Otistik Spektrumdaki Çocuklarda Gelişimsel Eksiklikler: İletişim ve Hayal Gücü Sanat Terapisiyle Nasıl Keşfedilir?
Otizm spektrum (OSB), bireylerin sosyal etkileşim, iletişim ve davranış kalıplarında farklılıklar gösteren karmaşık bir gelişimsel durumdur. Bu durum, özellikle iletişim ve hayal gücü alanlarındaki benzersiz zorlukları nedeniyle, bireyin dünyayla olan etkileşimini derinden etkileyebilir. Kathy Evans ve Janek Dubowski’nin “Otistik Spektrumdaki Çocuklarla Sanat Terapisi: Kelimelerin Ötesinde” adlı kitabı, tam da bu hassas konulara odaklanarak, otizmin temel özelliklerini ve sanat terapisinin bu alandaki dönüştürücü potansiyelini derinlemesine incelemektedir.
Yazarlar, otistik çocukların ürettiği sanatı anlamayı ve sanat terapisinin onlara nasıl yardımcı olabileceğini araştırmayı amaçlamaktadırlar. Bu çalışma, çağdaş çocuk ve bebek psikolojisinin, özellikle de duygusal gelişim ve kişilerarasılık (intersubjectivity) çalışmalarından beslenen ilişki dinamiklerinin bakış açısından bir müdahale modeli sunmaktadır.
Peki, otistik spektrumdaki çocuklarda iletişim ve hayal gücündeki gelişimsel farklılıklar tam olarak ne anlama geliyor ve sanat terapisi bu alanda nasıl bir köprü kurabilir? Bu soruların yanıtlarını daha detaylı bir şekilde inceleyelim.
İletişim ve Hayal Gücündeki Gelişimsel Farklılıkların Doğası
Kitabın ilk bölümü, otistik çocukların davranışlarında belirginleşen iletişim ve hayal gücündeki zorlukların doğasını araştırmaktadır. Otistik spektrumdaki birçok çocuk dil geliştirse de, dil kullanımları genellikle kendine özgü olabilir ve yankılama (ekolali), tekrarlar veya gecikmeli işlem içerebilir. Bu durum, sadece kelime haznesinde değil, dilin derinlemesine anlamlandırılmasında da zorluklar yaşandığına işaret eder. Yüksek işlevli otistik çocukların geniş kelime dağarcığına sahip olmaları, onların karmaşık iletişim becerilerine sahip olduğu yanılgısını yaratabilir, oysaki bu durum her zaman böyle değildir.
Hayali oyun alanında da benzer gözlemler mevcuttur. Otistik çocukların oyunları genellikle tekrarlayıcıdır; örneğin, Lego tuğlalarından sürekli kuleler inşa etme veya pastel boyaları belirli bir renk sırasına göre dizme gibi davranışlar görülebilir. Bu tür oyunlar “hayal gücüne dayalı” olarak tanımlanmaz, çünkü bir nesnenin başka bir şeyi temsil etme kapasitesini göstermezler. Kitapta verilen klasik örnekle, normal bir çocuk için bir muz bir telefon ahizesi olabilirken, otistik bir çocuk için o her zaman bir muz olarak kalacaktır. Bu örnekler, otizmle ilişkili iletişim ve hayal gücündeki “eksikliklerin” (deficit) ciddiyetini ve karmaşıklığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yazarlar, resim yapmanın kendisinin bir iletişim eylemi olduğunu ve yaratıcı eylemin, zihindeki bir iç görüntüyü kağıt üzerinde somut bir forma dönüştürmeyi içeren bir hayal gücü eylemi olduğunu vurgular. Ancak, otistik çocukların zaman zaman temsili görüntüler yapabilmelerine rağmen, bu görüntülerde de dil kullanımlarındaki gibi “kendine özgülük” ve “uygunsuzluk” görülebilir. Bu durum, nihai resmin tek başına analiz edilmesinin, çocuğun ne yaşadığına dair yanıltıcı bir anlayışa yol açabileceğini göstermektedir; asıl önemli olan, resim yapma eyleminin kendisini ve bu eylemde yer alan her şeyi anlamaktır.
Vaka İncelemeleri: Charlotte ve Stephen’ın Sanat Terapisi Hikayeleri
Yazarlar, bu gelişimsel eksiklikleri somutlaştırmak ve kendi “etkileşimli sanat terapisi” modellerini açıklamak için Kathy Evans ile sanat terapisi almış çocukların vaka örneklerini sunarlar.
Charlotte’un Duyusal Dünyası
Sekiz yaşındaki Charlotte, on sekiz aydır bireysel sanat terapisi seanslarına katılan bir çocuktur ve bu seanslar sırasında malzemelerle olan etkileşiminde yoğun bir duyusal odaklanma sergiler. Bir seansta, beş şişe hazır boya, plastik bir palet, fırçalar ve bir bardak su ile farklı boyutlarda beyaz kağıtlar terapist tarafından hazırlanmıştır. Charlotte, seansın hemen başında su bardağını burnuna yaklaştırır, neredeyse dudağına değecek şekilde tutar ve fırçayla suyu şiddetle karıştırır. Tüm dikkati suyun duyusal niteliklerine yönelmiştir: koku, dokunuş ve ses. Terapist, Charlotte’un varlığından tamamen habersiz olduğunu hisseder. Terapist, Charlotte’u nazikçe varlığı konusunda uyarır ve kağıdı ona sunar. Charlotte fırçayı alır ve kağıt üzerinde tekrarlayan vuruş hareketleri yapar, ancak fırçada sadece su olduğu için kalıcı bir iz bırakmaz. Materyalin kokusu, rengi ve dokusu onun için birincil ilgi kaynağıdır. Katı boyaları koklamak için yüzünü palete yaklaştırır, hatta dudakları ve burnu boya izleriyle dolar. Yazar, Charlotte’un bu davranışının, eğer müdahale edilmezse tüm seansı kaplayabileceğini belirtir. Bu durum, Charlotte’un deneyimlerinin temsiliyetten çok duyusal zevklere dayalı olduğunu ve hayal gücünün materyal kullanımına entegre edilmesindeki zorlukları ortaya koyar.
Charlotte’un bu duyusal odaklanması, Williams’ın otistik bireylerin yaşadığı aşırı duyusal hassasiyetleri (dokunmanın acı verici, kokuların bunaltıcı, seslerin incitici olması gibi) açıklamalarıyla örtüşmektedir. Terapist, Charlotte’un davranışlarındaki bu duyusal ipuçlarına hassas bir şekilde yanıt vererek, onun dünyasına girmeye çalışır. Charlotte’un seanslar boyunca sergilediği ritmik faaliyet-duraklama örüntüleri, terapistin dikkatindeki değişimlere duyarlı olduğunu gösterir; bu, onun bilinçdışı düzeyde terapistle etkileşime girdiğinin bir göstergesidir.
Stephen’ın Yaklaşma-Geri Çekilme Döngüsü
Yedi yaşındaki Stephen’a üç yaşında otizm tanısı konmuştur ve ilk karşılaşmaları otizmin tipik özelliklerini sergiler. Kişisel alan hassasiyeti ve göz temasından kaçınma dikkat çekicidir. Terapist, Stephen’ın perdenin arkasından gizlice dışarı baktığını fark eder ve kısa süreli göz teması kurulur, ardından Stephen hızla perdenin arkasına geri çekilir. Terapist, Stephen’ın yanına sessizce çizim yaparak yaklaşır, ardından boya kalemlerini ve kağıdı onun yanına bırakır. Stephen masanın altına saklanarak kendi başına çizim yapar. Çizimleri ise 2-3 yaşındaki normal bir çocuğun ilk karalamalarına benzer.
Stephen’ın çizimlerini kimseyle paylaşmaya ilgi duymadığı ve seans sonunda çizimi masanın altında bıraktığı gözlemlenir; sanki yapılan resmin hiçbir değeri yokmuş gibidir. Bu, otizmli çocuklarda sıkça görülen bir “sahiplenme” eksikliğine işaret eder. Terapist, Stephen’ın kişisel alanına çok yakın veya çok hızlı hareket ettiğinde Stephen’ın şiddetli tepkiler verdiğini belirtir (üzerine atlama, kollarını kapma ve hemen bırakıp geri çekilme). Ancak, Stephen’ın terapistle fiziksel olarak yakınlaşma arayışı (kucaklaşmak istemesi gibi) olsa da, bu her zaman kendi belirlediği katı kurallar çerçevesinde gerçekleşir; göz teması kurmaya çalışmamak veya ona doğru hareket etmemek gibi. Stephen aynı zamanda dokulara karşı da hassastır, ellerini farklı yüzeylerde gezdirmekten zevk alır ve kendisine belirlenen koşullarda dokunulmaktan hoşlanır. Bu gözlemler, Stephen’ın iletişim kurma konusunda derin bir hassasiyete sahip olduğunu, ancak bunu kendi yöntemleriyle yönettiğini gösterir.
Stephen’ın “otistik obje” kullanımı da dikkat çekicidir. Suyla oynarken suyu kafasına döktüğü ve terapistin elini kullanarak kafasını okşamaya teşvik ettiği, bu aktiviteyi terapötik bağlamın dışına taşıyarak okulda meyve suyunu kafasına dökmeye başladığı gözlemlenmiştir. Bu durum, aktivitenin veya nesnenin anlamının, kişiyle olan ilişkiye değil, doğrudan nesnenin kendisine bağlı olduğunu düşündürmektedir. Sanat terapisi süresince Stephen’ın şematik ve tekrarlayıcı çizim davranışları da, otizmin diğer tekrarlayıcı davranışlarına benzer şekilde, yeni durumların neden olduğu kaygıyı azaltma çabası olarak yorumlanmıştır. Terapist ile Stephen arasındaki “uyumlanma” (attunement) anları kısa süreli ve tutarsız kalmıştır, çünkü Stephen’ın iletişim hassasiyeti ve “kesme” (cutting off) davranışları tutarlı bir ilişkinin gelişmesini engellemiştir. Video analizleri, terapistin Stephen’ın ipuçlarını kaçırdığı ve bu durumun kaygıya yol açtığını göstermiştir.
Eksiklik mi, Hassasiyet mi? Bakış Açımızı Değiştirmek
Yazarlar, bu vaka örneklerinden yola çıkarak “iletişim eksikliği” (communication deficit) terimi yerine “iletişim hassasiyeti” (communication sensitivity) terimini kullanmayı tercih ederler. Çünkü Charlotte ve Stephen’ın davranışlarında, terapistle rahat bir yaklaşım veya temasın genellikle çocuk tarafından başlatıldığı, terapistin bu tür bir yaklaşımının ise sıklıkla çocukta sıkıntıya yol açtığı gözlemlenmiştir. Daniel Stern’in (1985) çalışmaları, bebek-bakım veren ilişkisinde karşılıklılığın (reciprocity) önemine işaret eder ve bu, otizmli çocukların en erken gelişim aşamalarında karşılıklılık kapasitesini etkileyen bir durum olduğunu düşündürmektedir.
Hayal gücü alanında ise, Charlotte ve Stephen’ın sanat materyallerini uygunsuz ve hayal gücünden yoksun kullanmaları dikkat çeker. Çizimlerinde temsiliyet olmaması, karalamalarına anlam atfetme veya hayali oyunlar kurma ilgisi göstermemeleri, normal gelişim gösteren çocuklardan ayrışır. Örneğin, boya kalemi bir uçak gibi havada hareket ettirilmez, muz telefon gibi kullanılmaz. Bu durum, otizmin belirgin bir özelliği olarak uzun yıllardır bilinen hayal gücü eksikliğine dair güçlü kanıtlar sunar. Ayrıca, bazı otistik çocukların her renk pastel boyadan bir ısırık alarak her rengin farklı bir tadı olmasını beklemeleri ve bu deneyimden öğrenmemeleri, duyusal odaklanmalarının bir varyantı olarak belirtilir.
Yazarlar, hem iletişim hem de hayal gücü için gerekli ortak bir unsurun sembolik düşünme kapasitesi olduğunu savunurlar. İletişimde sembol, insanlar arasında anlam taşıyan bir araç görevi görürken, hayal gücünde aynı nesnelere farklı anlamlar yüklememizi sağlayan sembolik işlevsellik (örneğin, muzun hem muz hem de telefon ahizesi olabilmesi gibi) devreye girer. Kitap, normal çocukların sembolik düşünme kapasitesini nasıl geliştirdiğini ve otizmin bu gelişimsel süreçlere nasıl müdahale ettiğini detaylı bir şekilde incelemeyi amaçlamaktadır.
Sanat Terapisi İçin Çıkarımlar: Teoriden Uygulamaya
Bu derinlemesine analiz, sanat terapisinin otistik çocuklarla nasıl etkili olabileceğine dair önemli çıkarımlar sunar. Resim yapmak zaten iletişimsel bir eylemdir ve sanatsal yaratım, hayal gücünün bir ifadesidir; zihindeki içsel bir görüntüyü kağıt üzerinde somut bir forma dönüştürmeyi içerir. Sanat terapistleri olarak, hem iletişimsel hem de hayal gücüne dayalı süreçleri anlamak önemlidir.
Kitap, sanat terapisindeki danışan ile terapist arasındaki terapötik ilişkinin, sanat yapma sürecinin kendisi kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Terapistler, otistik çocukların deneyimlerinin bütününü dikkatle gözlemleyerek ve onların iletişim hassasiyetlerine uyum sağlayarak, sembolik işlevselliğin kazanılması için elverişli bir ortam sunabilirler. Bu, “etkileşimli sanat terapisi” modelinin temelini oluşturur. Bu modelde terapist, çocuğun davranışlarındaki ince ipuçlarını (karşılıklı ipuçları – reciprocal cueing) fark ederek ve buna hassas bir şekilde yanıt vererek, çocuğun dünyasına girmeye çalışır.
Stern’in “protokonuşma” (protoconversation) kavramına göre, bebeğin çıkardığı seslere annenin tepkisi onlara anlam verir. Sanat terapisi durumunda da terapist, çocuğun ifadesinin tüm yönlerine odaklanır ve bu anlayışı çocuğa geri beslemeye çalışır. Bu, çocuğun ifade ettiği anlamı, vokalizasyonlar veya eylemler aracılığıyla, çevresindeki insanlar da dahil olmak üzere çevresine verdiği tepkilerle şekillendirmesine yardımcı olur. Örneğin, Charlotte’un yüksek sesli vokalizasyonlarına terapistin eşlik etmesi, onun dünyasına girmeyi ve deneyimlerine anlam katmayı sağlamıştır.
Sanat malzemeleri ve sanat yapma süreci, tedavinin başlangıcından itibaren sanat terapisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sanat, terapist ve danışan arasında dolaylı bir odak ve paylaşılan bir etkileşim sağlar. Sosyal etkileşimi sanat yapma etkinliği üzerine odaklayarak, otistik çocukların tolere edebileceği ve zamanla tolerans geliştirebileceği bir ilişki biçimi oluşturulur. Sanat terapisinin amacı, çocuğa gelişimsel olarak “iletişimsel bir iskele” (communicative scaffolding) sağlamaktır, böylece daha ileri gelişim, dil kullanımı da dahil olmak üzere, bu iskele üzerine inşa edilebilir.
Sonuç
Kitabın ilk bölümü, otistik spektrumdaki çocukların iletişim ve hayal gücündeki gelişimsel farklılıklarını, somut vaka örnekleriyle ve teorik bir çerçeveyle kapsamlı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu zorlukların basit “eksiklikler” yerine “hassasiyetler” olarak anlaşılması, terapötik müdahale için yeni kapılar açar. Sanat terapisi, bu çocukların kendilerini ifade etmeleri, sembolik düşünce kapasitelerini geliştirmeleri ve terapistle güvenli bir ilişki kurmaları için benzersiz bir yol sunar. Kitabın sunduğu “etkileşimli sanat terapisi” modeli, bebek-bakım veren ilişkisi üzerine kurulu erken gelişim teorilerinden beslenerek, otizmli çocukların iletişim ve hayal gücü alanındaki gelişimsel ihtiyaçlarına bütüncül bir yanıt vermeyi amaçlar. Bu model, erken müdahalenin önemini vurgular ve sanat terapistlerinin çocuğun dünyasına uyum sağlamak için hassasiyet ve detaylı gözlem yeteneği geliştirmesi gerektiğini gösterir.
Bu bilgiler ışığında, otistik spektrumdaki çocuklarla çalışırken gözlem ve hassasiyetin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Onların iç dünyalarını anlamak, dışavurumlarının “yüzey” anlamının ötesine geçerek, sanatın sağladığı “kelimelerin ötesi” iletişimle mümkündür.



