KARANLIĞIN ŞAFAĞI / HÜMANİZM / Nejdet Evren

Karl Marx der ki; “ İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.” (1) Kapitalist üretim tarzını ve buna bağlı olarak insanın kendine yabancılaşmasını analiz eden filozof insana dair olana yabancı olunamayacağını belirtmektedir. İnsan sadece yaratmaz, aynı zamanda yaratılır; ekler, çıkarır, yapar, bozar ve yıkılır; ne üstündür ne de alçak; hem üstündür hem de alçak…Kendine yabancı, kendini inkar edebilen, yozlaşmış, çürümüş bir varlık olsa bile tüm bunlar insana dair ise ona yabancı olmamak gerekecektir. İnsanı anlamak, ona değer vermek, önemseyip korumak; hepsini kapsayacak şekilde oryantalist batağa gömülmeden aklın yaratıcılığını bilerek seküler toplumun temelini oluşturan hümanizm bu yaklaşımların ürünü olsa gerek. Her şeyde olduğu gibi bu durumun farkında olmak ile olmamak ayrıştırabilmektedir. Zira, Akeel Bilgrami der ki; “”…kendini bilmenin yerine özeleştiriyi koymadıkça, aslında kendini bilmeyi özeleştiriyle şekillenen bir olgu olarak anlamadıkça, hümanizm ve onun akademik tezahürleri (“beşeri bilimler”) ufukta belirmeyecek.”” (2) Farklı olanı bilmeden özeleştiri yapmak mümkün mü? Eleştiri bir açıdan yanlışı ön-görmek, öz-eleştiri ise kendi yanlışını kabul edebilmektir. İnsana dair ne varsa olduğu gibi kabul etmek mümkün ve ancak entelektüel bilinç yoksunluğunun yaratacağı yıkımı hesaba katmak gerekir. İnsan kendini ancak bir diğerinin yüzünde, sözünde, bakış-açısında görebilir; insanı insan yapan da her daim bir “öteki” olmuştur. -burada ki “öteki” ötekileştirilenler anlamında söylenmemektedir. – ben, sen olmadan yoktum ve sen olduğun için de var değilim; “öteki” olduğu için ben, sen ve o şeklinde kimlikler kazanılabilir. Akeel Bilgrami der ki; “”Bu yüzden, “öteki,” daha iyi ve daha eleştirel bir “benlik”in kaynağı ve dayanağıdır.”” (3) Gordon Childe “Kendini Yaratan İnsan”dan söz eder. Uygarlaşma denilen olgu gibi “insan” denilen şey de yine kendi eseridir. Diğer hiçbir canlı türünün kendini tanımlamaması karşısında yalnızca insanın bunu gerçekleştirmiş olduğu gerçeği insanın kendi yaratıcısı olduğunun açık kanıtı değil midir? İnsan kendini milyonlarca yılda yaratabilmiştir, çevresini değiştirdiği gibi kendi de değişmiştir; devrimci kimliğinin altında yatan gerçek budur. “Değişimin, insanın tarihi olduğu ve insan eylemi tarafından şekillendirilen tarihin buna göre okunması gerektiği beşeri bilimlerin temelidir.” (4)

“Yaratıcı akıl” yeri geldiğinde kusurlu olabileceğinin bilincinde de olmalıdır. “insan” olanı değer görmek, ona değer vermek, koruyup kollamak bu durumdan azade değildir. Hümanizm aydınlanma döneminin, insanın bireyselleşip modern köleliğin başladığı son birkaç yüz yılın yarattığı bir olgudur. Hümanizm koşulsuz bir insan sevgisi olamaz; temli olmalı ve bir karşılığı mutlaka vardır. “İnsan” ın yaratıcılığı yanında yok ediciliği, yıkıcılığı, hem-cinsine yönelik vahşeti dikkate alındığında salt insana dair sevginin ne kadar anlamsız bir çaba olduğu aşikardır. Bu durum güdüsel olarak türün devamını sağlamaya yenlik bir eylemsellik olarak görülemez. Ayrıca insanın algılama biçimi, birikimi ve yanı sıra yanılgılarının da hesaba katılması gerekir. “…bu kusur, filolojik öğrenme ve felsefi anlayışla tedavi edilip azaltılabilirse de hiçbir zaman ilga edilemez. Başka bir deyişle hümanist bilgi ve faaliyetin öznel boyutu kabul edilmeli ve bir şekilde hesaba katılmalıdır.” (5)

Hümanist yaklaşım temelinde “beşeri bilimler” ile ilgilenmeyi önerir. Sevgi duyguların en temelinde yer aldığına göre, sevgiye, canlı sevgisine, doğa sevgisine de yabancı değildir ve bunlardan uzaklaşamaz. İnsanı diğer tüm canlıların tepesine koyup, ona özel ayrıcalık atfetmek insanın öznel yanılgısıdır. Felsefi düşünüş “beşeri bilimler”in de temelinde yer ettiğine göre bu yanıltıcı düşünceden uzaklaşmak yine felsefi düşünüş ile mümkün olabilir. Evrim ve yaradılış düşünme biçimlerinin bu soruna yaklaşımları taban tabana zıt durumdadır. Her şeyin insan için yaratıldığı şeklindeki paradigma ancak bilimsel felsefi düşünce ile aşılabilir. Ayrıca sevginin soyut bir değere dönüştürülmesi de anlamlı bir sonuç doğurmaya elverişli olamaz. Salt insana dair sevgi ya da salt canlıya dair sevgi içeriği boş ve anlamsızdır; zira, sevginin, hoş-görmenin, anlamanın, önemsemenin altında bir şeyler olmalı ve tüm bunlar bir zemin üzerinde inşa edilebilmelidir yoksa sevgi soyut bir tabu, paradigmandan öteye geçemez. Bu bağlamda insanın varlığını sürdürme dürtüsünden ziyade hümanist düşünce yapıcı, eleştirel ve samimi olmak durumundadır. İnsana yönelen tüm şiddetin, canlıya yönelen diğer şiddetler gibi karşısında olmalı, bu da yetmez köleleştirmeye yönelik tüm edimlere, sömürüye, işgale, yok saymaya karşı bir entelektüel duruş sergilemelidir. Zira o/hümanizm “…demokratik, tüm sınıf ve zümrelere açık bir olgu ve hiç bitmeyen bir açığa çıkarma, keşif, özeleştiri ve özgürleşme süreci olarak yorumlamak demek olduğundan…” (6)

İnsan evrimsel sürecinde birçok coğrafyada farklı farklı süreçlerden geçerek günümüze ulaşmıştır. Onu özel kılan ortak payda her coğrafyadaki farklılığına rağmen yaratıcılığıdır. Toplumlar, devrimler, teknolojik ilerleme hepsi insan eseridirler; bundan dolayı ne kadar gururlansa da yeri ve hakkı vardır. Kadim uygarlıkların tortusu yer-yüzüne serpildiğinde insanlık kendini yeni-baştan yaratmakla geri kalmaz iken ayrışmış ve sonra yakınlaşmıştır. “Dünya daha önce hiç olmadığı kadar bütünleşmiş ve demokrafik açıdan karışmış olduğundan, ulusal kimlik kavramı gözden geçirilmeli ki bildiğim birçok yerde de gözden geçirilmektedir.” (7)

Yaşanılabilir dünyanın kaç yıl ömrü kalmıştır ki? Güneş sistemi içerisindeki sürenin bilim dünyasına göre yaşanılabilir süresi 3-4 milyar yıl olarak hesaplanmaktadır. Nükleer tehlikenin yaratıcısı insanın buna doğrudan müdahalesi olmadan hesaplanan bir süreden söz edilebilmektedir; kim bilir belki de daha az kalmıştır! Öyle ya da böyle sonu geldiğinde ne olacak? Ya koskocam karanlık boşluk ya da yeni yaşanılabilir dünyaların keşfine yapılacak yolculuklar..Her ne olursa olsun insan varoluş nedenini çözümleyemedikten sonra yeni dünyalara transfer olması farklı bir sonuç doğuracak mıdır? Dünyadaki tüm çelişkileri, çatışmaları, yaratış ve yok-edişi yeni gezegenlere taşımak dışında pek bir değişiklik olması beklenemez. An itibariyle çok uzak, astronomik rakamlarla kısa olan yok olma gerçeğine rağmen yaşanabilir olduğu sürece var olan dünyayı paylaşımcı ve yaşanabilir kılmak hem mümkün hem de doğru bir tercih olsa gerek. Anlamlı bir hayattan söz edebilmek için devrimci olmak gerekir. “”…hümanizmin günümüzdeki geçerliliği “bizim” her zaman bildiğimizi ve hissettiğimizi onaylayıp güçlendirmenin bir yolu olması değil; bize “klasikler” başlığı altında toplanan başyapıtların içinde barındırdıkları dahil olmak üzere metalaşmış, ambalajlanmış, çelişkisiz ve eleştiriden uzak biçimde kodlanmış kesinlikler olarak sunulanı sorgulamanın, alt-üst etmenin ve yeniden biçimlendirmenin yollarıyla ilgilidir.””(8)

İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden biri “tercih” yapabiliyor olmasıdır. Ki, insan yaptığı tercihlerinin toplamıdır, bu nedenle tüm yaptıklarından -istisnai kişiler hariç- sorumluluk taşırlar. Hiçbir şey yapmamak, pasif duruş bile bir tercihtir, sivil itaatsizlik tanımı da buradan adını almaktadır. Dolayısı ile hiçbir koşul ve şartta sorumluluktan kaçmak ve ondan azade olmak söz konusu edilemez. Sorumluluktan kaçış söz konusu olmadığına göre tercihlerin doğru ve yanlışlığı önemli olacaktır. Bir şeyin doğruluğunun ölçüsü yere, zamana, sosyal dokuya göre değişkenlik gösterir ve genel-geçer bir ölçüsünden söz etmek neredeyse olanaksızdır. Buna rağmen çoğunluğun benimsediği/tercih ettiği edim/edimsizliğin doğru kabulüne dayanan düşünce aslında bir paradigmadan öte bir şey sayılamaz. “Hümanizm bir ölçüde genel kanıya karşı bir dirençtir ve her türlü beylik laf ve düşüncesiz dile karşıtlık içerir.” (9)

İnsanla doğa arasındaki ikilem doğa güçlerine karşı korkuya bağlı teslimiyet ve ardından onu mitleştirerek soyut varlıklara dönüştürme düşüncesiyle evrilmiş, dinsel inanışlar insan topluluklarında boy göstermeye başlamıştır. İnsan/birey ve toplum arasındaki ikilem örgütlü kitlenin gücü karşısında bireyin köleleştirilmesi şeklinde evrilirken, aidiyet bağından kopuş, insanın hakların öznesi/birey konumuna gelebilmesi için yüz binlerce yıl geçmesi gerekmiştir. Çağdaş hümanizm olgusu da bu zaman diliminde, seküler toplumsal yaşam biçimine geçilmesi ile ortaya çıkmış ve kök salmıştır. “Hümanistin görevi, ne sadece bir konum veya mekanı işgal etmek ne de basitçe bir yere ait olmaktır. Onun görevi, dolaşımda olan ve toplumumuzda ya da o veya bu toplumunda tartışılan fikir ve değerlere hem tanıdık hem yabancı olmaktır.” (10) Yüz binlerce yıllık aidiyet bağlarının gücü buna rağmen etkisini tamamen yitirmiş de değildir. Örgütlü toplum karşısında Özne/birey her daim daha güçsüz ve yapayalnızdır. Bu nedenle örgütlü toplumsal doku içinde bulunma eğilimi inkar edilemeyecek bir şekilde kişi özgürlüğü üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanıp durmaktadır. “Biz”, “bizim” gibi sıkça dile getirilen kavramların kökeninde bu örtüşme, kaynaşma, benzeşme ve güçlü görünme ya da ayrı görünme duyguları bir bütün olarak vardır. Zira bu duygular aynı zamanda bir “öteki” ni zorunlu olarak içinde barındırdığından “ötekileştirme” denilen olgunun da temeli/ön-belirleyenidir. “Biz”in olmadığı yerde bir “öteki” asla var olamaz. Demek ki “öteki”ni yaratan şey “biz” denilen örgütsel bir güç yüklenmiş toplumun ta kendisidir. Bu noktada “biz” ve “öteki”yi belirleyen şeyin bizatihi yaratıcısı olan birey aynı zamanda onun esiri konumuna düşmüş durumdadır. Bu duygudaşlığa bağlı olarak “biz”in kazandığı ayrı varlıksal yapısı özneyi aştığından her zaman onun/”biz”in varlığını sürdürmesine yönelik bireysel iradeler özneyi yok edebilecek güce ulaşabilmiştir. Çıkarlar söz konusu olduğunda “biz”in çıkarı öznenin çıkarının önüne geçmiş ve özneyi koruduğu paradigması peşinen kabul edilmiş demektir. Oysa ki; özgürlük adına, “”Kişi, bir yerde uzun uzadıya, ben bu “biz”e ait değilim ve “siz” her ne yaparsanız benim adıma yapmıyorsunuz diyebilmelidir.” (11)

İnsan düşünme becerisini geliştirmiş olmaktan dolayı biriktirmeyi ve özellikle bilgiyi biriktirip aktarabilmeyi gerçekleştirebilmiş, bu sayede hem kendini hem de toplumları değiştirip dönüştürebilmiş ve yarattığını yıkıp yenisini inşa edebilmiştir. Bilginin belirli düzeye ulaşması gerekir ki bir sıçrama yapma gücüne ulaşabilsin, bilginin gücünün fark edilmiş olmasındandır ki “Kaf Dağı’nın ardında da olsa gidip almalısın” diye söylenmiştir. Bilgi bir aydınlanmadır, bilmedir, anlama, değerlendirme, yorumlayıp sonuçlar çıkarabilmeyi sağlayan veriler toplamıdır; toplumsal emeğin ürünüdürler. Bilginin kendisi “toplumsal emeğin” bir ürünü olduğundan dolayı bireyden aşkın olması kaçınılmazdır. Onun yaratıcı özelliğini keşfeden insanın bilgiyi tersine çevirerek çıkarları uğruna kullanmayı da ihmal etmemiş, onu kirletmeyi de başarmıştır. Yanıltıcı bilgi/dezenformasyon denilen süreçlerin yaşanması bilgini toplumlar üzerindeki etkilerinin hesaba katılmasının bir sonucudur. Yalan örgütlendiğinde onu gerçek olandan ayırt etmek neredeyse imkansızlaşabilir. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm toplumlarda zamanın paradigmaları ile kendisini sınırlandırmayıp, aykırı düşünceye sahip bireyler var olmuştur. Bu kişiler yerine göre az da olsa saygı görmüş ve fakat çoğunlukla toplumsal tepkilere maruz kalmışlardır. Son düzlemde entelektüel olarak tanımlanan kişiler aydınlanmanın öncüsü olmuşlardır. “Entelektüelin rolü diyalektik ve karşıt biçimde daha önce bahsettiğim rekabeti açığa çıkarıp aydınlatmak, hem dayatılan suskunluğu hem de görünmeyen gücün normalleştirilen sessizliğini mümkün olan yer ve zamanda zorlayıp mağlup etmektir.” (12)

Görevler çoğunlukla toplumsal dokular tarafından bireye yöneltilen beklentilerden oluşur. Bu beklentilere uyumsuzluk halinde birey aykırı olarak tanımlanır; toplumsal dokular halkalaşmış görev-sorumluluk denklemi üzerinden inşa edildiklerinden bu aykırılıklara karşı dışlayıcı bir tepki göstermesi de gerekli ve zorunludur; değilse ağsı dokusu parçalanır, ayakta kalamaz. Toplumsal dokuların tümü en nihayetinde tutucu/ayak-bağı olmaya mahkum dokulardır; onların kabuk değiştirmeleri süreç olarak evrilebilmeleri ya da devrilmeleri ile gerçekleşen sosyal süreçlere bağlıdır. Bu süreçleri toplumsal emek hazırlasa da onu tetikleyen bireydir. Bazı görevleri birey kendi-kendine yüklenir ve bu bilinçle hareket ettiğinde entelektüel olma yolunda ilk-adımı da atmış olur. Karanlığın şafağı hümanizm ile aydınlanmaya başladığında toplumsal devrimler kaçınılmaz olmuş ve alt-üst oluşlar yaşanmıştır. “Entelektüelin rolü, tarih hakkında resmi hafıza, ulusal kimlik ve görev adına savaşanlar tarafından ortaya konulanlar dışında alternatif anlatıları ve farklı bakış açılarını ortaya koymaktır.” (13)

İnsan inşa etti, uygarlıklar yarattı ve bunları yaparken çokça yıkım yaşattı; savaşlar, katliamlar, soykırımlar ardı ardına ve hiç bitmeden insanın insanı boğazlamasıyla tezahür ettirip durdu. Yasalar koydu ve koyduğu yasaları çiğnedi, kimi yaslara kutsiyet atfederken son düzlemde dünyevi olarak tanımladı. Hiçbir zaman kesici, delici, yaralayıcı, parçalayıcı silahlara olan düşkünlüğünden asla vazgeçmedi; kutsanmış gibi silahlara sarıldı, onunla bütünleşti, geride bıraktığı gözyaşı, harabe yaşantılar, kimsesizlikler umurunda bile olmadı. Tüm bunlara zafer nişanı takarak el-koymaktan, talan etmekten, sömürmekten şan ve şöhret sahibi olduğunu ilan etti. Vahşi doğada tüm canlılar doyarken insan doymayı bilemedi; hep açtı ve hiç doyamadı, açlığın fizyolojik olmayan boyutunda insan bu doymazlığının bir sınırı yoktu; bu açlık bir hastalık gibi tüm organlara nüfuz ettiğinde ok yaydan çıkmış, saatin zembereği kırılmıştı; sınıflara bölünsün ya da bölünmemiş olsun insanın bu yapısı, açlığa mahkumiyeti onun felaketi ve sonu olmaya aday olmuştu; adı savaştı bunun…Bu zaman diliminde elbette zamanın egemen olan sınıfları, katmanları, kastları daha iyi yaşam olanakları elde ettiler, çoğunlukla da ezilen sınıf ve halklar bu aç-gözlü savaşlarda en fazla yaralanan, kaybeden, zarar görenler oldular. Teknolojideki tüm gelişmelerin neredeyse büyük çoğunluğunun savaş sanayinin bir ürünü olmaları çarpıcı olmalı; insanı bu denli doyumsuz yapan dürtünün ne olduğunu sormak ve anlamak gerekir. Barış olacaksa “Eşitlik olmadan barış olmaz. Bu; tekrar edilmeye, gösterilmeye ve desteklenmeye aşırı ihtiyaç duyan entelektüel bir değerdir. Barış sözcüğünün kendisinin cazibesi onaylayıcı ifadeler, tartışmasız methiyeler ve duygusal destekle çevrili, doğrusu bulanmış, olmasıdır.” (14)

Nejdet Evren

Mayıs-Haziran 2025/Akarca

Esin Kitabın Künyesi;

Hümanizm ve Demokratik Eleştiri, Edward W. Said, Alfa Yayınları, 1. Basım 2020, Çağdaş Dedeoğlu çevirisi, 216 sayfa

  • Age, S: 8
  • Age, S: 9-10
  • Age, S: 10
  • Age, S: 31
  • Age, S: 33
  • Age, S: 46
  • Age, S: 48
  • Age, S: 54
  • Age, S: 74
  • Age, S: 118
  • Age, S: 122
  • Age, S: 194
  • Age, S: 201
  • Age, S: 203