil edilmek zorundadırlar. Temsilcileri, aynı zamanda, onların efendisi, onların üzerindeki bir otorite, onları diğer sınıflardan koruyan ve onlara yukarıdan yağmur ve güneş ışığı gönderen sınırsız bir iktidar gücü olarak görünmek zorundadır. Dolayısıyla, küçük tarla sahibi köylülerin siyasal etkisi, nihai ifadesini, yürütme gücünün toplumu kendisine bağımlı kılmasında bulur.” (s. 118)
Devlet kurumlarıyla ilgili çözümlemelerinde Marx’ın ele aldığı ilginç bir konu da sivil-asker ilişkileri. Marx, sıkıyönetim düzeninin Fransız buluşu olduğunu belirtiyor. Egemen sınıfların sık sık kullandıkları bir araç bu. Örneğin, tarihin ilk büyük proletarya ayaklanması olan Haziran 1848 ayaklanmasından sonra, Paris’te hemen sıkıyönetim ilan ediliyor; isyancıların bir bölümü doğrudan doğruya kurşuna diziliyor, bir bölümü sömürgelere sürgüne gönderiliyor, bir bölümü askeri mahkemelerde yargılanıyor. İkinci Cumhuriyet anayasasını hazırlayan kurucu meclis, sıkıyönetim altındaki Paris’te görev yapıyor. Ancak Marx, çok önemli bir noktanın altını çiziyor: Sıkıştığınız her an askere başvurursanız, sonunda askere iktidar tadını vermiş olursunuz: “Fransız toplumunun beynini sıkıştırmak ve onu susturmak (s. 33) için belli aralıklarla bu toplumun tepesine yerleştirilen kışla ve açık ordugâh; belirli aralıklarla yargıçlık ve yöneticilik, vasilik ve denetçilik, polislik ve gece bekçiliği yapmalarına izin verilen kılıç ve misket tüfeği; belirli aralıklarla toplumun en yüce bilgeliği ve toplumun başöğretmeni oldukları duyurulan bıyık ve asker ceketi –kışla ve açık ordugâh, kılıç ve misket tüfeği, bıyık ve asker ceketi, sonunda, kendi rejimlerini en yüksek rejim ilan ederek ve burjuva toplumunu kendisini yönetme derdinden tümüyle uzaklaştırarak toplumu kesin olarak kurtarmalarının daha iyi olacağı düşüncesine ulaşmak zorunda değil miydi?” (s. 34). Bu sözler yazılalı bir buçuk yüzyıl oldu. O günden bu güne, neredeyse sayısız askeri darbe, Marx’ın bu gözleminin doğruluğunu en çarpıcı biçimde gösterdi.
Marx’ın çözümlemelerinde soyutluk-somutluk düzeyinde son aşama, 18 Brumaire darbesinin somut koşullarının incelenmesi. Ancak bu somutluk düzeyinde bile, Marx bir betimleme kolaycılığına hiç sapmadan, çözümlemesini sürdürüyor. Olayları anımsatırken, sürekli olarak, bunların nasıl nesnel çelişkiler oluşturduklarını, derinleşen bunalımın darbeyi nasıl nesnel gereklilik haline getirdiğini gözler önüne seriyor. Üstelik de bunu, çarpıcı bir biçem ustalığıyla yapıyor. Yukarıda sözü edilen 19 Temmuz 1851 anayasa değişikliği girişimini anımsattıktan sonra şöyle diyor: “Parlamento Bonaparte’tan yana olduğunu açıklamış, ama anayasa parlamentoya karşı olduğunu açıklamıştı. Dolayısıyla, Bonaparte, anayasayı yırttığında parlamentonun eğilimine uygun şekilde ve parlamentoyu dağıttığında da anayasanın eğilimine uygun şekilde hareket etti.” (s. 97). “Düzen Partisi,121 revizyon hakkındaki kararıyla, egemen olmaktan da hizmet etmekten de, yaşamaktan da ölmekten de, cumhuriyete katlanmaktan da onu devirmekten de, anayasayı korumaktan da onu bir kenara atmaktan da, cumhurbaşkanıyla işbirliği yapmaktan da onunla köprüleri atmaktan da anlamadığını kanıtladı.” (s. 97). Egemen sınıfın siyasal aczi, sanırım bundan güzel anlatılamaz. “Parlamento partisinin iki büyük hizbine ayrışmasının ve bu hiziplerin her birinin kendi içlerinde ayrışmasının ötesinde, parlamentodaki Düzen Partisi, parlamento dışındaki Düzen Partisi’yle ayrı düşmüştü. Burjuvazinin sözcüleri ile yazarları, kürsüsü ile basını, kısacası burjuvazinin ideologları ile burjuvazinin kendisi, temsilciler ve temsil edilenler, birbirlerine yabancılaşmıştı ve artık birbirlerini anlamıyordu.” (s. 98). Bu alıntıları yaparken, bir gerçeğin yeniden altını çizmekten de kendimi alamayacağım: Tarihsel maddeciliğin tek yönlü, mekanik bir belirlemeyi savunduğunu düşünenler, bu satırları okuyunca, bu konudaki bilgilerinin ne denli yanlış olduğunu herhalde göreceklerdir. Bir sınıfla o sınıfın sözcüleri arasındaki ilişki bile, hiçbir zaman tek yanlı bir “yansıma” mekanizması değil, somut koşullara göre hep yeniden biçimlenen “canlı bir alışveriş”tir. Kimi zaman bu alışveriş, bir sınıfın yalnızca siyasal temsilcileriyle değil; basında, sınıf ilkelerini koruyacağım diye, sınıf üyelerinin anlık maddi çıkarlarını zarara uğratan kendi kalemleriyle kapışma biçimini dahi alabilir: “Burjuvazi yazınsal temsilcilerine, kendi basınına yönelik öfkesini, parlamenter temsilcileriyle anlaşmazlığından daha açık bir şekilde gösterdi. Burjuva gazetecilerinin, Bonaparte’ın gasp arzularına yönelik her saldırısı için, basının, yürütme gücüne karşı burjuvazinin siyasal haklarını korumaya yönelik her girişimi için[,] burjuva jürileri tarafından çok yüksek para ve utanmazca hapis cezalarının verilmesi, yalnızca Fransa’yı değil tüm Avrupa’yı şaşırtıyordu.” (s. 101). Özetle, parlamenter Düzen Partisi kendini hareketsizliğe mahkûm etmekle kalmadı, “burjuvazinin parlamento dışındaki kitlesi de, güçlü ve sınırlandırılmamış bir iktidarın koruması altında, güven içinde özel işlerinin peşine düşebilmek için, cumhurbaşkanına yaltaklanarak, parlamentoya hakaret ederek, kendi basınına kaba ve kötü davranarak, Bonaparte’ı, kendi konuşan ve yazan unsurlarını, kendi politikacı ve yazarlarını, kendi konuşmacı kürsüsünü ve kendi basınını ezmeye, yok etmeye çağırdı.” (s. 101). Kısacası, darbe öncesinde Fransız burjuva sınıfı, toplumu yönetme yeteneğini yitirmişti. Marx, bunalımın ayrıntılarını gözler önüne sererek yürüttüğü somut çözümlemeyi şu tümceyle sonuca bağlıyor: “Egemenliğin zorluklarından ve tehlikelerinden kurtulmak için, kendi siyasal egemenliğinden kurtulmaya can attığını açıkça ilan etti.” (s. 101)
Her şeyin tersine döndüğü bir ortamda, darbe hazırlığı içindeki bir cumhurbaşkanının, demokrasi bayraktarı olarak öne çıkmasına da şaşmamalı. Ulusal Meclis, 4 Kasım 1851 günü tatilden döner dönmez, cumhurbaşkanının, 31 Mayıs 1850’de kaldırılmış olan genel oya dönülmesini isteyen yazısını buluyor önünde. Bonaparte’ın bakanları, hem bu yönde bir tasarı sunuyorlar, hem de ivedilik kararı alınmasını istiyorlar. Ancak, 13 Kasım 1851 günü yapılan oylamada meclis, ivedilik önergesini de, genel oyu kısıtlamış olan yasanın değiştirilmesini de, 348’e karşı 355 oyla reddediyor. “Böylece, diyor Marx, [parlamento] vekillik belgesini bir kez daha yırttı, halkın özgürce seçilmiş temsilcisi olmaktan çıkıp bir sınıfın gaspçı parlamentosuna dönüştüğünü bir kez daha doğruladı, parlamenter başı ulusun gövdesine bağlayan kasları kendi elleriyle kesip ikiye ayırdığını bir kez daha kabul etti.” (s. 107). Sonra da, kendi elleriyle davet ettiği darbe kendi kafasına inince, Guizot’nun şu çığlığıyla sınırsız zavallılığını ve şaşkınlığını ortaya döküverdi: “Bu, sosyalizmin tam ve kesin zaferidir!” (s. 115). İşler bu raddeye geldikten sonra, düzeni ancak düzensizlik kurtarabilir, darbe de nesnel gerekçesini burada bulur diyor Marx: “Mülkiyeti artık yalnızca hırsızlık, dini yalnızca yalan yere yemin,122 aileyi yalnızca piçlik, düzeni yalnızca düzensizlik kurtarabilir!” (s. 125)
Marx’ın 18 Brumaire’de yürüttüğü çözümlemeler, genel hatlarıyla böyle.123 Ancak bu bölümü kapamadan önce, 1852 basımı ile 1869 basımı arasındaki farklarla ilgili olarak, daha önce değinilen bir noktaya dönmekte yarar var. Anımsanacağı üzere, henüz kendisi hayattayken yapılan ikinci basımda, Marx’ın, 1852 metninde kimi kırpıntılar yaptığı, daha sonraki basımlarda Marx’ın bu tercihine hep uyulduğu, ancak bunun bir istisnası bulunduğu belirtilmişti. 18 Brumaire’in son sayfalarında, küçük köylülüğün gitgide çöktüğünü ve proletaryaya yakınlaştığını anlatan Marx, küçük köylülüğün çöküşüyle birlikte gücünü bu sınıftan alan merkezi devlet yapısının da yıkılacağını belirtir. Sonra da, kendi vurgusuyla şu sözü ekler: “proleter devrimi, yokluğu bu devrimin solosunu tüm köylü uluslarının ölüm şarkısına dönüştürecek olan koroyu kazanır.” (s. 124). Görüldüğü gibi Marx, burada, çok sonra Lenin’in öncülük edeceği bir stratejiyi savunuyor: Köylü çoğunluklu toplumlarda, proletarya devrimi, ancak işçi-yoksul köylü ittifakıyla başarılı olabilir. Yoksa, bu “koro” kurulamazsa, proleter devrim köylü uluslarda yalnız başına okunan bir “solo” olarak kalırsa, bir “ölüm şarkısına” dönüşür. Bu, elbette, son derece önemli bir saptamadır. Peki 1869 basımında, Marx’ın bunu çıkarmış olması nasıl açıklanabilir? Sanırım bu ancak, kapitalizmin, hiç değilse Fransa gibi ileri bir ülkede, İngiliz örneğine uygun bir gelişme yaşayacağı, proletarya geliştikçe köylülüğün tasfiyeye uğrayacağı görüşüyle açıklanabilir. O zaman, gerçekten, “köylü uluslar”a ilişkin bu sözler fazlalıktır ve çıkarılmaları gerekir. Ne var ki, dünya tarihi Marx’ın bu beklentisini doğrulamamış, köylülük kolay tahmin edilemeyecek bir direnç göstermiştir. Yirminci yüzyılın başında Leninist stratejiyi başarılı kılan da, bu tarihsel gerçeğin Marksist açıdan doğru yorumlanmasıdır. (Günümüzde, devrim için, Leninist strateji de geride kalmıştır. Bugünün sorunu, devrimi bugünün koşullarında başarılı kılacak yeni bir Marksist stratejinin geliştirilmesidir.)
II. Sınıf Mücadeleleri’ndeki çözümlemeler
18 Brumaire’de olduğu gibi, Marx, Sınıf Mücadeleleri’nde124 de, çeşitli soyutluk-somutluk düzeylerinde yer alan, çok katmanlı bir çözümleme geliştiriyor. Yine de iki yapıt arasında vurgu farkları var. Sınıf Mücadeleleri’nin ilk bölümü, Şubat Devrimi’nden Haziran 1848 proletarya ayaklanmasına uzanan dönemi kapsıyor. Marx, bu bölümde, çeşitli siyasal düzenlerin ve güdülen siyasetlerin altında yatan sınıf tabanını, siyasal gelişmelerle tam iç içe geçmiş bir çözümleme örneğiyle gözler önüne seriyor. Bu bölümün odağında sınıf olarak proletaryanın yer alması, bu çözümlemenin önemini artırıyor. Onun için, Sınıf Mücadeleleri’nin ilk bölümünü özel bir dikkatle ele almak gerekiyor.
Marx, önce, Şubat 1848 devriminin devirdiği siyasal düzenin sınıfsal dayanağını belirtiyor: “Louis-Philippe döneminde egemen olan sınıf, Fransız burjuvazisi değil, onun bir kesimiydi: Bankacılar, borsa kralları, demiryolu kralları, kömür ve demir madenleri ile ormanların sahipleri, toprak sahiplerinin bunlarla birlikte hareket eden bir bölümü; yani, mali aristokrasi diye adlandırılan kesim.” (s. 11). “Gerçek sanayi burjuvazisi resmi muhalefetin bir bölümünü oluşturuyor, yani mecliste yalnızca bir azınlık olarak temsil ediliyordu.” (s. 11). “Tüm kademeleriyle küçük burjuvazi gibi köylü sınıfı da siyasal iktidardan bütünüyle dışlanmıştı.” (s. 12)
Bu sınıf dengesini sürdürmenin başlıca iki mekanizması, devlet borçlanması ile demiryolu siyaseti. Marx’ın sözleriyle, “burjuvazinin meclisler aracılığıyla hüküm süren ve yasa çıkaran kesiminin, devlet borçlanmasında doğrudan çıkarı vardı. Devletin bütçe açığı, tam da spekülasyonlarının asıl konusu ve zenginleşmelerinin temel kaynağıydı. Her yılın sonunda yeni bir açık. Her dört beş yılda bir yeni bir borçlanma. Ve her yeni borçlanma, mali aristokrasiye, yapay olarak iflasın eşiğinde tutulan devleti dolandırmak konusunda yeni fırsatlar sunuyordu: Devlet, bankacılarla en elverişsiz koşullarda anlaşmak zorundaydı.” (s. 12). “Devlet eliyle akıtılan muazzam miktardaki para, ayrıca, hileli teslimat125 sözleşmelerine, rüşvete, hırsızlığa ve her türlü dolandırıcılığa kapı açıyordu. Devlet, borçlanma aracılığıyla toptan dolandırılırken, devlet işleri126 aracılığıyla da perakende dolandırıcılığa maruz kalıyordu.” (s. 13). “Egemen sınıf, genel olarak devlet harcamalarını ve devlet borçlanmasını nasıl sömürüyorsa, demiryolları yapımını da öyle sömürüyordu. Meclisler, büyük harcamaları devletin sırtına yüklüyor ve spekülasyon yapan mali aristokrasiye altın meyveleri sunuyordu.” (s. 13). “Temmuz Monarşisi, Fransa’nın ulusal servetini sömürmek için kurulmuş bir anonim şirketten başka bir şey değildi ve bu şirketin kârları, bakanlar, meclisler, 240.000 seçmen127 ve yakınları arasında paylaştırılıyordu.” (s. 13). Bu sınır tanımaz zenginleşme hırsını gözler önüne serdikten sonra, Marx şöyle bir teşhiste bulunuyor: “Mali aristokrasi, zevkleriyle olduğu gibi kazanç biçimleriyle de, lumpen proletaryanın128 burjuva toplumunun doruklarında yeniden doğumundan başka bir şey değildir.” (s. 14)
Mali burjuvazinin bu gözü dönmüş yiyiciliği, toplumda dalga dalga yayılan bir isyan duygusuna yol açtı. “Sonunda, dünya çapındaki iki ekonomik olay, genel hoşnutsuzluğun açığa çıkışını hızlandırdı ve isyan duygusunu olgunlaştırdı. 1845 ve 1846 yıllarındaki patates hastalığı ile kötü hasatlar halktaki genel huzursuzluğu artırdı. 1847 yılındaki fiyat artışları kıtanın geri kalanında olduğu gibi Fransa’da da kanlı çatışmalara yol açtı. Mali aristokrasinin utanmazca cümbüşlerine karşı, halkın en temel gıda maddeleri için mücadelesi! … Devrimin ortaya çıkışını hızlandıran ikinci büyük iktisadi olay, İngiltere’deki genel bir ticaret ve sanayi bunalımıydı; 1845 yılının sonbaharında demiryolu hisse senedi spekülatörlerinin topluca yıkıma uğramasıyla kendisini duyuran, 1846 yılı boyunca tahıldan alınan gümrük (s. 15) vergilerinin kaldırılacak olması gibi bir dizi vesileyle bekletilen bunalım, sonunda 1847 sonbaharında, Londra’daki büyük sömürge malları tüccarlarının iflasları ile açığa çıktı; emlak bankalarının iflasları ve İngiliz sanayi bölgelerinde fabrikaların kapanması bunların hemen ardından geldi. Şubat Devrimi patlak verdiğinde, bu bunalımın kıta üzerindeki etkileri henüz son bulmamıştı.” (s. 16)
Görüldüğü gibi Marx, egemen sınıf siyasetlerinin yarattığı genel muhalefetin bir kriz konjonktürü ile birleşmesinin sonucu olan Şubat Devrimi’nin tarihsel senaryosunu, büyük bir oyun yazarının eşsiz ustalığıyla gözler önüne seriveriyor. Genel bir muhalefetin sonucu olan Şubat 1848 devrimi, görünüşte muhalefette birleşen, “ama çıkarları arasında karşıtlıklar bulunan farklı sınıfların uzlaşmasından başka bir şey olamazdı.” (s. 16). Bu uzlaşmanın kurumsal ürünü olan Geçici Hükümet üyelerinin “büyük çoğunluğu burjuvazinin temsilcilerinden oluşuyordu.” (s. 17). Ne var ki, devrimin sınıfsal rengi ne olursa olsun, nasıl “Paris siyasi merkezileşme nedeniyle Fransa’ya hükmediyorsa, işçiler de devrimci deprem anlarında Paris’e hükmeder.” (s. 17). Proletaryanın bu nesnel gücünden kaynaklanan kaçınılmaz durum, ister istemez, birtakım siyasal sonuçlar yaratır. “Temmuz Monarşisi nasıl kendisini cumhuriyetçi kurumlarla çevrili bir monarşi olarak ilan etmek zorunda kaldıysa, Şubat cumhuriyeti de kendisini sosyal kurumlarla çevrili bir cumhuriyet olarak ilan etmek zorunda kaldı. Paris proletaryası bu ödünü de zorla kopardı.” (s. 19)
İşçiler, maddi üstünlüklerinin verdiği güçle, genel oya dayalı cumhuriyeti ilan ettirdikleri gibi, bir çalışma bakanlığının kurulmasını ve emekçi çıkarlarının gözetilmesini ilke olarak kabul ettirdiler. Geçici Hükümet, Luxembourg sarayında çalışacak ve emekçi sınıfların durumunu iyileştirmenin yollarını bulacak bir işçi temsilcileri komisyonu kurdu. Ancak, Marx’ın tespitiyle: “Her tür dünyevi devlet iktidarından farklı olarak, bu kişilerin elinde ne bir bütçe ne de yürütme gücü vardı.” (s. 19). Gerçek gücü ellerinde tutan burjuva bakanlıkların “yanına eklenecek bir proleter çalışma bakanlığı, ancak bir iktidarsızlık bakanlığı, bir yerine getirilemez istekler bakanlığı, bir Luxembourg Komisyonu olabilirdi” dedikten sonra, değerlendirmesini şöyle sürdürüyor Marx: “İşçiler, burjuvazinin yanında kendilerini kurtarabileceklerine inandıkları gibi, diğer burjuva uluslarının yanında, Fransa’nın ulusal sınırları içinde bir proleter devrimini gerçekleştirebileceklerini sanıyorlardı. Ama Fransız üretim ilişkileri, Fransa’nın dış ticareti tarafından, bu ülkenin dünya pazarındaki konumu ve bu pazarın yasaları tarafından belirleniyor; Fransa, Avrupa ölçeğinde, dünya pazarının zorbası İngiltere’yi vuracak bir devrim savaşı olmadan, bunları nasıl parçalayabilirdi?” (s. 20). Proletarya devrimi, burjuvazinin yanında değil, ancak ona karşı gerçekleştirilebilirdi. Öte yandan, düzenin kökten değişmesi için, bu karşı çıkılacak burjuvazinin, sanayi burjuvazisi olması gerekirdi. “Ama Şubat Devrimi doğrudan doğruya mali aristokrasiyi hedef almamış mıydı? Bu olgu, sanayi burjuvazisinin Fransa’ya hükmetmediğini kanıtlamıştı. Sanayi burjuvazisi, ancak modern sanayinin tüm mülkiyet ilişkilerini kendisine göre biçimlendirdiği yerde egemen olabilir ve sanayi de bu (s. 20) gücü ancak dünya pazarını fethettiğinde kazanabilir, çünkü ulusal sınırlar onun gelişmesi için yeterli değildir.” (s. 21)
Proletaryanın Paris’teki büyük maddi gücü karşısında, hükümet, hem ödün hem de tuzak gibi görülebilecek iki önemli tedbir alıyor. Biri, burjuvazinin silahlı gücü olan Ulusal Muhafız’ın yanında, Gezici Muhafız adı altında yeni bir silahlı güç oluşturmaktı. 15-20 yaşındaki gençlerden oluşan biner kişilik 24 tabur kuruldu. Proletarya, işçi gençlerden kurulu bu birlikleri kendinden sayıp gurur duydu. Ancak hükümet, esas olarak lumpen proletaryadan oluşturduğu ve gündeliğe bağlayarak satın aldığı bu gençleri, gerektiğinde proletaryaya karşı kullanmayı tasarlıyordu. İkinci tedbir, bunalımın ve devrimin sokağa attığı yüz bin işçiyi, “ulusal atölyeler” adı verilen kurumlara kaydetmekti. Bu tedbir, işçilerin, çok düşük bir ücret karşılığında, “sıkıcı, tekdüze, verimsiz kazı işlerinde kullanılmasından başka bir şey” değildi. “Geçici Hükümet, bu (s. 28) atölyelerle, işçilerin kendilerine karşı ikinci bir proleter ordusu kurmuş olduğuna inanıyordu. İşçiler Gezici Muhafız hakkında nasıl yanıldıysa, bu kez de burjuvazi ulusal atölyeler hakkında yanılmıştı. Bir isyan ordusu yaratmıştı.” (s. 29). “Ulusal atölyeler, içerikleriyle değil ama isimleriyle, proletaryanın burjuva sanayisine, burjuva kredi sistemine ve burjuva cumhuriyetine yönelik somutlaşmış protestosuydu. Burjuvazinin bütün nefreti bu nedenle onlara yöneldi. … Küçük burjuvaların tüm rahatsızlıklarının, tüm hoşnutsuzluklarının merkezine de, ortak hedef tahtası olan bu ulusal atölyeler yerleşmişti. … Göstermelik bir iş için devletten maaş, işte sosyalizm!, diye homurdanıyorlardı içten içe.” (s. 29)
Şubat Devrimi’nin kabul ettiği (erkekler için) genel oyla yapılan seçimler sonucunda, 4 Mayıs 1848’de Kurucu Ulusal Meclis toplandı. “Ulusal Mecliste, tüm Fransa, Paris proletaryasını yargıladı.” (s. 32). Bu artık, yalnızca burjuva cumhuriyetinin meclisiydi. “Burjuvazi, proletaryanın hak iddialarını silahla çürütmek zorundaydı. (s. 33). Kurucu Meclis, seçimden önce Geçici Hükümet’te yer almış olan işçi temsilcilerini, yeni atadığı Yürütme Kurulu’nun dışında bıraktı. Çalışma bakanlığı kurulmasından vazgeçildi. Luxembourg Komisyonu kaldırıldı. Halk toplantıları yasaklandı. Meclis kürsüsünden işçilere sövgüler, alaylar yağdırıldı. Saldırının baş hedefi olarak da, ulusal atölyeler seçildi. Önce, günlük ücret, parça başı ücrete düşürüldü ve Paris doğumlu olmayan işçiler Sologne’a gönderildi. 21 Haziran’da çıkan bir kararnameyle ise, “evli olmayan tüm işçilerin” ulusal atölyelerden zorla çıkarılmaları “ya da” (s. 34) askere alınmaları emredildi.129
“İşçilerin başka çaresi kalmamıştı; ya açlıktan ölmek ya da saldırıya geçmek zorundaydılar. 22 Haziran’daki çok büyük ayaklanmayla karşılık verdiler ve bu ayaklanmayla, modern toplumu bölen iki sınıf arasındaki ilk büyük savaş yapıldı. Bu, burjuva düzeninin korunması ya da yok edilmesi mücadelesiydi. Cumhuriyeti gizleyen örtü yırtıldı.”
(s. 34). “Önderleri, ortak planları, araçları bulunmayan,130 çoğu silahlardan yoksun işçilerin, beş gün boyunca, ordunun, Gezici Muhafızın, Paris Ulusal Muhafızının ve taşradan akın eden Ulusal Muhafızın saldırılarını benzersiz bir yiğitlik ve dehayla nasıl durdurduğu biliniyor. Burjuvazinin, yaşadığı ölüm korkusunun bedelini eşi görülmemiş bir vahşetle ödettiği ve 3.000’den fazla tutukluyu131 katlettiği biliniyor.” (s. 34)
Marx, Haziran yenilgisinin kendileri üzerinde yarattığı ilk izlenimi aktarabilmek için, ilginç bir biçimde, neredeyse iki yıl önce yazdığı ve Neue Rheinische Zeitung gazetesinin 29 Haziran 1848 günlü sayısında çıkan “Haziran Devrimi” yazısından132 uzun bir alıntı yapıyor. Bu alıntıda, daha ayaklanmanın üzerinden üç gün geçmişken, Marx’la Engels’in bunun sınıfsal anlamını tam olarak kavradıklarını görüyoruz. Marx şöyle diyor: “Fransız burjuvazisinin 1789’dan beri gerçekleştirdiği çok sayıdaki devrimin hiçbiri düzene yönelik bir kalkışma değildi, çünkü egemenliğin ve köleliğin siyasi biçimi ne zaman değişse, bunlar, burjuva düzeninin sürmesini sağladı. Haziran, bu düzeni hedef aldı. Haziranın vay haline!”
Sınıf Mücadeleleri’nin ilk bölümünün sonu, sınıfsal çözümleme açısından inanılması güç bir yoğunlukta. Marx, Haziran 1848 yenilgisinin sonuçlarını şöyle sıralıyor: Bir kere, proletaryanın burjuvaca taleplerinin yerini, “Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfı diktatörlüğü!” sloganı133 alacaktır. İkincisi, can düşmanıyla karşı karşıya gelen burjuvazinin iyice zorbalaşması kaçınılmazdır. Bu da, küçük burjuvazi ile köylüleri proletaryaya iter. “Proletarya bir süreliğine sahneden uzaklaştırılarak burjuva diktatörlüğü resmen tanındığında, burjuva toplumunun orta katmanları, yani küçük burjuvazi ve köylü sınıfı, durumlarının daha da katlanılmaz hale gelmesi ve burjuvaziyle çelişkilerinin derinleşmesi ölçüsünde, proletaryaya giderek daha fazla bağlanmak zorundaydı.” (s. 36). Üçüncüsü, Haziran ayaklanması Kıta Avrupası’nın burjuvazisinde büyük bir korku yaratıp onu feodal krallıklarla ittifaka itti. Böylece, burjuva egemenliğinin sağlamlaştırılması engellendi. Dördüncüsü, Fransa’da proleter devrimin yenilgiye uğraması, ulusal devrimlerin Avrupa’nın zorba güçlerince yenilmesine olanak verdi. “Ama,” diyor Marx, son derece önemli bir noktaya değinerek, “bu ulusal devrimlerin kaderi proleter devrimin kaderine bağımlı kılınırken, bunların görünüşteki özerkliklerine, büyük toplumsal dönüşümden bağımsızlıklarına son verildi.” (s. 37). “Son olarak, Kutsal İttifakın zaferleri nedeniyle, Avrupa öyle bir biçim aldı ki, Fransa’daki her yeni proleter ayaklanması, doğrudan doğruya bir dünya savaşı ile çakışacak. Yeni Fransız devrimi, ulusal zemini hemen terk etmek ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin gerçekleşebileceği tek alan olan Avrupa alanını fethetmek zorunda.” (s. 37). Sanırım, Marx’ın daha on dokuzuncu yüzyıl için yaptığı bu tespitten, günümüzde devrimin ancak bir dünya devrimi olabileceği sonucunu çıkarmak yanlış olmaz.
Sınıf Mücadeleleri’nin ikinci bölümü, proletaryanın yenildiği Haziran 1848 günlerinden, küçük burjuvazinin yenildiği Haziran 1849 günlerine uzanan siyasal gelişmeleri inceliyor. Burada, Marx yine, devlet biçimlerinin ve güdülen siyasetlerin altında yer alan sınıfsal gerçeği gözler önüne seriyor. İlk bölümde, özellikle işçi sınıfı üzerinde durmuştu. Bu bölümün odağında ise küçük burjuvazi var. Bunun yanı sıra, burjuva sınıfını oluşturan türlü kesimler; partileri, sözcüleri, generalleri ve gazeteleri de belirtilerek tanıtılıyor.
Küçük burjuvazinin siyasal hareketinin adı, “demokratik cumhuriyetçilik”. Mecliste temsilcileri, Montagne Partisi.134 Yürütmede temsilcileri, Ledru-Rollin. Gazeteleri ise, Réforme. Küçük burjuvalar, Haziran 1848 ayaklanması sırasında, burjuvaziyle birleşerek proletaryaya karşı her türlü mücadeleyi yürütmüşlerdi. “Bunları yaparak, diyor Marx, kendi partilerini bir güç haline getiren zemini ortadan kaldırdılar, çünkü küçük burjuvazi, ancak arkasında proletarya durduğu sürece, burjuvazi karşısında devrimci bir tutum alabilir.” (s. 40). Bütün iktidar, “burjuva cumhuriyetçi” hizbe kaldı. Bunlar, Louis-Philippe zamanında, resmi muhalefeti temsil ediyorlardı. Sözcüleri National (Ulusal) gazetesiydi. “Tüm devlet görevlerini, bakanlıkları, polis müdürlüklerini, valilikleri, ordudaki boşalan komutanlıkları hemen ele geçirdiler. Yürütme gücünün tepesinde generalleri, yani Cavaignac135 duruyordu; genel yayın yönetmenleri Marrast, Kurucu Ulusal Meclisin daimi başkanı olmuştu.” (s. 40)
Proletarya yenilince, burjuvazi, sınıf siyasetini hemen pervasızca uygulamaya başladı. “Geçici Hükümet tarafından hazırlanmış olan … sermayenin vergilendirilmesi … planı Kurucu Meclis tarafından iptal edildi, çalışma süresini 10 saate indiren yasa yürürlükten kaldırıldı, borçluların hapsedilmesi uygulaması yeniden yürürlüğe kondu, Fransız halkının okuma da yazma da bilmeyen büyük çoğunluğu jüri üyesi olma hakkından yoksun bırakıldı. Oy verme hakkından niye yoksun bırakılmadılar ki?136 Yayınlar için güvence bedeli yatırma zorunluluğu yeniden getirildi, dernek kurma hakkı kısıtlandı.” (s. 42)
Esnaf, bütün gücüyle proletaryaya karşı savaşmıştı. “Mülkiyet adına mücadele alanına sürüldükleri dönem boyunca, küçük mülklerine dokunulmamıştı.” Ama şimdi artık işçiler yenilmişti ve esnafın desteğine ihtiyaç kalmamıştı. Onların da icabına bakılabilirdi. “Vadesi gelmiş senetlerin toplam değeri Paris’te 21 milyon frangın, diğer illerde 11 milyon frangın üzerine çıkmıştı. Paris’teki 7.000’den fazla işyeri sahibi Şubat ayından beri kiralarını ödememişti.” (s. 43). Esnaf homurdanmaya başladı. “Kitlesel olarak borsa salonunda toplandılar ve tehditkâr bir şekilde, devrimin yol açtığı durgunluk nedeniyle borçlarını ödeyemez duruma düştüğünü ve 24 Şubat günü işlerinin iyi durumda (s. 43) olduğunu kanıtlayabilen her tüccar için, ticaret mahkemesi kararıyla ödeme vadelerinin uzatılmasını ve borçların makul bir yüzdesinin ödenmesi durumunda, alacaklıların hak iddialarından vazgeçmek zorunda tutulmasını istediler.” (s. 44). Ne var ki, 22 Ağustos 1848 günlü toplantısında, meclis bu “dostane çözüm” önerisini reddetti. “Küçük burjuvaların büyük bir bölümü tümüyle mahvedildi ve diğerlerinin işlerini yürütmelerine, yalnızca, onları sermayenin mutlak köleleri haline getiren koşullar altında izin verildi.” (s. 44)
Kurucu Meclis, 4 Eylül’de başladığı anayasa çalışmalarını 23 Ekim’de tamamladı. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini kabul eden burjuva cumhuriyetçilerin hayali, Cavaignac’ı seçtirmekti. Seçim 10 Aralık 1848’de yapıldı. Sonuç, burjuva cumhuriyetçiler için tam bir hayal kırıklığı oldu. Cavaignac bir milyon, Louis Bonaparte ise, altı milyon oy aldı. “Köylü ayaklanması” diyor buna Marx. “Uygarlığın içinde barbarlığı temsil eden sınıfın” ayaklanması. Büyük devrimin anıları içinde yaşayan köylüler için Bonaparte, “bir kişi değil programdı. … Oy verme yerlerine bayraklarla, …yeni vergilere hayır, kahrolsun zenginler, kahrolsun cumhuriyet, yaşasın imparator!” diye bağırarak yürüdüler. (s. 50)
Louis Bonaparte’a oy verenler yalnızca köylüler değildi. “Geri kalan sınıflar, köylülerin seçim zaferinin tamamlanmasına katkıda (s. 50) bulundu. Napoleon’un seçilmesi, proletarya için, Cavaignac’ın görevden alınması, Kurucu Meclisin devrilmesi, … demekti. Küçük burjuvazi için Napoleon, borçluların alacaklılar üzerindeki egemenliği demekti. Büyük burjuvazinin çoğunluğu için, … cumhuriyetin yerini monarşinin alması, kralcı restorasyonun başlaması … demekti. Son olarak, ordu, … savaş için Napoleon’a oy vermişti.” (s. 51). Marx, şöyle devam ediyor: “Neue Rheinische Zeitung’un ifadesiyle Fransa’nın en basit adamının çok farklı anlamlar kazanması, işte böyle oldu. Tam da hiçbir şey olmadığından, kendisi dışında her anlama gelebiliyordu.” (s. 51)
Napoleon’un seçilmesi ve Cavaignac’ı yerinden etmesiyle, “National partisi yerleşmiş olduğu tüm yüksek mevkilerden hemen uzaklaştırıldı. Polis müdürlüğünü, posta yönetimini, Yargıtay başsavcılığını, Paris belediye başkanlığını, her yeri monarşinin eski adamları işgal etti.” Bourbon hanedanını tutan General Changarnier, “Seine Bölgesi Ulusal Muhafızının, Gezici Muhafızın ve Birinci Tümene bağlı düzenli birliklerin birleşik yüksek komutanlığını elde etti.” (s. 54). Seçimi kazanan Louis Bonaparte, hükümeti kurma görevini, anlamlı bir biçimde, Louis-Philippe’in son başbakanı Odilon Barrot’ya verdi. Bunu belirtirken Marx, çözümlemesini bireysel düzeye indirerek Barrot hakkında ilginç değerlendirmelerde bulunuyor: “Burjuva liberalizminin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan ve ruhunun sefil boşluğunu on sekiz yıl boyunca bedeninin ciddi görünümlü hareketleriyle gizleyen bu Barrot…”. Arada bir ürkse bile, “aynaya her baktığında, bakanlara özgü soğukkanlılığı ve insani kendini beğenmişliği geri” gelen Barrot. (s. 53)
Anayasanın yapılması ve cumhurbaşkanının seçilmesiyle, kurucu meclisin işi bitmişti. Ne var ki, meclis, cumhuriyetçi burjuvazinin en büyük dayanağıydı. İktidara tutunmaya çalıştılar. Cumhurbaşkanına karşı mücadelelerinde, iktisaden ezmiş oldukları küçük burjuvaziye yeniden yanaştılar. Yine de ancak izleyen yılın Mayıs ayına dek direnebildiler. 28 Mayıs 1849’da, yeni Ulusal Meclis toplandı. Burada artık Düzen Partisi (burjuvazinin kralcı hiziplerinin ittifakı) çoğunluktaydı. İkinci Cumhuriyetin geri kalan bölümü, bu meclisin cumhurbaşkanı ile çekişmesi içinde geçecek. Sınıf Mücadeleleri, bu çekişmeyi Ekim-Kasım 1850’ye dek izliyor.
Yeni meclise Düzen Partisi egemendi. Cumhuriyetçi burjuvalar sahneden silinmişti.
Buna karşılık, yeniden proletaryaya yaklaşan küçük burjuvalar, önemli bir muhalefet gücüne erişmişlerdi. Önderleri “Ledru-Rollin beş il tarafından seçildi. Düzen Partisinin hiçbir lideri ve gerçek proleter partisinden hiçbir isim böylesi bir zafer kazanmadı.” (s. 71). Tıpkı daha önce proletaryaya yapıldığı gibi, bunların da hakkından gelinmesi gerekiyordu. Sınıf Mücadeleleri’nin üçüncü bölümü, bunun nasıl gerçekleştirildiğinin öyküsüyle başlıyor. Bunun fırsatını, dış siyaset gelişmeleri sağlıyor: 11 Haziran 1849 günü, Ledru-Rollin meclis kürsüsüne çıktı ve Fransız silahlı kuvvetlerinin Roma Cumhuriyeti’ne karşı kullanılmasının anayasa ihlali olduğunu belirterek Bonaparte ile bakanlarını suçlayan bir önergeyi başkanlığa verdi. Ledru-Rollin, “Cumhuriyetçiler, her aracı kullanarak, anayasaya uyulmasını sağlayacaktır; hatta gerekirse silah gücüyle!” (s. 76) diye haykırdı. İşte Düzen Partisi’nin beklediği fırsat doğmuştu. 12 Haziran’da meclis, küçük burjuvazinin güvensizlik önergesini reddetti. “Ulusal Meclisin çoğunluğu isyancı azınlığı sokağa sürmek konusunda kararlıydı, azınlık artık geri adım atamazdı, zarlar atılmıştı.” (s. 79). Muhalefet 13 Haziran’da, barışçı bir biçimde sokağa döküldü. Ancak, Changarnier’nin süvarileriyle karşılaşınca, yürüyüşçüler çil yavrusu gibi dağıldılar. Marx’ın değerlendirmesiyle: “23 Haziran 1848, devrimci proletaryanın ayaklanmasıysa, 13 Haziran 1849 da demokratik küçük burjuvaların ayaklanmasıydı; bu ayaklanmaların her ikisi de, taşıyıcıları olan sınıfların klasik-saf ifadeleriydi.” (s. 81)
Düzen Partisi bu fırsatı sonuna dek kullandı. Hemen Paris’te sıkıyönetim ilan edildi ve her türlü muhalefet ezildi. “Azınlık, bir parlamenter ayaklanma denemesi yapacak kadar ileri gitmişti, çoğunluk, parlamenter zorbalığı yasa düzeyine yükseltti. Kürsü özgürlüğünü ortadan kaldıran ve Ulusal Meclisin başkanına düzeni bozdukları gerekçesiyle temsilcilere sansür uygulama, para cezası verme, milletvekili maaşlarını iptal etme, süreli uzaklaştırma cezası verme ve izin haklarını iptal etme yetkilerini tanıyan137 bir içtüzüğü kabul etti.” (s. 82). “Ulusal Meclisin Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarındaki tüm yasama faaliyetleri, sıkıyönetim ilan etme yetkisini hükümete veren, basının ağzını daha sıkı bir şekilde kapatan ve dernek kurma hakkını yok eden baskı yasalarının çıkarılmasından ibaret kaldı.” (s. 83)
Sınıf Mücadeleleri’nin üçüncü bölümü, Düzen Partisi’nin egemen olduğu meclisle cumhurbaşkanı arasındaki çekişmeyi, meclisin genel oy hakkını kaldırdığı 1 Mart 1850’ye dek izliyor. Bu çekişmede önemli bir aşama, 1 Kasım 1849’da, Bonaparte’ın, kralcı hiziplerin ortaklaşa destekledikleri Odilon Barrot hükümeti yerine, kendisine tamamen bağımlı (d’Hautpoul başkanlığında) bir hükümet kurması ve maliye bakanlığına, mali aristokrasinin önde gelen temsilcilerinden birini ataması. Marx’ın, burjuvazinin mali kesiminin yeniden öne çıkışıyla ilgili açıklaması şöyle: “Fransa gibi, ulusal üretim hacminin ulusal borç miktarıyla (s. 91) karşılaştırıldığında orantısız ölçüde küçük kaldığı; devlet kaynaklı rantların, en önemli spekülasyon konusu ve borsanın, kendisini üretken olmayan bir biçimde değerlendirmek isteyen sermayenin temel yatırım pazarı olduğu bir ülkede, tüm burjuva ya da yarı burjuva sınıflardan sayısız insanın, devlet borçlarında, borsa oyunlarında ve mali sermayede pay sahibi olması zorunludur. Tüm bu ikincil pay sahipleri, doğal dayanaklarını ve komutanlarını, bu çıkarları en kalın hatlarıyla, bir bütün olarak temsil eden kesimde bulmaz mı?” (s. 92). Marx fabrika sahibi sermayenin mali sermayeye boyun eğip Düzen Partisi’nin “en bağnaz üyesi” oluşunu ise şöyle açıklıyor: “Kârının mali kesim tarafından azaltılması, kârın proletarya tarafından ortadan kaldırılmasının yanında nedir ki?” (s. 93)
Mali kesim yükselirken, köylüler gitgide daha kötü duruma düşüyordu. Köylüler “üzerindeki sömürünün, sanayi proletaryası üzerindeki sömürüden yalnızca biçim açısından farklılaştığı görülüyor,” diyor Marx. “Sömürücü aynı: Sermaye. Tek tek kapitalistler tek tek köylüleri ipotek ve tefecilik aracılığıyla, kapitalist sınıf köylü sınıfını devlet vergisi aracılığıyla sömürüyor.” (s. 99). Devrimin getirdiği oy hakkını kullanarak deneyim kazanan köylü sınıfı, art arda düş kırıklıkları yaşıyor. Bu da köylüleri biliyor. “Devrimler, tarihin lokomotifleridir.” (s. 100)
Köylülerin, küçük burjuvaların, genel olarak orta katmanların proletaryaya yaklaşmaları, sınıf mücadelelerini keskinleştiriyor. “Sosyalizm”, egemenlerin korkularının; ezilenlerin ise umutlarının ideolojik kılıfı haline geliyor. Egemenlerin korkularını Marx şöyle betimliyor: “Koruyucu gümrük vergilerinin kaldırılması – Sosyalizm! çünkü Düzen Partisi’nin sanayici kesiminin tekelini zayıflatır. Devlet bütçesinin düzenlenmesi – Sosyalizm! çünkü Düzen Partisi’nin mali kesiminin (s. 103) tekelini zayıflatır. Et ve tahıl ithalatının serbest bırakılması – Sosyalizm! çünkü Düzen Partisi’nin üçüncü kesimi olan büyük toprak sahiplerinin tekelini zayıflatır. … Voltaire’cilik – Sosyalizm! çünkü Düzen Partisi’nin dördüncü bir kesimi olan Katolik kesimi zayıflatır. Basın özgürlüğü, dernek kurma hakkı, genel halk eğitimi –Sosyalizm, sosyalizm! Bunlar, Düzen Partisi’nin genel tekelini zayıflatır.” (s. 104). Ezilenlerin umutlarının adı da sosyalizm.138 Ancak bunların içinde, bir tek proletaryanınki devrimci sosyalizmdir. “Bu sosyalizm, devrimin sürekliliğinin ilanıdır; genel olarak sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, söz konusu üretim ilişkilerine karşılık gelen tüm toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması, bu toplumsal ilişkilerin ürünü olan tüm düşüncelerin dönüştürülmesi için zorunlu geçiş noktası olarak, proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”139 (s.105)
10 Mart 1850 ara seçimi, halk sınıflarındaki bilinçlenmenin sonucunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Solcu adaylar büyük bir zafer kazanıyorlar. Egemen sınıfın buna yanıtı, genel oyu kaldırmak! Marx, yasal düzenlemelerin ancak sınıfsal işlevlerini yerine getirdikleri sürece geçerliklerini koruyabileceklerini vurguluyor. “Burjuva anayasasının anlamı, genel oy hakkının ürünü ve sonucu olarak, yani halkın egemen iradesinin açık bir ifadesi olarak burjuva egemenliğidir. Ama bu oy hakkının, bu egemen iradenin içeriği burjuva egemenliği olmaktan uzaklaştığında, anayasanın bir anlamı kalır mı?” (s. 109). “Burjuvazi, bugüne kadar kuşanmış olduğu ve mutlak iktidarına kaynaklık eden genel oy hakkını reddederek, şunu açıkça itiraf ediyor: ‘Diktatörlüğümüz bugüne kadar varlığını halk iradesi sayesinde korudu; şimdi halk iradesine rağmen sağlamlaştırılması gerekiyor.’” (s. 110)
Sınıf Mücadeleleri’nin dördüncü bölümü, ilk üçünden çok farklı. Her an devrim beklentisi yok artık. Ekonominin 1848 ortalarından başlayarak yükselişe geçtiği ve bu durumda bir devrim beklenemeyeceği belirtiliyor. Genel oyun kaldırılmasının bile, bu koşullar altında önemli protestolara yol açmadığı vurgulanıyor: “her şeyden önce ticari ve sınai gönenç, proletarya tarafından gelebilecek her tür devrim girişimini engelledi.” (s. 117)
10 Mart 1850 seçim yenilgisine Düzen Partisi’nin ikinci yanıtı, basın özgürlüğünü iyice kısan yeni bir basın yasasının çıkarılması. Bu yasanın en ilginç düzenlemelerinden biri, imzasız yazıların yasaklanmasıydı. Bu konuda Marx’ın değerlendirmesi dikkat çekici: “Gazete yazıları anonimken, basın, sayısı ve adı bulunmayan kamuoyunun organı gibi görünüyordu; devletin içindeki üçüncü güçtü. Her yazıya imza konunca, bir gazete, artık yalnızca, az ya da çok tanınan bireylerin yazınsal katkılarının bir derlemesiydi. Her bir yazı, bir reklamın düzeyine düştü.” (s. 118)
Bu dördüncü bölüm, Fransa’nın yakın gelecekte yaşayabileceği siyasal gelişmelere ilişkin olarak, çok ilginç öngörülerle son buluyor. Egemen sınıfı oluşturan burjuvazinin iki hizbinin durumu inceleniyor ve Mayıs 1852’de, anayasanın gereği olarak cumhurbaşkanı seçimi yapılmasının bu iki hizbin kapışmasına yol açacağı, ikisinin de bunu göze alamayacağı, kesin olarak belirtiliyor. Aksine. “Düzen Partisi, halkla mücadelesinde, yürütmenin gücünü sürekli artırmak zorundadır. Yürütmenin gücündeki her artış, bunun taşıyıcısı olan Bonaparte’ın gücünü artırır. … Kısacası, anayasal çözüm siyasal statükonun bütününü tehdit eder ve burjuva, statükonun tehlikeye düşmesinin ardında, kargaşayı, anarşiyi ve iç savaşı görür. (s. 122) … Burjuvaziye göre tek olası140 çözüm, çözümün ertelenmesidir. Anayasal cumhuriyeti yalnızca anayasayı ihlal ederek, cumhurbaşkanının iktidarını uzatarak kurtarabilir.” (s. 123)
Bu satırlar, Bonaparte’ı iktidarda tutan 2 Aralık 1851 darbesinden on üç on dört ay önce yazılmıştır. O günlerdeki sınıf dengesine dayandırılan çözümleme ve işaret edilen kaçınılmaz sonuç, arızi biçimi ne olursa olsun, tümüyle doğrulanmıştır. Dahası, Bonaparte’ın, günü geldiğinde, meclise karşı genel oy silahını kullanabileceği tahmini bile tutmuştur: “Hatta, Bonaparte, görünüşte, meclise karşı genel oy hakkına başvurur.” (s. 122) Cumhurbaşkanının, cumhuriyeti bir darbeyle yıkacak karakterde biri olduğu da çok önceden vurgulanmıştır: “Bu pis herif, onu giderek zorunlu bir adam karakterine büründüren nedenler hakkında da kendisini kandırıyordu. Partisi, Bonaparte’ın giderek daha fazla anlam kazanmasını koşullara bağlayacak kadar kavrayışlıyken, o, bunu yalnızca adının büyüleyiciliğine ve aralıksız olarak Napoleon’u karikatürize etmesine borçlu olduğuna inanıyordu.” (s. 123)
Görüldüğü gibi, gerçi, 18 Brumaire’in, bugüne dek sıcağı sıcağına yazılmış en güçlü siyasal çözümleme olduğu doğrudur; ama bunu, Sınıf Mücadeleleri’ni incelemeden tam olarak kavramak ve değerlendirmek olanaksızdır.
III. Marx’ın verdiği çözümleme dersi
18 Brumaire ile Sınıf Mücadeleleri’nin gözler önüne serdiği örneklere yakından bakıldığında, sanırım, belli bir siyasal dönemi incelerken uyulması gereken başlıca çözümleme ilkeleri şöyle sıralanabilir:
1) Dönem, kendi içinde, anlamlı altdönemlere bölünmelidir. Bu bölümleme, önemli siyasal dönemeçlere denk düştüğü gibi, altında yatan sınıf hareketini de yansıtmalıdır. Bu ilkeye, hem Sınıf Mücadeleleri’nde, hem de 18 Brumaire’de uyuluyor. Ne var ki, ilkinde kaba bir dilimleme ile yetinilirken, ikincisinde, erişilmesi güç bir ustalıkla karşı karşıya kalıyoruz. Gerçekten de, Şubat Devrimi’nden Haziran 1848 proletarya ayaklanmasına, bu ayaklanmadan Haziran 1849 küçük burjuva gösteri yürüyüşüne, bu gösteri yürüyüşünden meclislere egemen olan çeşitli burjuva hiziplerin cumhurbaşkanıyla kapışmasına uzanan temel üçlü bölümleme her iki yapıtta da var. Ancak, 18 Brumaire’i kendi alanının başyapıtı durumuna getiren özelliklerinden biri, bu bölümlemede, yalnızca sınıf hareketlerini değil, her bir sınıf hareketine eşlik eden somut siyasal ve kurumsal gelişmeleri de birlikte gözler önüne serebilmesi. Otuz üç aylık bir zaman kesitinin, bu şekilde, on ayrı altbölüme dilimlenebilmesi, şaşırtıcı bir ustalık göstergesi. Kitabın altıncı bölümünün sonunda yer alan bu başlıklar dizisi,141 tarihsel maddeciliğe uygun bir çözümlemenin nasıl yapılması gerektiği konusunda, bize verilmiş en öğretici örneklerden biridir.142
2) Siyasal gelişmeler, esas olarak, iktisadi gelişmelere bağlanmalıdır. Kapitalizm bir dünya sistemi olduğundan bu inceleme, öncelikle, en gelişmiş kapitalist ülkelerin önderlik ettiği ilişkiler ağına oturtulmalıdır. Nitekim, 1848 devrim dalgası, temelde, 1847’de İngiltere’den Kıta Avrupası’na yayılan iktisadi bunalıma bağlanıyor. 1848’in ortasından başlayarak gericiliğin yeniden üstün gelmesi de, bunalımın artık geride kalmasıyla açıklanıyor. Ancak her ülke farklıdır; dolayısıyla, dünyadaki gelişmelerden, farklı biçimde etkileneceği göz önünde tutulmalıdır. Devrimci dalganın Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da çok değişik biçimler alması ancak böyle açıklanır.
3) İktisadi gelişmeler esas belirleyici olmakla birlikte, tek belirleyici değildir. Siyasal kurumların mantığından, tarihsel mirastan, dahası, siyasal sahnenin oyuncularından kaynaklanan birçok etkileyici öğe daha vardır. Çözümlemelerde bunlar da kullanılmalıdır. Marx bunları bol bol kullanıyor. Özellikle 18 Brumaire’de, anayasal kurumların kendi mantığından kaynaklanan çeşit çeşit belirleme örnekleri veriyor. Görüldüğü gibi, iktisadi etmenlerle yetinen bir açıklama, tarihsel maddecilik açısından eksik, dolayısıyla da yanlıştır.
4) Marx’ın verdiği örneklerde, siyasal davranışları açıklamak için, iktisadi gelişmelerin yanı sıra daha birçok öğenin kullanıldığı görülüyor. Bunlar, tarihsel maddeciliğin en soyut ve genel kurallarından en somut ve hatta bireysel düzeye dek, çok geniş bir yelpazede yer alıyor. Böyle olunca, çözümlemelerde, incelenen konunun gereği olan düşünsel araçların kullanılması gerekir. O nedenle de Marx, yerine göre, usta bir filozof, bir siyaset bilimcisi, bir anayasacı, hatta Odilon Barrot ya da Louis Bonaparte gibi siyasetçilerin kimi davranışlarını açıklarken gösterdiği gibi, keskin bakışlı bir psikolog olmasını biliyor. Marx’ın bize verdiği çözümleme dersinde, bu nokta çok önemli olduğu için özellikle vurgulanması gerekir: Siyasal gelişmeleri yalnızca iktisadi gelişmelerle açıklamak eksik, dolayısıyla yanlış olduğu gibi, iktisat dışındaki alanlara, o alanların değil de, iktisatçının gözlükleriyle bakmak da yanlıştır.
5) Her şeyi olduğu gibi, siyasal gelişmeleri de doğru dürüst kavrayabilmek için, bunları bir oluşumun, bir sürecin parçası olarak görmek gerekir. Dolayısıyla tarih, her incelemenin vazgeçilemeyecek bir boyutudur. Tarihin anlatılması gerekmez, ama bilinmesi gerekir. Konunun özgül tarihi ile karşılaştırmalı tarihi bilinmedikçe, verilerin bilimsel bir biçimde değerlendirilmesi olanaksızdır.
100 18 Brumaire, Fransa’nın büyük devrimden sonra benimsediği yeni takvime göre, I. Napolyon’un cumhuriyet kurumlarına karşı gerçekleştirdiği hükümet darbesinin günüydü. Bugünkü takvime göre: 9 Kasım 1799.
101 Bu basım için Marx, 1852 metninde birkaç kırpıntı yaptı. Bunlardan biri, köylülerin devrimci rolüne ilişkin olduğu için önemli görülmüş ve öteki kesintilerin aksine, daha sonraki yayımlarda genellikle 1869 metnine eklenmiştir. Burada kullanılan Özalp çevirisinde de durum böyledir: s. 124. Bu konuya ileride değinilecek.
102 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2009, s. 9. Engels, yaşamının sonuna dek bu kanaatini korumuş, 18 Brumaire’i, hep, tarihsel maddeciliğin en parlak uygulaması saymıştır. Örneğin, 21 Eylül 1890’da, Joseph Bloch’a yazdığı mektupta, maddeci tarih kuramına ilişkin olarak şunları söylüyor: “Ayrıca sizden bu kuramı, ikinci elden değil de asıl kaynaklarından alıp incelemenizi rica ederim; gerçekten böylesi daha kolaydır. Marx nadiren bu kuramın rol oynamadığı bir şeyler yazmıştır. Ama özellikle Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, bunun uygulanışının hiç kuşkusuz mükemmel bir örneğidir.” Engels, 25 Ocak 1894’te, Heinz Starkenburg’a yazdığı mektupta da, iktisadi ilişkilerin belirleyiciliğinden ne anlamak gerektiği konusunda, somut örnek olarak öncelikle 18 Brumaire’e bakılması gerektiğini vurguluyor: “Zaten, Marx’ın 18 Brumaire’de verdiği güzel örnek, somut bir örnek olması dolayısıyla, sanırım sorularınıza yeterli bir yanıttır.” Karl Marx, Friedrich Engels, Felsefe İncelemeleri, çev. Cem Eroğul, 3. Basım, İstanbul, Yordam Kitap, 2013, s. 170 ile 182.
103 Marx’la Engels’in ilk karşılaşmaları, Kasım 1842 ortalarında, Köln’de. Marx 24, Engels ise 22 yaşında. Marx, o sırada, ilk gazetecilik deneyimini kazandığı Rheinische Zeitung’un (Ren Gazetesi) genel yayın yönetmeni. Engels, İngiltere’ye doğru yola çıkarken uğruyor gazeteye.
104 Bu tür baskılardan kurtulabilme umuduyla Marx, aynı yılın Aralık ayında Prusya yurttaşlığından ayrılıyor.
105 Marx ilk kez Mayıs 1842’de, Köln’de çıkan Rheinische Zeitung’ta (Ren Gazetesi) yazmaya başlamış, o yılın 15 Ekim’inde gazetenin genel yayın yönetmenliğine getirilmiş, 18 Mart 1843’te ise, hükümetin gazeteyi yasaklama kararı üzerine görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır.
106 Marx ailesi, 1850’de bir yaşında bir erkek çocuğunu, 1852’de ise, yine bir yaşında bir kız çocuğunu, kötü yaşam koşulları nedeniyle yitiriyor.
107 Dergideki dördüncü yazının son sayfasında, Fransa’da meclisin 11 Kasım 1850’de yeniden toplanacağı söyleniyor. Özalp çevirisi: s. 125. Araştırmanın en çok Kasım başına kadar getirildiğini buradan anlıyoruz.
108 Gerçi, Engels’in de belirttiği gibi, bu yeni yaklaşım, Marx’la kendisinin Neue Rheinische Zeitung’da yazdıkları bütün yazılarda kullanılmıştı. Ancak burada ilk kez, birkaç yıl süren ve tüm Avrupa için kritik önem taşıyan bir siyasal gelişme süreci, bütünlüklü olarak, son çözümlemede iktisadi olan nedenlere bağlanarak açıklanıyordu. Sınıf Mücadeleleri, Özalp çevirisi: s. 127.
109 http://www.marxists.org/archive/marx/works/1895/letters/95_04_01.htm (30 Kasım 2012)
110 http://www.marxists.org/archive/Luxemburg/1918/12/30.htm (30 Kasım 2012)
111 18 Brumaire gerçekte yedi bölümden oluşuyor. Ancak bütün bu bölümlerde incelenen gelişmeler üç büyük döneme ayrılmış bulunuyor. Altıncı bölümün sonunda, Marx, bu üç dönemin belli başlı gelişmelerini, tarihlerini de vererek sıralıyor. Özalp çevirisi: s. 110-111. (110. sayfada, birinci dönemin bitiş tarihi, 4 Mayıs 1848 yerine 4 Mart 1848 diye yazılmış. Okurken düzeltilmeli.)
112 Gerçekte, bu son bölümü, Marx’la Engels birlikte yazmışlardır.
113 18 Brumaire’de Marx bunu açıkça belirtiyor. Örneğin, 10 Aralık 1848 cumhurbaşkanlığı seçiminden söz ederken: “10 Aralık seçiminin anlamını bir başka yerde açıkladım. Burada bu konuya dönmeyeceğim.” (s. 35) diyor. Marx’ın “bir başka yer” dediği, önce Revue’de dört bölüm halinde yayımlanan, 1895’te de Engels tarafından kitaplaştırılan Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850 adlı yapıt.
114 Marx burada, kendi çalışmasını, “yaklaşık olarak aynı zamanda aynı konuyu işlemiş olan çalışmalardan yalnızca ikisi dikkate değer” dediği, Victor Hugo ile Pierre-Joseph Proudhon’un çalışmalarıyla karşılaştırıyor. Özalp çevirisi: s.11.
115 Alıntılardaki vurgular hep özgün metne aittir.
116 Parantez içinde belirtilen sayfalar, hep Özalp’in 18 Brumaire çevirisine ilişkindir.
117 Gerçekte, sınıf mücadelesinin kendisinin de, şu ya da bu yönde gelişeceğini önceden kesinlikle öngörmek olanaksızdır. “Marx’ın kavramlaştırdığı sermaye, iç çatışmaları bir olanaklar yelpazesi sergileyen dinamik bir sistemdir. Sınıf mücadeleleri hangilerinin etkin olacağına, hangilerinin yolda kalacağına karar verecektir.” Daniel Bensaïd, Marx Kullanım Kılavuzu, çev. Volkan Yalçıntoklu, İstanbul, Habitus Yayıncılık, 2010, s. 179-180. Görüldüğü gibi Marx, ciddi bir toplumbilimcinin yapabileceği tek büyük katkıyı yapıyor, gerçekliğin özünü oluşturan dizgenin (sistemin) yapısını ve işleyişini ortaya koyuyor. Böylece, sınıf savaşımının olanaklarını belirlemiş oluyor. Bu olanakların kullanılması, birtakım koşulların ve ilişkilerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu koşullarla ilişkilerde somut bireylerin nasıl davranacağını önceden bilmek olanaksız. Buna karşın, Marx’ın birçok öngörüsünün tutmuş olması, kuramının “doğruluğunun kanıtı” değil, biliminsanı sezgisinin göstergesidir yalnızca. Aynı şekilde, tutmamış öngörüleri de kuramını yanlışlamaz. Böyle bir yanlışlama, ancak bireylerin nasıl davranacaklarının önceden kesinlikle öngörülebileceğini ileri süren belirlenimci kuramlar için geçerli olabilir. Marx bize bir “eylem kılavuzu” verir. Buna uyup uymayacağımız kendi bileceğimiz bir iştir.
118 Bu, yalnızca erkek nüfusu kapsayan bir genel oydur. Barikatlarda dövüşerek ölen işçi kadınlara heyecanla değinen Marx’la Engels’in, genel oyun bu cinsiyetçi kısıtlamasına ilişkin olarak bir şey söylememiş olmaları dikkat çekicidir. Marx’la Engels’in işçi kadınların kahramanlıklarına duydukları hayranlığın bir örneği, 28 Haziran 1848 günlü Neue Rheinische Zeitung gazetesinde çıkan “23 Haziran” (“The 23rd of June”) başlıklı yazıda yer alan (ve kısaltarak çevirdiğim) şu satırlardır: “Ulusal muhafızların güçlü bir birliği, Cléry sokağındaki barikata cenahtan taarruz etti. Barikattakilerin çoğu geri çekildi. Yalnızca yedi erkekle iki kadın, iki genç ve güzel grisette [gri tulum giyen kadın işçi] yerinden ayrılmadı. Bayrağı taşıyan işçi vurulunca, hemen grisette‘lerden biri, uzun boylu, temiz giyimli, güzel bir kız, çıplak kollarıyla bayrağı kaptı, barikatı aştı ve ulusal muhafızlara doğru yürümeye başladı. Kız vurulunca, öteki grisette hemen ileri atıldı, bayrağı kaptı, arkadaşının başını kaldırdı ve ölmüş olduğunu görünce, çileden çıkmışçasına ulusal muhafızlara taş yağdırmaya başladı. O da burjuvazinin kurşunlarıyla can verdi. Sonunda barikat düştüğünde, canlı tek bir işçi kalmıştı.” http://www.marxists.org/archive/marx/works/1846/06/28a.htm (30 Kasım 2012)
119 Özalp çevirisi: s. 44. Marx, meclis üye sayısını 750 olarak veriyor. Anayasal sayı öyle. Ancak, birden çok çevreden seçilmeler nedeniyle, 13-14 Mayıs 1849 seçimlerinde gerçekte doldurulan koltuk sayısı 713. http://fr.wikipedia.org/wiki/%C3%89lections_l%C3%A9gislatives_fran%C3%A7aises_de_1849#R.C3.A9sultats (17 Aralık 2012)
120 Burada “orijinal”, kolayca tahmin edilebileceği gibi, “garip” anlamında kullanılıyor.
121 Partileşmenin henüz bugünkü örgütsel anlamını kazanmamış olduğu bir çağda, Düzen Partisi, burjuvazinin büyük toprak sahibi (Bourbon hanedanı taraftarı) kesimiyle mali aristokrasi ve büyük sanayi (Orléans hanedanı taraftarı) kesimini bir araya getiren ittifakın “partisi” (yani eylemdeki bir sınıfın ya da sınıf kesiminin, taraftarlarıyla birlikte oluşturduğu topluluk). Orta ve küçük sanayiyi temsil eden öteki büyük burjuva partisini Marx, genellikle, “cumhuriyetçi burjuvalar” diye anıyor. Fransız siyaset sahnesindeki diğer iki “parti” ise, küçük burjuvalar (“demokratik cumhuriyetçiler”) ile işçi sınıfı (“devrimci proletarya”). Köylüler, siyasette kendi adlarına yer alamadıklarından, bir “parti” oluşturmuyorlar.
122 Sanırım, “yalan yere yemin” yerine “küfür” dense, Marx’ın amacına daha uygun düşerdi.
123 Bu çözümlemeler içinde, herhangi bir türe sokamadığım, üstelik Marx’ın bile çağının cinsiyetçi koşullanmalarından sıyrılamadığını gösteren bir benzetmesine burada değinmek istiyorum. 1851 darbesinden söz ederken, “Bir ulusun ve bir kadının, karşılarına çıkan ilk maceracının ırzlarına geçebildiği tedbirsizlik anları bağışlanmaz.” (s. 21) diyor. Burada, çarpıcı derecede cinsiyetçi bir söylemle karşı karşıyayız: Irzına geçilen bir toplum (ulus), bir kadın olarak düşünülüyor. Ulusunki gibi olduğuna göre, kadının “namusu” toplumsal bir sorun olarak görülüyor. Toplumun namusunun korunması, kadın bedeninin dokunulmazlığına bağlanıyor. Kadının “ırzına geçen”, yalnızca “maceracı” sayılıyor. Buna karşılık, ırzlarını koruyamayan kadınların tedbirsizlikleri “bağışlanmaz” bulunuyor. Daniel Bensaïd’in dediği gibi, “teorik ve politik anlamda ne kadar yenilikçi ve gözü pek olurlarsa olsunlar, dönemlerinin insanları olarak onların [Marx’la Engels’in] da önyargıları vardı, düşünce tarzlarının, yasalar ve teknolojiyle aynı ritimde değişmediklerine hak vermemek elde değil.” Bkz. s. 184.
124 Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850, çev. Erkin Özalp, 2. baskı, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2012. Parantez içinde belirtilen sayfalar, hep yapıtın bu basımına ilişkindir.
125 Devletin özel işletmelerle imzaladığı tedarik sözleşmeleri kastediliyor.
126 Bayındırlık işleri kastediliyor.
127 Şubat 1848 devriminden sonra genel oy kuralı kabul edilince, kayıtlı (yalnızca erkek) seçmen sayısı 9.600.000 olarak saptandı. http://www.assemblee-nationale.fr/histoire/suffrage_universel/suffrage-1848.asp#atteinte (5 Aralık 2012)
128 İt kopuk takımının.
129 Marx öyle diyor. Ancak, 22 Haziran 1848 günlü Le Moniteur universel (Toplum Rehberi) gazetesinin 174. sayısındaki habere göre, söz konusu kararname, 17-25 yaş arasındaki “bütün işçilerin” ulusal atölyelerden “çıkarılıp zorla” askere alınmalarını öngörüyordu. Sınıf Mücadeleleri’nin marxists.org sitesinde yayımlanan İngilizce metninde, birinci bölümde, 81 no.lu dipnot: http://www.marxists.org/archive/marx/works/1850/class-struggles-france/notes.htm#n81 (5 Aralık 2012) Marx’ın kendisi de, 29 Haziran 1848 günlü Die Rheinische Zeitung gazetesinde çıkan “Haziran Devrimi” yazısında, 17-25 yaş arasındaki işçilerin ulusal atölyelerden çıkarılarak ya orduya alınacağını ya da sokağa atılacağını söylüyor. <http://www.marxists.org/archive/marx/works/1848/06/29a.htm> (5 Aralık 2012)
130 Buradaki “ortak planları” sözünü “hükümet programları” diye anlamak gerekir. Yoksa, askeri strateji anlamında işçilerin çok sıkı bir planları olduğunu, Engels’in, Neue Rheinische Zeitung gazetesinin 1 ile 2 Temmuz 1848 günlerinde yayınlanan “Haziran Devrimi” yazısından biliyoruz. <http://www.marxists.org/archive/marx/works/1848/07/01.htm> (5 Aralık 2012)
131 “tutsağı” olacak.
132 < http://www.marxists.org/archive/marx/works/1848/06/29a.htm> (5 Aralık 2012)
133 Marksizmin tarihinde bu slogan ilk kez burada dile geliyor. Bütün alıntılarda olduğu gibi, buradaki vurgu da Marx’a ait. 1895 girişinde, Engels’in, “çalışma hakkı” talebi yerine artık “üretim araçlarına el konması” talebinin yer almasının önemini vurgularken, proletarya diktatörlüğü sloganının ilk kez bu metinde ortaya atıldığına değinmemiş olması dikkat çekicidir. Bu suskunluk, hükümetin yeni bir antisosyalist yasa hazırlamasından çekinen o günkü Sosyal-Demokrat Parti yöneticilerinin ısrarlı ricaları ve Engels’in, hiç değilse yeterince güç toplanıncaya dek yasal seçim silahından yararlanabilmenin kaygısını taşımasıyla açıklanabilir.
134 1789 Devrimi’nin keskin kanadını oluşturan Jakoben’ler, kendi gruplarına “dağ” anlamına gelen bu adı uygun görmüşlerdi. İkinci Cumhuriyet küçük burjuvaları işte buna özeniyorlar.
135 Haziran 1848 proleter ayaklanmasını ezen general.
136 Marx bu satırları yazdığında genel oy henüz kaldırılmamıştı. Bu bakımdan, yürüttüğü sınıf çözümlemesinde işlerin o noktaya doğru gittiğine işaret etmesi gerçekten de dikkate değer.
137 Özalp’ın çevirisi Almanca aslından. İngilizce çeviriyle kimi uyumsuzluklar var. İngilizce metinde, maaşları “iptal etme”ye, “maaşları durdurma”; “izin haklarını iptal etme” yerine ise “hapsetme” denmiş. Almanca bilmediğim için karşılaştıramıyorum. Tümcenin ilgili bölümü İngilizce şöyle verilmiş: “…, with stoppage of their salaries, … with incarceration.” <http://www.marxists.org/archive/marx/works/1850/class-struggles-france/ch03.htm > (10 Aralık 2012)
138 Sosyalizm sözcüğünün arkasına gizlenen toplumsal hareketlere ilişkin ve buradakinden daha kapsamlı bir açıklama, Sınıf Mücadeleleri’ni oluşturan yazılardan iki yıl önce yayınlanan Komünist Manifesto’da (“Sosyalist ve Komünist Edebiyat”) yer almıştı. Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, İstanbul, Yordam Kitap, 2008, s. 41-51.
139 Görüldüğü gibi, proletaryanın sınıf diktatörlüğünün “zorunlu geçiş noktası” olduğu, burada bir kez daha vurgulanırken, bu geçişin hedefinin ne olduğu da açıkça belirtiliyor: 1) Sınıfların ortadan kaldırılması; 2) Sınıflara dayanan toplum ilişkilerinin ortadan kaldırılması; 3) Bu ilişkilere uygun gelen düşüncelerin ortadan kaldırılması. Bütün bu işlerin “güzellikle” yapılamayacağı ortada. Dolayısıyla bunun bir “diktatörlük” olduğu kuşkusuz. Ancak, Marx’ın gözünde bu diktatörlük, sınıfın kendisinin “doğrudan doğruya” uygulayacağı bir diktatörlüktür. Yoksa, sınıf adına “temsilcilerin” ya da “parti yöneticilerinin” diktatörlüğü değil. Kaldı ki, bu satırlar yazıldığında, ayrı bir örgüt tipi olarak “parti” kavramı henüz gelişmemişti. Bertell Ollman’ın dediği gibi, Marx, “proletarya diktatörlüğü”nü, “gelişmiş ülkelerin hepsinde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının tümünün (ki buna tarım işçilerini de dahil eder) demokratik yönetimi anlamında kullandı.” Marksizme Sıra Dışı Bir Giriş, çev. Ayşegül Kars, 2. basım, İstanbul, Yordam Kitap, 2011, s. 43.
140 Verilmek istenen anlam, “muhtemel” değil de “mümkün” olduğuna göre, burada “olası” değil “olanaklı” denmeliydi.
141 Özalp çevirisi: s. 110-111. (bkz. yukarıda n. 12)
142 Marx’ın dedikleri daha da özetlenerek, bu on dilimin, a) sınıfsal tabanı; b) siyasal gelişmeleriyle kurumsal oluşumları şöyle sıralanabilir: 1) 24 Şubat- 4 Mayıs 1848: a) zıvanadan çıkmış mali aristokrasiye karşı sanayi burjuvazisinin, küçük burjuvazinin, köylülerin, proletaryanın aldatıcı sınıf kardeşliği; b) sayısal ve toplumsal gücü nedeniyle, ister istemez proletaryanın üstünlüğünde gerçekleşen Şubat devrimi; işçi temsilcilerinin de katıldığı Geçici Hükümet ile işçi isteklerini dile getirmek üzere kurulan Luxembourg Komisyonu. 2) 4 Mayıs-25 Haziran 1848: a) bütün sınıfların proletaryaya karşı ittifakı; b) bütün sınıfların proletaryaya karşı birleşik saldırıya geçmesi, proletaryanın buna yanıt olarak ayaklanması ve yenilmesi; seçilen kurucu mecliste
Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu
Yordam Kitap



