David Cooper’ın “The Language of Madness” adlı eserinin eleştirel analizi

David Cooper’ın “The Language of Madness” adlı eserinin eleştirilmesi gereken, anlaşılmaz ve tartışmaya açık yönlerini ele alalım. Kitap, delilik, psikiyatri, toplumsal yabancılaşma ve devrimci değişim arasındaki karmaşık ilişkilere derinlemesine eleştirel bir bakış sunar.

Marxist Psikoterapi İlkeleri Bağlamında Cooper’ın Genel Yaklaşımı

Cooper, modern psikiyatrinin kapitalist sistemin bir aracı olarak doğup geliştiğini iddia eder. Ona göre psikiyatri, “umutlarını, korkularını, neşelerini ve umutsuzluklarını” reddeden insanları “yok etmenin temel bir aracı” haline gelmiştir. Tanı koyma, gizli dosyalar, zorunlu alıkoyma ve fiziksel tedaviler gibi teknikler, tıbbi gücün bir sembolü olarak işlev görür ve burjuva düzeninin “baskıcı bir aygıtıdır”. Marxist bir bakış açısıyla, Cooper, “kişisel sorunlar yoktur, yalnızca siyasi sorunlar vardır” tezini benimser ve psikiyatrinin bireysel kurtuluş ideolojileri sunarak depolitizasyon stratejilerine hizmet ettiğini savunur. Gerçek dönüşüm, sadece ekonomik ve politik devrimle değil, aynı zamanda kurumsal baskının her biçimine karşı sosyal devrimle, yani yabancılaşmadan kurtulmakla mümkündür. Bu, deliliği bir hastalık olarak değil, “yaratıcılığın, kendiliğindenliğin sübversif bir kaynağı” olarak yeniden sahiplenmeyi gerektirir.

Bu çerçevede, Cooper’ın eserindeki eleştirel, anlaşılmaz ve tartışmaya açık noktaları irdeleyelim:

1. “Deliliğin Dili” ve Evrensel Delilik Anlayışının Radikal Sorgulanması:

  • Eleştirel Nokta: Deliliğin Evrenselleştirilmesi ve Hastalığın Reddi: Cooper, bahsettiği deliliğin “her birimizde az ya da çok bulunan delilik” olduğunu belirtir ve “şizofreni” gibi teşhislerle adlandırılan “özel bir insan ırkına” atıfta bulunmadığını söyler. Bu yaklaşım, psikiyatrik etiketlemenin dışlayıcı ve baskıcı doğasını vurgulasa da, tartışmaya açıktır. Ağır ruhsal rahatsızlıklar yaşayan kişilerin somut acılarını ve deneyimlerini, “her birimizdeki delilik” veya “yaratıcılık kaynağı” söylemiyle evrenselleştirmek, bu deneyimlerin özgüllüğünü ve bazen gerektirdiği acil desteği göz ardı etme riski taşıyabilir. Marxist bir psikoterapi, toplumsal baskının bireysel acıya nasıl dönüştüğünü vurgularken, bu acının gerçekliğini ve somutluğunu reddetmemelidir. Cooper’ın “Düşünce bozukluğu” olarak adlandırılan söylemin (örneğin John the Baptist örneği) aslında sisteme karşı bir “gerçek” ifade etme çabası olduğu vurgusu, deliliğin politik bir direniş olarak okunması açısından güçlüdür ancak bu direnişin birey için yarattığı yıkımı veya çaresizliği nasıl ele alacağı muğlak kalır.
  • Tartışmaya Açık Nokta: Sistematik Düşüncenin Sökülmesi ve “Sözün Saf Eylem” Olması: Cooper, “mad dis-course”u (deli söylem), “sistematik düşünceyi söken” ve “sözün saf eylem olduğu anın” başarıldığı bir eylem türü olarak tanımlar. Bu, entelektüel söylemin ötesine geçme ve doğrudan, dönüştürücü eyleme ulaşma çağrısıdır. Ancak, bu tür bir düşünsel “sökülme” veya “anti-mantık” pratik olarak ne kadar işlevseldir? Devrimci bir hareket veya sosyal dönüşüm, bir yandan mevcut sistemi söküp atarken, diğer yandan kolektif eylemi yönlendirecek, anlaşılır bir sistematik düşünceye ihtiyaç duyar. Tamamen “anti-mantık” üzerine kurulu bir hareketin tutarlılığı ve geniş kitlelere ulaşma kapasitesi tartışmalıdır.
  • Anlaşılmaz Nokta: Dilin Bizi Kontrol Etmesi ve “Eksiksizlik” Sorunu: Cooper, “dilin bizi kontrol ettiğini” ve “eksiksizliğin sorun olduğunu” belirtir. Dilin toplumsal normları ve ideolojileri içselleştirmesi eleştirisi Marxist açıdan geçerli olsa da, dilin bu kadar total bir kontrol aracı olarak görülmesi ve “eksiksizlik” arayışının neden bir sorun olduğu tam olarak açıklığa kavuşmaz. Devrimci bir dil, yeni bir “eksiksizlik” arayışına girmeyecek midir, yoksa sürekli bir belirsizlik ve parçalanmışlık içinde mi kalacaktır? Bu durum, yeni bir toplumsal düzenin inşası için dilin ve iletişimin rolünü karmaşıklaştırır.

2. Psikanaliz ve Alternatif Terapilere Yönelik Radikal Eleştirinin Sorgulanması:

  • Eleştirel Nokta: Her Türlü “Psiko-Teknolojinin” Toptan Reddi: Cooper, psikanalizi “indirgemeci teorisinin gizemleştirilmesi” ve “aileci ideolojisi” nedeniyle eleştirirken, diğer “alternatif terapileri” de “sistem tarafından kolayca geri kazanılabilir depolitizasyon stratejileri” olarak görür. Hatta “kimyasal ve bedensel manipülasyon dahil tüm psiko-tekniklerin… terk edilmesi” gerektiğini savunur. Bu toptancı reddiye, bireylerin yaşadığı öznel acının ve ruhsal zorlukların giderilmesinde potansiyel olarak faydalı olabilecek her türlü bireysel destek ve içsel keşif yolunu kapatma riski taşır. Marxist bir perspektif, bireysel ve toplumsal dönüşümü bir arada ele almalıdır; bireysel acıyı sadece “politik sorun” olarak adlandırmak, bu acının giderilmesi için somut mekanizmalar sunmadan yetersiz kalabilir. Hatta, “iyi deneyimler” yaşadığı psikanaliz için “kimseye tavsiye vermediğini” belirtmesi, bir yandan kendi deneyimini kabul ederken, diğer yandan genel bir reddiye sunması çelişik durabilir.
  • Anlaşılmaz Nokta: “İnsanların Yaşamlarıyla Ne Yapacakları Konusunda Kimsenin Kimseye Tavsiye Verememesi”: Cooper, “kimsenin kimseye yaşamlarıyla ne yapacakları konusunda tavsiye veremeyeceğinin a priori bir imkansızlık” olduğunu iddia eder. Ancak aynı anda kitap, kapitalizme karşı nasıl mücadele edileceği, deliliğin nasıl geri alınacağı ve toplumsal devrimin nasıl gerçekleştirileceği konusunda yönlendirici ve tavsiye niteliğinde birçok argüman sunar. Bir devrimci hareketin, bireylerin kendi kaderlerini belirleme özgürlüğünü savunurken, aynı zamanda kolektif eylem ve dayanışma için ortak bir vizyon ve stratejiler sunması beklenir. Bu çelişki, Cooper’ın radikal özerklik vurgusu ile kolektif örgütlenme ve siyasi eğitim ihtiyacı arasındaki gerilimi yansıtır.

3. Orgazmik Politika ve Cinsellik Anlayışının Tartışmalı Boyutları:

  • Tartışmaya Açık Nokta: Orgazmın “Zihnin İptali” ve “Deneyimin Boşaltılması” Olarak Tanımlanması: Cooper, orgazmı “zihnin iptali”, “tüm deneyimin boşaltılması” ve hatta “hiç kimsenin kalmadığı bir an” olarak tanımlar. Bu, cinsel deneyimin zirvesindeki “zihin dışı” anı vurgulayan oldukça radikal bir fenomenolojik yaklaşımdır. Ancak, bu tanım, cinsel hazzın sadece zihnin boşaltılmasıyla sınırlı olup olmadığı, duygusal bağ, iletişim ve kişisel kimliğin bu deneyimdeki rolü gibi daha geniş insani boyutları göz ardı edebilir. Marxist bir psikoterapi, insan deneyiminin bütünlüğünü ve çelişkilerini kavramaya çalışmalı, cinsel hazzı sadece bir kaçış olarak değil, aynı zamanda bağ kurma ve öz-ifade aracı olarak da görebilmelidir.
  • Anlaşılmaz Nokta: “Bedenlerimizin Politik Kimyası” ve Evrimsel Dönüşüm: Cooper, “iktidar yapılarının kaldırılmasıyla mevcut endokrinolojik sınırların çok ötesinde orgazmik olasılıkları başaracak şekilde endokrinolojik yapımızın değiştirilmesi” gibi “bedenlerimizin politik kimyası”ndan bahseder. Bu iddia, toplumsal değişimin biyolojik yapıları evrimsel düzeyde dönüştürebileceği yönünde oldukça spekülatif ve anlaşılması zor bir argümandır. Somut politik eylemin ne tür bir biyolojik dönüşüm yaratacağı, bu Marxist psikoterapinin pratik uygulamasını belirsiz kılar ve ütopik bir boyut katar.

4. Radikal İhtiyaçlar ve Ölüm Konusundaki Provokatif İddialar:

  • Eleştirel Nokta: “Daha Fazla Dönüşümün Gerekli Olmaması” ve “Tüm Ölümlerin İntihar veya Cinayet Olması”: Cooper, absürtlüğün farkına varmanın yeterli olduğunu ve “bilincin ve eylemin değişimi olarak başka hiçbir ‘terapinin’ gerekli ya da mümkün olmadığını” iddia eder. Bu, bireysel düzeyde her türlü “iyileşme” veya “dönüşüm” çabasını değersizleştiren, potansiyel olarak pasifliğe yol açabilecek bir görüştür. Aynı zamanda, “tüm ölümlerin intihar veya cinayet, ya da genellikle her ikisi birden olduğu” şeklindeki iddiası, doğal nedenlerden kaynaklanan ölümlerin biyolojik gerçekliğini reddeder ve toplumsal sisteme yönelik suçlamayı aşırı bir genellemeyle yapar. Bu, her ölümü politik bir eyleme indirgeyerek, bireysel acıyı ve trajediyi de politize etse de, somut gerçeklikten kopuk görünebilir.
  • Tartışmaya Açık Nokta: Ölümün “Terörsüzleştirilmesi” ve Özel Mülkiyet İlişkisi: Cooper, ölümün “özel mülkiyet ve miras mekanizmaları aracılığıyla inkar edildiğini” ve “ölüm korkumuzun nihayetinde ölme yetersizliğimizin korkusu olduğunu” söyleyerek ölümü “terörsüzleştirme” ihtiyacını vurgular. Özel mülkiyetin bireyin ölümü sahiplenmesini engellediği fikri Marxist açıdan ilgi çekicidir. Ancak “moleküler düzeyde ve atom altı düzeyde, bir elektronun yörüngesindeki en ufak sapmada bile dünyada bedenlerimizden bir şeyler kalması” gibi iddialar, metafiziksel ve bilimsel spekülasyonu iç içe geçirerek tartışmanın sınırlarını zorlar.

5. Anti-Psikiyatri ve Non-Psikiyatri Hareketi Üzerine Sorgulamalar:

  • Eleştirel Nokta: Alternatif Toplulukların Dışlanması ve “Burjuva Çocukları” İfadesi: Cooper, devlet dışındaki psikiyatrik hizmetlerin sunduğu “alternatif toplulukları” “burjuvazinin ayrıcalıklı çocuklarının içe dönük mikro-grupları” olarak hor görür. Hatta bu tür müdahalelerin mağdurlarının “biraz daha liberalleşmiş sıradan bir tımarhanenin güvenliğini tercih edeceğini” söyler. Bu aşırı genelleme ve dışlayıcı dil, aslında mevcut sisteme karşı alternatif yaşam ve destek modelleri arayışında olan birçok samimi çabayı göz ardı eder. Marxist psikoterapi, devrimci dönüşümü amaçlarken, yeni toplumsal formların ve dayanışma ağlarının çeşitli biçimlerini kucaklayabilmelidir.
  • Tartışmaya Açık Nokta: Non-Psikiyatrinin Somut İşleyişi: Non-psikiyatri, deliliğin “tüm topluma yaratıcılık, kendiliğindenlik ve hastalık değil, sübversif bir kaynak olarak yayılması ve dahil edilmesi” anlamına gelir. Bu ideal, “dönüşmüş bir toplumda” gerçekleşecektir. Ancak, mevcut kapitalist koşullar altında bunun “açıkça ‘imkansız’ olduğunu” kabul etmesi, ama yine de “şimdi de-psikiyatrizasyon çalışmasına başlamanın hayati olduğunu” belirtmesi, pratik bir çelişki yaratır. Toplumun, ağır psikolojik rahatsızlıkları olan bireyleri herhangi bir “tedavi” veya “profesyonel” müdahale olmaksızın nasıl entegre edeceği veya destekleyeceği konusunda net bir model sunulmamıştır. Bu durum, “non-psikiyatri”nin bir vizyon olarak kalıp pratik bir çözüme dönüşememesi riskini taşır.

Sonuç: Marxist Psikoterapi İçin Cooper’ın Mirası ve Zorlukları

David Cooper’ın “The Language of Madness” adlı eseri, delilik ve psikiyatriye yönelik radikal, Marxist temelli eleştirisiyle, bireysel sorunların köklerinin toplumsal ve politik sistemde yattığına dair güçlü bir farkındalık yaratır. Psikiyatrinin bir toplumsal kontrol aracı olarak işlev görmesi, tanının bir iktidar eylemi olması ve kapitalizmin bireysel deneyimleri nasıl yabancılaştırdığına dair analizleri, Marxist psikoterapi için temel taşlardır. Cooper’ın “sosyal devrim”in politik devrimle eşzamanlı olarak gerçekleşmesi gerektiği vurgusu ve deliliği bir direniş ve yaratıcılık kaynağı olarak sahiplenme çağrısı, özgürleşme hedefi için hayati önem taşır.

Ancak Cooper’ın radikalizmi, bazı yönleriyle pratik uygulamaları ve kapsamlı bir anlayışı zorlaştırır:

  • Pratik Model Eksikliği: Cooper, mevcut sistemleri şiddetle eleştirse de, “non-psikiyatri”nin akut ruhsal sıkıntılarla nasıl başa çıkacağına dair somut, adım adım bir model sunmaz.
  • Aşırı Basitleştirme ve Dışlama: “Kişisel sorun yoktur, yalnızca politik sorun vardır” şeklindeki net duruşu, bireyin öznel acısını ve bu acının bireysel tezahürlerini yeterince ele almama riski taşır. Alternatif topluluklara yönelik dışlayıcı dili, potansiyel müttefikleri ve farklı mücadele biçimlerini göz ardı edebilir.
  • Soyut ve Spekülatif Unsurlar: Vücut kimyasının politik değişimle dönüşümü veya ölümün “terörsüzleştirilmesi” gibi kavramlar, felsefi olarak derin olsa da, somut Marxist müdahale stratejileri geliştirmek için fazla soyut ve spekülatif kalabilir.
  • Kışkırtıcı Dil: Cooper’ın dili, devrimci ve kışkırtıcı olma niyetiyle sert, polemikçi ve yer yer anlaşılması zor metaforlarla doludur. Bu durum, mesajın geniş kitlelere ulaşmasını ve pratik eyleme dönüşmesini engelleyebilir.

Marxist psikoterapi açısından Cooper’ın eseri, sistemik eleştiri ve deliliğin politik doğasına dair güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ancak, bu eleştiriyi, bireyin somut acısını göz ardı etmeden, pratik ve kapsayıcı destek modelleri geliştirerek dengelemek, hem teorik hem de pratik bir zorluk olarak karşımızda durmaktadır.