Köydeki Refah Düzeyi Mi ? Şehirdeki Sefalet Mi ?: Kalkınma Mitinin Karanlık Yüzü
“Şehirde yaşamak refahtır, köyde kalmak geri kalmışlıktır” klişesi, kalkınma ideolojisinin en güçlü dayanaklarından biridir. Ancak bu söylem, özellikle Charles Eisenstein gibi eleştirel düşünürlerin altını çizdiği gibi, önemli bir yanılgıyı gizler: Geleneksel köy yaşamındaki gerçek refah düzeyini ve şehre göçle birlikte yaşanan derin sefaleti.
Sayıların Aldatıcılığı: GSYİH Artarken Neler Kayboluyor?
Batılı kalkınma modelleri, refahı genellikle kişi başına düşen gelir (GSYİH) gibi nicel metriklerle ölçer. Bu metriklere göre, kırsal kesimden şehre göç eden bir bireyin nakit geliri sıfırdan birkaç dolara çıktığında, bu bir “ilerleme” olarak kaydedilir. İstatistikler “iyi” görünür, GSYİH artar.
Ancak bu rakamlar, beraberinde gelen derin bozulmayı ve kaybedilenleri görmezden gelir:
- Kendi Kendine Yeterlilikten Bağımlılığa: Geleneksel bir köyde yaşayan bir köylü veya avcı-toplayıcı, genellikle paraya fazla ihtiyaç duymadan kendi yiyeceğini üretir, barınağını inşa eder, giysisini yapar ve eğlencesini yaratır. Bir geçim veya hediye ekonomisi içinde yaşar, doğayla ve topluluğuyla doğrudan bir ilişki içindedir.
- Topluluk Bağlarının Çözülmesi: Köyde, güçlü topluluk bağları, dayanışma ağları ve karşılıklı yardımlaşma, bireylerin sosyal ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayan görünmez bir “sosyal sermaye” sağlar.
- Yerel Bilgi ve Kültürel Zenginlik: Binlerce bitkinin kullanımı, yüzlerce kuşun şarkısı, atalardan gelen hikayeler ve danslar gibi yerel bilgi ve sözlü gelenekler, köy yaşamının paha biçilmez kültürel zenginliğini oluşturur.
Şehre göçle birlikte, bu refah unsurları genellikle yerini paranın hüküm sürdüğü bir düzene bırakır.
Şehirde Sefaletin Farklı Yüzleri
Lagos veya Kalküta’daki, hatta İstanbul’daki bir gecekondu mahallesinde “günde iki dolar” kazanmak, geleneksel bir köydeki “refah” anlamına gelen aynı miktarda ürüne veya hizmete erişim sağlamaz. Aksine, bu gelir çoğu zaman mutlak sefalet demektir. Çünkü şehirde:
- Her Şey Metadır: Yiyecek, barınma, su, enerji, ulaşım, sağlık gibi temel ihtiyaçların tamamı parayla satın alınmak zorundadır. Köyde ücretsiz veya takas yoluyla elde edilebilen birçok şey, şehirde bir maliyet kalemine dönüşür.
- İzolasyon ve Yabancılaşma: Büyük şehirlerin kalabalığı içinde birey, köydeki güçlü topluluk bağlarından kopar ve yalnızlaşabilir. Komşuluk ilişkileri zayıflar, sosyal destek ağları azalır.
- Çevre ve Yaşam Kalitesi: Gelişmekte olan şehirlerin gecekondu mahalleleri, altyapı eksikliği, kötü hijyen koşulları, hava kirliliği ve gürültü gibi yaşam kalitesini düşüren faktörlerle doludur.
- Yeni Hastalıklar ve Stres: Şehir yaşamının getirdiği kronik stres, rekabet, güvencesizlik, bağımlılıklar, depresyon ve anksiyete gibi ruhsal ve fiziksel sağlık sorunları yaygınlaşır. Bu sorunlar, köydeki “basit” yaşamın getirdiği hastalıklardan çok daha karmaşık ve tedavi edici sistemleri daha fazla meşgul eden rahatsızlıklardır.
Kalkınma İdeolojisinin Kör Noktası
Eisenstein’ın vurguladığı gibi, “kalkınma” politikaları ve küresel ekonomi, çoğu zaman tüm ülkeleri borç yükümlülüklerini yerine getirmek için döviz üretmeye zorladığında, kentleşme kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu durum, insanları kırsal yaşamın kendilerine sunduğu kendi kendine yeterlilikten koparıp, para ekonomisinin çarkları arasına hapseder.
Bu perspektif, “gelişmişlik” ve “refah” kavramlarını sadece nicel büyüme üzerinden tanımlayan hâkim ideolojinin kör noktalarını gözler önüne serer. GSYİH’daki artış veya yaşam beklentisindeki uzama gibi metrikler, çoğu zaman, toplumun ve bireyin derin refahından, yani topluluk bağlarından, doğayla ilişkiden, anlam arayışından ve içsel huzurdan uzaklaşmanın maliyetini gizler.
Geleneksel köydeki refah düzeyini, modern şehirdeki sefaletle kıyaslamak, kalkınma paradigmasını sorgulamak ve gerçek “ilerlemenin” ne anlama geldiğini yeniden tanımlamak için kritik bir adımdır. Belki de gerçek mutluluk, rakamların ötesinde, kaybolan bu “ölçülemeyen” değerleri yeniden keşfettiğimizde ortaya çıkacaktır.