Anneyi İyi Tutmak : Ruhsal Sağlığın İkilemi

Psikoterapi pratiğimde sıkça karşılaştığım, bireysel ruhsal sağlık üzerinde derin etkiler bırakan ve çoğu zaman farkında olmadan taşıdığımız ağır bir yükü ele almak isterim: “Anneyi İyi Tutmak: Ruhsal Sağlığın İkilemi.” Bu ifade, toplumun annelik üzerine inşa ettiği kutsal ve kusursuz imgelem ile bireyin kendi yaşanmışlıkları arasındaki keskin çelişkiyi ve bu çelişkinin bireyde yarattığı suçluluk, değersizlik ve kendini kötüleme eğilimini açıklamaktadır.


Anneyi İyi Tutmak: Ruhsal Sağlığın İkilemi

Toplumumuzda ve birçok kültürde, anne figürü neredeyse dokunulmaz bir kutsallıkla çevrilidir. Anne, fedakarlık, koşulsuz sevgi, şefkat ve koruyuculuk gibi en yüce değerlerin temsilcisi olarak idealize edilir. Bu idealizasyon o kadar güçlüdür ki, bir annenin eksikliklerini, hatalarını veya yetersizliklerini dile getirmek, hatta kendi içimizde onlara karşı olumsuz bir duygu beslemek bile büyük bir tabu haline gelebilir. İşte tam da bu noktada, “Anneyi iyi tutma” yükümlülüğü doğar. Bu, sadece dışarıya karşı annemizin “kötü” olmadığını göstermek değil, aynı zamanda kendi içimizde de onun kusursuz imajını sürdürme, herhangi bir olumsuz deneyimi inkâr etme veya çarpıtma çabasıdır.

Bu durum, bireyin ruhsal sağlığı üzerinde karmaşık ve çoğu zaman yıkıcı bir ikilem yaratır:

1. Yükün Bireye Kaydırılması: Suçlu, Değersiz, Kötü Olan Benim!

Eğer bir çocuk, annesinden beklediği koşulsuz sevgiyi, yeterli ilgiyi veya duygusal desteği alamadıysa, ya da annenin kendi travmaları, eksiklikleri veya kişilik özellikleri nedeniyle zorlayıcı bir deneyim yaşadıysa, bu deneyimi idealize edilmiş anne imajıyla nasıl bağdaştıracaktır? Çoğu zaman, çocuk (ve daha sonra yetişkin), bu çelişkiyi çözmek için, annenin “iyi” imajını koruma pahasına, yaşadığı olumsuz deneyimin sorumluluğunu kendine yükler.

  • “Ben Yetersizim / Yaramazım / Sevilmeye Değersim”: Annenin beklenen tepkiyi vermemesi veya olumsuz davranması durumunda, çocuk bunu annenin kusuruna değil, kendi yetersizliğine bağlama eğilimi gösterir. “Annem beni sevmiyorsa, çünkü ben sevilmeye layık değilimdir” veya “Annem bana bağırıyorsa, çünkü ben kötü bir şey yapmışımdır” gibi inançlar gelişir.
  • Gizli Suçluluk ve Utanç: Annenin hatalarını veya eksiklerini dile getirmemek, bu duruma maruz kalmış olmanın yarattığı öfkeyi, üzüntüyü veya hayal kırıklığını bastırmak anlamına gelir. Bu bastırılmış duygular, bireyde kronik bir suçluluk ve utanç duygusuna dönüşebilir. “Anneme böyle hissetmemem gerekirdi, ben nankörüm” gibi düşünceler ruhsal sağlığı derinden etkiler.
  • Değersizlik ve Öz-Şefkat Eksikliği: Kendini sürekli “kötü” veya “değersiz” olarak etiketlemek, bireyin öz-şefkat geliştirmesini engeller. Kendi acılarını görmezden gelmeyi ve kendine karşı acımasız olmayı öğrenir, çünkü annenin mükemmelliği varsayımı altında, kendi duygusal ihtiyaçları meşru değildir.

2. Annenin Yetersizliğinin İnkarı ve Reddedilmenin Bedeli:

Toplumun annelik ideolojisi, annelerin de insan olduğunu ve dolayısıyla kusurları, yetersizlikleri veya kendi zorlukları olabileceğini görmemizi engeller. Annenin yetersizliğinin kabul edilmemesi, bireyin kendi gerçekliğini inkar etmesine yol açar.

  • Gerçekliğin Çarpıtılması: Birey, çocukluk anılarını, annenin kusursuz imajına uygun hale getirmek için yeniden yorumlayabilir veya bastırabilir. Travmatik olaylar önemsizleştirilir, duygusal ihmal “iyi niyet” olarak yeniden çerçevelenir. Bu, sağlıklı bir gerçeklik algısının gelişimini engeller.
  • İlişki Kalıplarının Tekrarı: Annenin ebeveynlik tarzından kaynaklanan olumsuz ilişki kalıpları (örneğin, duygusal ulaşılmazlık, pasif-agresif davranışlar, manipülasyon) fark edilmez ve bu kalıplar, bireyin yetişkinlikteki romantik ve sosyal ilişkilerinde tekrar edilmeye başlanır. Birey, bilinçdışı olarak, kendisine benzer şekilde davranan partnerler veya arkadaşlar seçebilir.
  • Öfkenin İçselleştirilmesi: Annenin neden olduğu acıya dair hissedilen öfke, dışarıya yöneltilemediği için bireyin kendine döner. Bu içselleştirilmiş öfke; depresyon, anksiyete bozuklukları, psikosomatik rahatsızlıklar veya oto-agresyon (kendine zarar verme) gibi şekillerde kendini gösterebilir.

3. Ruhsal Sağlığın İkilemi ve Terapi Süreci:

Bu “anneyi iyi tutma” baskısı, psikoterapi sürecinde de önemli bir direnç kaynağıdır. Danışanlar, terapistle anneleri hakkındaki olumsuz duyguları veya deneyimleri paylaşmaktan çekinebilirler, kendilerini “sadakatsiz”, “nankör” veya “kötü evlat” hissedebilirler. Terapist, bu hassas alanda büyük bir dikkat ve empatiyle hareket etmelidir.

  • Güvenli Alan Yaratmak: Danışanın, annesine dair olumsuz duygularını veya travmatik deneyimlerini yargılanmadan ve suçluluk hissetmeden ifade edebileceği güvenli bir ortam sunmak esastır.
  • Gerçeklikle Yüzleşme: Danışanın, annenin hem iyi hem de zorlayıcı yönlerini kapsayan, daha bütüncül ve gerçekçi bir resmini oluşturmasına yardımcı olmak. Bu, anneyi “şeytanlaştırmak” değil, onu da tüm kusurlarıyla bir insan olarak görebilmektir.
  • Duygusal İşleme ve Yas Tutma: Çocuklukta karşılanmayan ihtiyaçlar, yaşanan hayal kırıklıkları veya travmalar için yas tutma sürecini desteklemek. Bastırılmış öfke, üzüntü ve korkuyu güvenli bir şekilde ifade etmeye olanak tanımak.
  • Sınır Koyma ve Öz-Sorumluluk: Danışanın, anne figürüyle (hem dışsal hem de içsel olarak) sağlıklı sınırlar belirlemesine ve kendi duygusal ihtiyaçları ile refahı için sorumluluk almasına rehberlik etmek.
  • Öz-Şefkat Gelişimi: Danışanın kendini suçlamayı bırakıp, kendi acılarına şefkatle yaklaşmasını ve kendi kırılganlıklarını kabul etmesini sağlamak.

Sonuç: İdeal Annenin Gölgesinden Çıkmak

“Anneyi iyi tutma” ikilemi, sadece bireyin geçmişiyle değil, aynı zamanda bugünkü benliği ve gelecekteki ilişkileriyle de derinlemesine bağlantılıdır. Anneliği, toplumun dayattığı mükemmeliyetçi idealden çıkarıp, onun karmaşıklığını, zorluklarını ve insan doğasının bir parçası olan eksikliklerini kabul etmek, bireysel ruhsal sağlık için kritik bir adımdır.

Bu yüzleşme, anneyi sevmekten vazgeçmek değil, aksine daha gerçekçi, olgun ve otantik bir sevgiye ulaşmak için bir zemin hazırlar. Kendi içsel suçlayıcı sesimizden kurtulmak, kendi değerimizi dışsal onaya veya başkalarının imajına bağlamaktan vazgeçmekle mümkündür. Ancak bu şekilde, kendi yaşanmışlıklarımızı sahiplenerek, kendimizi suçlamadan, değersiz hissetmeden ve ruhsal sağlığımızı tehlikeye atmadan, daha bütüncül ve özgür bir benlik inşa edebiliriz.