ADAM SMITH: Roma İmparatorluğunun Çöküşünden Sonra Kentlerle Kasabaların Ortaya Çıkıp Gelişmesi Üzerine
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, kentlerle kasabaların ahalisi, kır ahalisinden daha çok kayrılıyor değildi. Gerçekte, bunlar, eski Yunan ve İtalya cumhuriyetlerinin ilk ahalisinden pek farklı bir halk tabakasından oluşuyordu. Ötekiler; daha çok, kamu arazisinin ilk başta aralarında bölüşüldüğü; evlerini birbirinin yakınında kurup, ortaklaşa savunma için bir duvarla çevirmeyi uygun gören toprak sahiplerinden oluşuyordu. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra ise toprak sahiplerinin, bunun tersine, genel olarak mülkleri üstündeki tahkimli hisarlarda, kiracılarıyla kulları arasında yaşadıkları anlaşılıyor. Kentlerde daha çok, o çağlarda kul köle ya da hemen hemen kölemsi oldukları anlaşılan, zanaatçılar ve araç gereç kullanan işçiler oturuyordu. Avrupa’da belli başlı kentlerden kimisinin ahalisine, eski beratlarla verilmiş olduğunu gördüğümüz ayrıcalıklar, bu ayrıcalıklardan önce, halkın ne durumda olduğunu gereği gibi göstermektedir. Efendilerinin rızası olmaksızın kendi kızlarını dışarı gelin verebilmeleri, öldüklerinde mallarının efendilerine değil kendi çocuklarına miras kalması ve malları üzerinde vasiyet yoluyla tasarrufta bulunabilmeleri kendilerine bir ayrıcalık olarak bağışlanmış kimselerin, bu müsaadeler verilmeden önce tıpkı ya da aşağı yukarı, kırlardaki toprak ırgatları gibi, kul köle durumunda olmuş olmaları gerektir.
Gerçekte, bunların, şimdiki madrabazlarla ayak satıcıları gibi, mallarıyla birlikte oradan oraya, o panayırdan berikine dolaşıp duran, pek yoksul, pek düşkün bir takım kimseler olduğu anlaşılıyor. Şimdi Asya’nın birçok Tatar devletlerinde olduğu gibi, o zamanki Avrupa’da da, türlü türlü ne kadar ülke varsa hepsinde, bazı yurtluklardan[179] geçtikleri, bazı köprülerden yürüdükleri bir panayırda mallarını oradan oraya taşıdıkları, orada bunları satmak üzere bir çergi ya da sergi kurdukları zaman, yolculardan ve eşyalarından vergi alınırdı. Bu çeşit vergiler, İngiltere’de müruriye, köprü parası, kalış, sergilik adlarıyla tanınmıştı. Kimi zaman kral, bazen da anlaşılan bir takım vesilelerle bunu yapmaya yetkisi bulunan bir lord, bir kısım tacirlerden, özellikle kendi ülkesinde oturanlardan, bu gibi vergileri almaz, toptan bağışlardı. Başka bakımlardan kul köle veya kölemsi oldukları halde, bu gibi tacirlere, bu yüzden, bağımsız tacir denirdi. Çokluk, karşılık olarak, bunlar kendilerini kayıranlara, bir tür yıllık baş vergisi öderdiler. O çağlarda, değeri bulunan bir karşılığı olmadan, esirgemede bulunulduğu olmuyordu. Bu vergi, belki öteki vergilerini bağışlamalarıyla koruyucularının uğrayabilecekleri kaybın telafisi sayılabilirdi. Önce, gerek bu baş vergilerinin, gerekse vergi bağışlamalarının, tamamıyla kişiye özgü olduğu; hayatları boyunca veya esirgeyenlerin canı istedikçe, yalnız belirli kimseleri etkilediği anlaşılıyor. Birçok İngiltere kentinin mülk kütüklerinden alınarak yayımlanmış pek noksan özetlerde, bazen, belirli hisarlıların teker teker krala ya da bir başka efendiye, bu gibi esirgemeler karşılığı olarak ödedikleri vergi bazen bütün bu vergilerin yalnız genel toplamı sık sık anılır.[180]
Şu var ki, kent ahalisinin durumu, kökeninden ne denli kölemsi olursa olsun, bunların, kırlardaki toprak ırgatlarından çok önce özgürlüğe ve bağımsızlığa eriştikleri apaçık gözükmektedir. Kral gelirinin herhangi bir kentte bu gibi baş vergilerinden oluşan kısmı, çokluk, şu kadar yıllık bir süre için, kesin bir gelir karşılığında, bazen kontluğun[181] güvenlik ve adalet görevlisine[182] bazen başka kimselere iltizama[183] verilirdi. Hisarlıların, gelirin tümünden, zincirleme ve teker teker sorumlu olarak, kendi kentlerinden çıkan bu gibi geliri iltizamla toplamalarına izin verilecek kadar itibar kazandıkları çok
oluyordu.[184] Öyle sanıyorum ki, Avrupa’da ne kadar ülke varsa, hepsinin hükümdarlarının alışılmış tutumu bakımından, bu yolda kira gelirinin iltizama verilmesi pek elverişli idi. Krallar çoğu zaman yurtlukları, bir bütün olarak, bu malikânelerdeki kiracıların topuna birden kiralıyor; kiracılar, gelirin tümü üzerinden zincirleme ve teker teker sorumlu oluyorlardı. Ama karşılık olarak, bunu bildikleri gibi toplayıp, kral hazinesine kendi kâhyaları eliyle ödemelerine, böylelikle, kral memurlarının küstahlığından yakayı tamamıyla sıyırmalarına izin veriliyordu. O çağlarda bu çok önemli sayılan bir haldi.
İlk başta, kent iltizamı, hisarlılara da belki başka iltizamcılara olduğu gibi, yalnız şunca yıl süre ile veriliyordu. Ama zamanla, bunu onlara mutlak, yani sonsuz olarak, ileride hiç artırılmayacak, değişmez bir gelir tahsisi ile bağışlamanın genel âdet olduğu anlaşılıyor. Ödeme böyle devamlı olunca, buna karşılık yapılan vergi bağışlamaları da tabii süreklileşti. Dolayısıyla da bu vergi bağışlamaları kişiye özgü olmaktan çıktı; artık, birey olarak kişilere değil, ancak falan hisarın hisarlılarına ait sayılabiliyor, bundan ötürü, bu hisara bağımsız bir hisar deniyordu. Serbest hisarlı veya bağımsız tacir denmesi de bu nedenledir.
Bu iznin verildiği kentin hisarlılarına, genel olarak müsaade ile birlikte, kızlarını dışarı gelin edebilmeleri, çocuklarının kendilerine mirasçı olması, malları üzerinde vasiyet yolu ile tasarrufta bulunabilmeleri gibi, yukarıda sözü geçen, önemli ayrıcalıklar bağışlanıyordu. Bu gibi ayrıcalıklar, önceden çokluk, belirli hisarlılara, kişi sıfatıyla, ticaret serbestliğiyle birlikte mi veriliyordu, orasını bilmiyorum. Bunun üzerinde dosdoğru kanıt gösteremem ama, verilmiş olmasını ihtimal içinde görüyorum. Yalnız, nasıl oldu ise olsun, toprak kulluğu ile köleliğin başlıca nitelikleri üstlerinden kaldırılınca, bunlar, hiç değilse özgürlük sözünün şimdiki anlamıyla, artık gerçekten özgür oldular.
Hepsi bu kadarla kalmadı. Bir yandan da, genel olarak yargıçları, bir kent kurulları olmak, kendi yönetimleri için tüzükler çıkarmak, savunmaları için duvarlar yapmak, gözcülükle bekçiliğe, yani eski anlayışa göre, gece gündüz bu duvarları bütün saldırılara ve baskınlara karşı savunup korumaya zorlayarak, ahalinin hepsini, bir tür askeri inzibat altına sokmak ayrıcalıkları bulunan, bir örgüt ya da tüzel bir varlık halinde ortaya çıktılar. İngiltere’de, bunlar, genel olarak yüzlük[185] mahkemelerle kontluk mahkemelerinde yargılanmaktan bağışık tutuluyorlardı. Aralarında çıkacak dâvalarda, hükümdarlarla ilgili olanlar dışında, bunlar, kendi yargıçlarının hükmüne bırakılmışlardı. Başka ülkelerde, bunlara, çoğu zaman pek daha büyük ve geniş yargılama yetkileri veriliyordu.[186]
Gelirinin iltizamını yapmasına izin verilen kentlere, hemşerilerini paylarına düşeni ödemeye zorlamak için, bir tür zecri[187] yargılama yetkisi bağışlamak belki gerekli olabilirdi. O kargaşalı zamanlarda, bu çeşit adaleti bir başka mahkemeden aramak üzere, onları salıvermek, pek uygunsuz olabilirdi. Ancak; Avrupa’da türlü türlü ne kadar ülke varsa, hepsinin hükümdarlarının, gelirlerinin tümü içinde, ne masrafa ne özene lüzum göstererek, işlerin doğal gidişiyle artması belki en muhtemel bulunan kısmını, bir daha artmayacak, kesin bir vergi geliri ile böylece değiş etmeleri; üstelik böyle kendi istekleriyle ülkelerinin bağrında bir tür bağımsız cumhuriyetler kurmaları, olur işlerden değildir.
Bunu kavramak için, o zamanlar, Avrupa’da belki hiçbir ülke imparatorunun, ülkesinin bir boydan bir boya uzanan tüm genişliği içinde, uyrukları arasında zayıf olanları, lordlarca ezilmekten korumadığını anımsamak gerekir. Kanunun kayıramadığı, kendilerini savunacak kadar güçlü olmayan kimseler ya kayırsın diye bir lorda başvurup korunmak üzere ona köle veya vasal olmak yahut birbirlerinin ortaklaşa korunması için, karşılıklı bir savunma birliğine girmek zorunda kalıyorlardı. Kent ve hisar ahalisinin, tek kişiler
olarak alındıkta, kendilerini savunabilmek için güçleri yoktu. Ama komşularıyla karşılıklı bir savunma birliğine girince, bunların hiç de yabana atılmayacak bir karşı koymada bulunmaları kabil oluyordu. Lordlar hem ayrı bir tabaka hem sanki türü kendilerinden bambaşka, azat olunmuş köle takımı saydıkları hisarlıları adam yerine koymuyorlardı. Hisarlıların zenginliği, bunların çekememezliğini ve öfkesini kamçılamaktan geri kalmıyordu. Fırsat buldukça onları, amansızca kıyasıya talan edip soyuyorlardı. Hisarlılar, lordlardan tabii yaka silkiyordu, korkuyordu. Kral da onlardan tiksiniyor, ürküyordu; ama, belki aşağı da görse, hisarlılarından nefret etmesi yahut korkması için neden yoktu. Onun için, karşılıklı çıkar, hisarlıları, kralı desteklemeye; kralı da, onları, lordlara karşı tutmaya itti. Hisarlılar, düşmanlarının düşmanı idi; onları bu düşmanların elinden mümkün olduğu kadar kurtarıp güvenliklerini sağlama bağlamak, kralın çıkarına idi. Yargıçlarının kendi aralarından olması: kendi yönetimleri için tüzükler çıkarmak, savunmaları için duvarlar yapmak, ahalisinin hepsini bir tür inzibat altına almak ayrıcalığını vermekle, insana gücünün yettiği bütün güvenlik ve bağımsızlık araçlarını, baronlara karşı, hisarlılara sağlamış oldu. Böyle, bu çeşit düzgün bir hükümet kurulmaksızın, kesin bir plan ya da sisteme göre ahalisini harekete zorlayacak bir makam olmaksızın, gönüllü karşılıklı savunma birliği, sürekli olarak, ne bunlara güvenlik sağlayabilir, ne bunların, kralı enikonu destekleyebilmelerine imkân olurdu. Kentlerinin iltizamını kesenkes onlara bağışlamakla, dostları ve (böyle demek yakışık alırsa) müttefikleri olmasını istediği kimselerin zihninde, kentlerinin iltizam gelirini yükselterek yahut bunu, bir başka iltizamcıya vererek, ileride boyuna kendilerini ezeceği korkusuna ve kuşkusuna hiç yer bırakmadı.
Nitekim, baronlarıyla arası pek açık olarak yaşayan hükümdarların, hisarlılarına bu çeşit bağışlarda bulunmakta çok cömert davrandıkları anlaşılıyor. Örneğin, İngiltere Kralı John’un, kendi kentlerine karşı son derece eli açık bir veli nimet olduğu görülmektedir.[188] Fransa’nın I. Philip’i, baronları üzerindeki bütün yetkiyi elden kaçırmıştı. Saltanatının sonlarına doğru, (sonradan şişman Lewis diye tanınan) oğlu Lewis, rahip Daniel’in anlattığına göre, lordların ortalığı kasıp kavurmalarını önlemek için en uygun yolu öğrenmek üzere kral, ülkesindeki piskoposlara danıştı. Bunların öğüdü, ayrı iki öneriden oluşuyordu. Önerilerden birisi, ülkesindeki her hatırı sayılır kentte yargıçlar ve bir kent kurulu meydana getirerek yeni bir yargılama düzeni kurmaktı. İkincisi, bu kent ahalisini, kendi subaylarının komutası altında, gereken zamanlarda, kralın yardımına koşturmak üzere yeni bir milis oluşturmaktı. Fransız tarihçilerine göre, Fransa’daki belediye memurlarıyla, kent kurullarının meydana gelme tarihini buradan başlatmak gerekir. Almanya’daki bağımsız kentlerden çoğunun, ilk ayrıcalık müsaadelerine kavuşması ile ünlü Hans birliğinin korkunç hale gelmeye başlaması, Suabia hanedanından hükümdarların bahtsız saltanatları sırasında olmuştur.[189]
O zamanlar, kent milisinin, kırlardakinden aşağı kalmadığı anlaşılıyor. Ansızın sıkışıldığında daha kolaylıkla bir araya getirilebilecekleri için de, komşu lordlarla olan çatışmalarda bunların çoğu zaman üstünlüğü vardı. Ya hükümet merkezinden, yani ülkenin doğal kuvvetinden uzakta bulundukları için ya bir başka nedenle, hükümdarın, bütün yetkisini yitirir olduğu İtalya ile İsviçre gibi ülkelerde, kentler, genellikle bağımsız cumhuriyetler haline geldi; dolaylardaki bütün soylulara pes dedirterek, onları, kırlardaki kasırlarını alaşağı edip öteki barışçı ahali gibi, kentte oturmak zorunda bıraktılar. Gerek Bern’in gerekse İsviçre’deki birçok başka kentin tarihçesi budur. Venedik’i bir yana bırakırsanız, (çünkü o kentin tarihi biraz başka türlüdür) on ikinci yüzyıl sonu ile on altıncı yüzyıl başı arasında, ortaya çıkıp batan, bir sürü hatırı sayılır İtalyan cumhuriyetlerinin hepsinin tarihi budur.
Hükümdar nüfuzu çoğu zaman pek hafif olmakla birlikte, hiçbir zaman, bütün bütün ortadan kalkmayan Fransa veya İngiltere gibi ülkelerde, kentler, tamamıyla bağımsız olma fırsatını bulamadı. Gelgelelim, öyle önem kazandılar ki, hükümdar, değişmeyen kent iltizamı gelirinden başka, bunlar üzerine, rızaları olmadıkça vergi koyamadı. Bundan ötürü, ivedili hallerde, krala, bazı olağan üstü yardım yapılmasına izin verilmesinde, orada rahiplerle baronlara katılsınlar diye, ülkenin genel meclisi toplantılarına saylav göndermeleri için kentlere başvurulurdu. Genel olarak da, daha çok kendi tarafını tuttukları için, kralın, bunların vekillerini bu meclislerde, bazen ileri gelen büyüklerin nüfuzunu kıracak bir karşı araç olarak kullandığı anlaşılıyor. Avrupa’nın bütün büyük kral yönetimlerindeki genel meclislerde, hisarların[190] temsil olunmasının kökeni budur.
Kırlarda toprakla uğraşanların her türlü şiddete açık bulunduğu bir zamanda; dirlik düzenlik, iyi yönetim; bunların yanı sıra bireylerin özgürlüğü ve güvenliği, kentlerde böylece kurulmuş oluyordu. Böyle kendilerini savunmayacak durumdaki insanlar, sırf karınları doymakla tabii eyvallah derler. Çünkü daha fazlasını edinmek, olsa olsa kendilerini ezenlerin kıyıcılığını körükleyebilir. Tersine; çalışmalarının ürününden yararlanacaklarını bilecek olurlarsa, durumlarını düzeltip yaşam için gerekli olanlardan başka, rahatlık ve zevk sağlayan nesneleri de elde etmek üzere, tabii didinirler. Bundan ötürü, gerekli boğaz tokluğundan fazlasını amaç tutan çalışma, kırlarda toprak işletenler arasında iyice yayılmazdan çok önce kentlerde yer edinmişti. Toprak kulluğu angaryası altında ezilmiş yoksul bir rençper elinde biraz sermaye birikti mi, bunu, haliyle ait olacağı efendisinden büyük bir özenle saklayıp, ilk fırsatta bir kente kapağı atardı. O zamanın kanunu, kent ahalisini öyle kayırıyor, lordların kır ahalisi üzerindeki yetkisini azaltmakta öyle titiz davranıyordu ki, bir yıl efendisinin kovuşturmasından yakayı kurtarıp gizlenebilirse, artık sonuna değin, özgür kalıyordu. Onun için, kır ahalisinin çalışkanları elinde birikmiş ne kadar mal mevcudu varsa, edinen kimsenin güvenebileceği tek ilişilmez yer olan kentlere sığınıyordu. Bir kent ahalisinin, geçim maddelerini ve çalışmalarının bütün araçlarıyla gereçlerini, eninde sonunda, kırlardan sağlaması gerekir; doğru.. Ama, deniz kıyısı yanında yahut kullanışlı bir ırmağın yamaçlarında kurulmuş bir kentin ahalisi, bunları edinmek için, muhakkak komşu kırlara bağlı kalmaz. Onların elinde, çok daha geniş bir alan vardır. Ya kendi çalışmalarının işlenmiş ürünü karşılığı ya uzak ülkeler arasında taşıyıcı görevi yapıp, birinin mahsulünü ötekininki ile değiş etmekle, bunları, dünyanın en ücra köşelerinden getirtebilirler. Komşusu olan ülkede alışveriş ettiği ülkeler de yoksul ve perişan iken; bir kent, böylece alabildiğine zenginleşip parlayabilir. Bu ülkelerden her biri, teker teker alınınca, ona, geçiminin veya işinin belki ufak bir parçasını sağlayabilecek iken, hepsi bir arada alınacak olursa, bu kente hem geniş bir geçim hem büyük bir çalışma sağlayabilirler. Bununla birlikte, o zamanın dar ticaret çerçevesi içinde, varlık ve çalışkan bazı ülkeler vardı. Ömrü olduğu kadar, Yunan İmparatorluğu; Abbasiler saltanatı sırasında, Arap İmparatorluğu bu halde idi. Türkler fethedinceye dek, Mısır; Mağribiler idaresi altındaki Berberiye kıyılarının bir kısmı ile bütün İspanya illeri de böyle idi.
Avrupa’da, ticaretle şöyle hatırı sayılır bir zenginlik kertesine yükselmekte, İtalyan kentlerinin başı çektiği anlaşılıyor. İtalya, dünyanın o zamanki bayındır ve uygar bölgesinin ortasında bulunuyordu. Sonra Haçlı Seferleri, büyük ölçüde mal mevcudu çarçuruna, ahali kaybına sebep olarak, Avrupa’nın çoğu kısmının ilerlemesini kuşkusuz geri bıraktırmakla birlikte, bazı İtalyan kentlerinin gelişmesine pek elverişli olmuştur. Her yandan, Kutsal Topraklar’ın fethine yürüyen büyük ordular, oraya ulaştırılmaları ile bazen; kendilerine donatım sağlanmasıyla de her zaman Venedik, Ceneviz, Piza gemiciliğini olağanüstü özendirdiler. Onlar, sanki bu orduların levazımcıları idiler. Avrupalı milletlerinin başına gelen çılgınlıklar içinde en yıkıcısı olan bu olay, o cumhuriyetler için bir varlık
kaynağı oldu.
Ticaret yapan kentlerin ahalisi, daha zengin ülkelerden gelişmiş mamuller ve pahada ağır süs ve gösteriş eşyası ithal ederek; onları, topraklarının büyük miktardaki işlenmemiş mahsulü ile kapış kapış satın alan büyük mülk sahiplerinin cakasını biraz okşamış oluyorlardı. Böylece, o çağlarda, Avrupa’nın büyük bir bölgesinin ticareti, başlıca, daha uygar milletlerin işlenmiş ürününe karşılık, kendi işlenmemiş mahsullerini değiş etmekten oluşuyordu. Nitekim İngiltere yünü Fransa şarapları ile değiş edilirdi. Bugün de, Lehistan zahiresi, Fransa şarapları ve konyakları; Fransız, İtalyan ipekli ve kadifeleriyle aynı tarzda değiş edilmektedir.
İyi cins, ince işlenmiş zanaat eşyasından zevk alma, bu gibi işlerin yapılmadığı ülkelere yabancı ticaret yolu ile girmiş oldu. Yalnız, bu zevk, hatırı sayılır bir talep yaratacak kadar yayılınca, tacirler, ulaştırma masrafından tasarruf etmek için, o çeşit bazı sanayiyi doğal olarak kendi ülkelerinde kurmaya çalıştılar. İşte, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, Avrupa’nın batı illerinde kurulduğu anlaşılan uzak yerlerdeki satışlara dönük ilk sanayinin temeli budur. Şurası kaydolunmalıdır ki, hiçbir büyük ülke, orada, şu ya da bu çeşit bir sanayi ile uğraşılmadıkça ne yaşayabilmiştir, ne de yaşayabilir. Böyle bir ülke için, sanayisi yok denildiği zaman da, hep, incelmiş ve gelişmiş yahut uzak yerlerdeki satışlara elverişli sanayi anlaşılmalıdır. Her büyük ülkede, halkın pek çoğunun giyeceği de, ev eşyası da, kendi çalışmalarının ürünüdür. Hele, sanayisi bol olduğu söylenen zengin ülkelerden ziyade, çokluk, sanayisi olmadığı söylenen yoksul ülkelerde büsbütün böyledir. Bu ülkelerde, aşağı halk tabakasının gerek giyiminde gerekse ev eşyasında, genel olarak, yoksul ülkelerdekinden çok fazla yabancı üretim payı bulursunuz.
Uzak yerlerdeki satışlar için elverişli olan sanayinin, başka başka ülkelerde, iki ayrı şekilde başladığı anlaşılıyor.
Kimi zaman bu sanayi, yukarıda sözü edildiği şekilde, aynı çeşitten bir takım yabancı mamulleri taklit ederek onları kurmuş olan bir takım tacirlerle girişimcilerin, böyle demek yakışırsa, mal mevcutlarının zoru ile meydana gelmiştir. Demek, bu gibi sanayi, yabancı ticaretten fışkıran filizlerdir. On üçüncü yüzyılda Lucca’da gelişmiş olan, eski zamanın ipekli, kadife ve kemha sanayisinin de böyle olduğu anlaşılıyor. Makyavel’in kahramanlarından Castruccio Castoracani’nin zulmü yüzünden bu sanayi oradan dışarı uğratılmıştır. 1310’da Lucca’dan dokuz yüz aile sürülmüştü.[191] İçlerinden biri, Venedik’e çekilip, oraya ipek sanayisini sokma önerisinde bulundular. Bunların önerisi kabul olundu. Kendilerine birçok ayrıcalık verildi. Üç yüz işçi ile sanayiye başladılar. Eskiden Flanders’de gelişmiş olup, Elizabeth saltanatı başında İngiltere’ye getirilen iyi cins kumaş sanayisinin de böyle olduğu anlaşılıyor. Lyon ile Spitalfields’ın şimdiki ipek sanayisi de, öyledir. Yabancı mamullerin taklidi olduğundan, bu şekilde meydana getirilen sanayi genellikle yabancı gereçleri işler. Venedik sanayisi ilk kurulduğunda, gereç hep Sicilya ile Yakın Doğu’dan getiriliyordu. Lucca’nın daha eski olan sanayisi de, yine yabancı malzeme ile yapılıyordu. Dut ağacı yetiştirip ipekböceği tutmanın, on altıncı yüzyıldan önce, İtalya’nın kuzey bölgelerinde yaygın olmadığı anlaşılıyor. Bu zanaatlar, IX. Charles saltanatı zamanına değin, Fransa’ya girmemiştir. Flanders sanayisi, başlıca, İspanyol ve İngiliz yünü ile çalışıyordu. İspanyol yünü, İngiltere’nin ilk yünlü sanayisinin değil, uzak satışlara elverişli olan ilk yünlü sanayisinin gereci idi. Bugün, Lyon’daki sanayinin gereçlerinin yarısından çoğu, yabancı ipektir; ilk kurulduğunda, hepsi yahut aşağı yukarı hepsi yabancı idi. Spitalfields’daki sanayinin gereçleri arasında İngiltere ürünü bulunmasına hiç olasılık yoktur. Genel olarak birkaç kişinin düşünüp taşınması ve tasarlamasıyla
meydana geldiğinden, bu gibi sanayinin merkezi, bu kimselerin çıkarları, kafaları veya delişmenlikleriyle gelişigüzel kestirilip atılmasına göre, bazen denizi bulunan bir kentte, kimi zaman bir iç kasabada kurulur.
Zaman olur, uzak yerlerdeki satışlara dönük sanayi, en yoksul, en ilerlememiş ülkelerde bile, her zaman yapılması gerekli ev sanayisi ile kaba sanayinin azar azar düzeltilmesiyle, doğal şekilde, sanki kendiliğinden serpiliverir. Bu gibi sanayi, genel olarak, ülkenin yetiştirdiği gereçleri işler. Önce, çokluk, deniz kıyısından pek fazla değilse bile, epey uzak, bazen da, bütün su ulaştırmalarından uzak, içerlek ülkelerde güzelleştirilip geliştirilir. Doğası bereketli, kolay ekilip biçilen bir içerlek ülkeler, rençperlerin beslenmesi için gerekli olandan çok fazla erzak yetiştirir. Kara yolu ile ulaştırmanın masrafı, ırmak üstü gidiş gelişin elverişsizliği dolayısıyla, bu fazlayı dışarı göndermek çoğu zaman güç olabilir. Onun için, bolluk, yiyecek içeceği ucuzlatır; çalışmalarının, yaşam için gerekli ve elverişli maddelerin orada başka yerlerdekinden daha fazlasını kendilerine sağlayabildiğini gören birçok işçiyi, o yöreye yerleşmeye heveslendirir. Bunlar, toprağın yetiştirdiği sanayi gereçlerini işler; tamamlamış oldukları yapıtlarını yahut aynı şey demek olan onun bedelini, daha fazla gereç ve yiyecek içecek ile değiş eder. Su kıyısına ya da uzak bir piyasaya ulaştırılması masrafından tasarruf ederek, işlenmemiş ürünün fazla kısmına yeni bir değer katarlar. Onun karşılığında da, rençperlere, daha önce elde edebileceklerinden daha kolay şartlarla ya faydalı ya hoşa gider bir şey sağlarlar. Rençperler, mahsullerinin fazlasına karşılık daha iyi bir fiyat elde edip, gereksindikleri öteki rahatlık sağlayan maddeleri daha ucuza satın alabilirler. Böylelikle mahsul fazlasını, toprağın büsbütün bayındırılıp işlenmesiyle çoğaltmaya heveslendikleri gibi, buna olanak da bulurlar. Toprağın bereketi sanayiyi doğurduğu gibi, sanayinin gelişmesi de, toprak üzerine tepki yapar; onun bereketini büsbütün artırır. Sanayiciler önce, bulundukları bölgenin donatımını sağlarlar. Sonra, yaptıkları işler gelişip güzelleştikçe, daha uzak pazarları beslerler. Çünkü gerek işlenmemiş ürün gerekse hatta kaba sanayi, karadan hatırı sayılır bir ulaştırma masrafının altından kolay kolay kalkamadığı halde; güzelleşmiş, gelişmiş mamuller, buna pekâlâ katlanabilir. Bu malda, küçük bir hacim içerisinde, çoğu zaman, büyük bir miktar işlenmemiş ürün pahası vardır. Örneğin, yalnızca seksen libre çeken güzel bir kumaşın içinde, yalnız seksen libre ağırlıktaki yünün değil, bazen, emek veren türlü kimselerle, bunları doğrudan doğruya çalıştıranların beslendiği birkaç bin libre ağırlığındaki zahirenin[192] de pahası vardır. Kendi kılığı ile dışarıya zor götürülebilecek zahire, gerçekte tamam olmuş zanaat malları biçiminde böylece ihraç edilip, dünyanın en ücra köşelerine kolayca yollanabilir. Leeds, Halifax, Sheffield, Birmingham, Woverhampton sanayisi, böyle doğal şekilde sanki kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Bu gibi sanayi, tarımın yavrularıdır. Avrupa’nın yeni zamanlar tarihinde, bunların büyüyüp gelişmesi, genellikle dış ticaretten doğma sanayiden sonra olmuştur. Yukarıda sözü geçen yerlerde şimdi parlamakta olan sanayiden herhangi biri, ülke dışı satışlara elverişli hale gelmezden yüz yılı aşkın bir zaman önce, İngiltere, İspanyol yönünden yapılma güzel kumaş sanayisinde, kendini tanıtmıştı. Bunlar, ancak, dış ticaretin son ve büyük sonucu olan tarımın ve doğrudan doğruya onun ortaya çıkardığı sanayinin genişleyip ilerlemesiyle serpilip büyüyebilmiştir. Bunu, şimdi anlatmaya başlayacağım.
ADAM SMITH
MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ
İNGİLİZCE ASLINDAN ÇEVİREN: HALDUN DERİN
SUNUŞ: PROF.DR. GÜLTEN KAZGAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI