Akıl Dışı Bir Toplumda Akılcı Bir Yaşam Nasıl Sürülür? Ayn Rand

Cevabımı bu sorunun tek, temel bir yönüyle sınırlı tutacağım. Bugün çok yaygın olan ve dünyadaki kötülüklerin yayılmasından sorumlu olan fikrin zıddı olan bir prensibi ifade edeceğim. Bu prensip şudur: Kişi, ahlâki yargılarını ifade etmekten asla kaçınmamalıdır.

Hiçbir şey bir kültürü veya bir insanın karakterini ahlâki agnostisizm kadar mükemmel şekilde yozlaştıramaz. Ahlâkî agnostisizm, insanın ahlâk yargısını başkalarına asla aktarmaması gerektiği, kişinin ahlâk olarak her şeye karşı hoşgörülü olması gerektiği, “iyi”nin iyi-kötü ayrımını yapmamayı da içerdiği fikridir.

Böyle bir ilkeden kimin faydalandığı ve kimin zarar gördüğü açıktır. İnsanın erdemlerini övmekten ve kötülüklerini eleştirmekten eşit derecede uzak durduğunuzda, insanlara verdiğiniz şey adalet veya eşit muamele değildir. Sizin tarafsızlığınız ne iyi ve ne de kötünün sizden hiçbir şey bekleyemeyeceğini ortaya koyduğunda, siz gerçekte kimi teşvik ediyor ve kime ihanet ediyorsunuz?

Fakat ahlâkî yargı ifade etmek müthiş bir sorumluluktur. Bir yargıç olmak için kişinin dürüst bir karaktere sahip olması gerekir; kişinin her şeyi biliyor olması veya hiç hata yapmaması gerekmez, bu bir bilgi hatası değildir; kişi eksiksiz bir bütünlüğe, yani bilinçli, isteyerek kötülüğe göz yummama özelliğine sahip olmalıdır. Tıpkı bir mahkemedeki yargıcın kanıtlar yeterli olmadığında hata yapabilmesi, fakat var olan kamdan göz ardı edememesi, rüşvet alamaması, herhangi bir kişisel duygu, düşünce, arzu veya korkunun realitenin gerçekleri hakkında aklının vereceği hükmü engellemesine müsaade edememesi gibi, her akılcı kişi de, sorumluluğun bir duruşmadakinden daha fazla olduğu (çünkü suçlandığında bunu bilen tek kişi kendisidir, yani hâkimdir) kendi akıl mahkemesinde, eşit derecede sıkı ve ciddi bir bütünlüğü sürdürmelidir.

Ancak kişinin hükümleri için bir üst mahkeme vardır: Nesnel realite. Bir yargıç her karar verişinde kendisini yargılar. İnsanların kendilerini herhangi bir tür akıldışı yargıda bulunmaya ve sonuçlarına katlanmamaya özgür hissedebilmeleri, ancak bugünün dünyasında ahlâkla ilgisiz siniklik, sübjektivizm ve kabadayılığın egemen olmasından dolayıdır. Fakat aslında bir kişi kendi ifade ettiği yargılarla yargılanır. Kişinin eleştirdiği veya övdüğü şeyler nesnel realitede vardır ve başkalarının bağımsız değerlendirmelerine açıktır. Kişi eleştirdiğinde veya övdüğünde kendi ahlâk karakterini ve standartlarını ifade etmektedir. Kişi Amerika’yı eleştirdiğinde ve Sovyet Rusya’yı övdüğünde — veya işadamlarına saldırdığında ve genç suçluları savunduğunda — veya muhteşem bir sanat eserini kınadığında ve işe yaramaz bir şeyi övdüğünde — ifşa ettiği şey, kendi ruh yapısıdır.

Çoğu insanı kayıtsız bir ahlâkî tarafsızlık tutumu benimsemeye iten şey bu sorumluluğa karşı hissettikleri korkudur. “Yargıda bulunma ki, hakkında yargıda bulunulmasın” ilkesinde en iyi ifadesini bulan şey korkudur. Fakat aslında bu ilke ahlâkî sorumluluktan vazgeçilmesini ifade etmektedir; kişinin, kendisinin beklediği bir ahlâkî açık çek karşılığında başkalarına verdiği bir açık ahlâkî çektir.

İnsanlar tercihlerde bulunmak zorundadır ve bu gerçekten kaçış yoktur; insanlar tercihlerde bulunmak zorunda olduğu müddetçe, ahlâkî değerlerden bir kaçış yoktur; ahlâkî değerler söz konusu olduğu müddetçe, hiçbir ahlâkî tarafsızlık söz konusu olamaz. Bir işkenceciyi eleştirmekten kaçınmak işkencede ve işkencecinin kurbanlarının katledilmesinde aksesuar olmaktır.

Bu konuda benimsenecek ahlâki prensip, “Yargıda bulun ve hakkında yargıda bulunulmasına hazır ol”dur.

Ahlâkî tarafsızlığın zıddı, kişinin kendi kafasına, ezberlediği sloganlarına veya anlık yargılarına uymayan herhangi bir fikir, davranış veya kişinin körü körüne, rastgele, kendini haklı gören yaklaşımla eleştirilmesi değildir. Kayıtsız hoşgörü veya kayıtsız eleştiri iki zıt şey değildir: Aynı kaçınmacı tavrın iki versiyonudur. “Herkesin beyaz olduğunu” veya “herkesin siyah olduğunu” ya da “herkesin ne siyah ne de beyaz değil fakat gri olduğunu” söylemek bir ahlâki yargıda bulunmak değildir, fakat bir ahlâkî yargının sorumluluğundan kaçmaktır.

Hüküm vermek, somut bir şeyi soyut bir prensip veya standarda referansla değerlendirmektir. Kolay bir iş değildir; kişinin duygularıyla, “içgüdüleriyle” veya önsezileriyle otomatik olarak gerçekleştirilen bir iş değildir. En kesin, en eksiksiz, en acımasızca nesnel ve akılcı düşünme işlemini gerektiren bir iştir. Soyut ahlâki prensipleri anlamak, bir ölçüde kolaydır; bilhassa başka bir kişinin ahlâkî karakterini ilgilendirdiklerinde onları belirli bir duruma uygulamak çok zor olabilir. Bir kişi ister övgü, ister kınama formunda olsun, ahlâkî bir yargıda bulunduğunda ‘‘Niçin?” sorusuna cevap vermeye ve davasını kendisine ve herhangi bir rasyonel eleştirmene karşı savunmaya hazır olmalıdır.

Ahlâkî yargılan her zaman ifade etme politikası kişinin kendisini “herkesin ruhunu kurtarma” ile sorumlu bir misyoner olarak görmesi veya her karşısına çıkan kişiye kendisini anlatması, istenmeyen ahlâkî değerlendirmelerini bildirmesi anlamına gelmez. Şu anlama gelir: (a) Kişinin açıkça tanımlanmış bir şekilde, karşı karşıya olduğu herkesle, her konu ve olayla ilgili kendi ahlâkî değerlendirmesini bilmesi ve buna göre hareket etmesi gerekir; (b) akılcı açıdan gerektiğinde, kişinin kendi ahlâkî değerlendirmelerini başkalarının bilgisine sunması gerekir.

Bu sonuncusu, kişinin fikrinin sorulmadığı ahlâkî eleştirilere veya tartışmalara girmemesi gerektiği, fakat sessiz kalmanın kötülükle aynı fikirde olma veya onu onaylama anlamına geldiği durumlarda kişinin konuşması gerektiği anlamına gelir. Bir kişi, tartışmanın işe yaramayacağı bir ortamda akıla olmayan kişilerle karşı karşıya ise, basit bir “Sizinle aynı fikirde değilim” ifadesi herhangi bir ahlâkî onaylama imasını ortadan kaldırmak için yeterli olacaktır. Kişi daha iyi insanlarla karşı karşıya olduğunda, kendi görüşlerini tam olarak ifade etmesi ahlaken gerekebilir. Fakat hiçbir durumda kişi kendi değerlerine saldırılmasına, onların çarpıtılmasına izin veremez ve bu durumda sessiz kalamaz.

Ahlâkî değerler bir kişinin davranışlarının itici gücüdür. Ahlâkî yargısını ifade etme yoluyla kişi, izlemeyi seçtiği yolun akılcılığını ve bu yolu nasıl algıladığını açıklar. Kişinin, insan bilgisi hataları ile mi yoksa kötü niyetle mi karşı karşıya olduğunu bilmesi önemlidir.

Muhatap oldukları o istenmeyen eylemlerin faillerinin -“sevdikleri” veya arkadaşları ya da iş arkadaşları ya da siyasi liderleri- bir hata neticesinde böyle davranmadıklarını, fakat kötü olduklarını anlama dehşetine düşen çok sayıda insana dikkat edin. Boş vermişlik ve bahane bulmayla beyinlerini nasıl köreltmek zorunda kaldıklarına bir bakın. Bu dehşetin, onları varlığını kabul etmekten korktukları kötülüğü onaylamaya, ona yardım etmeye ve onu yaymaya yönelttiğine dikkat edin.

Eğer insanlar aşağılık bir yalancının “iyi bir şey kastettiği”; aylak bir serserinin “kendine engel olamadığı”; genç bir suçlunun “sevgiye ihtiyacı olduğu”; bir suçlunun “daha iyisini bilmediği”; bir güç düşkünü politikacının “kamu çıkan” yurtsever amacı ile yönlendirildiği; komünistlerin sadece “tarım reformcuları” oldukları iddialarında olduğu gibi aşağılık kaçınmacılıklara yüz vermeselerdi, geçen birkaç on yılın veya birkaç yüzyılın tarihi farklı olurdu.

Totaliter diktatörlüklerin hiçbir protesto veya savunma aracına sahip olmayan biçare, zincirlenmiş, susturulmuş köleleri için propaganda yapmaya niçin zahmet ettiklerini ve bu uğurda paralar akıtmayı gerekli bulduklarını kendinize sorun. Cevap şudur: En sıradan köylü veya en aşağı seviyedeki vahşi bile anlaşılmaz “soylu bir amaç” için değil de, sıradan yalın bir kötü niyet için kurban edildiğinin farkında olsa, gözü hiçbir şeyi görmezcesine isyan edecektir.

Tarafsız kalmanın ahlâksızlık için gittikçe artan bir sempati, erdem için ise gittikçe artan bir düşmanlık gerektirdiğine de dikkat edin. Kötünün kötü olduğunu kabul etmemek için çırpınan bir kimse, iyinin iyi olduğunu kabul etmeyi gittikçe daha tehlikeli görür. Ona göre, erdemli bir kişi —bilhassa onun bir tarafı tutmasını gerektiren adlî bir vaka söz konusu olduğunda— onun tüm boş vermişliğini ortaya çıkarmaya yönelik bir tehdit olabilir. “Hiç kimse tamamen haklı veya tamamen haksız olamaz” ve “Ben kimim ki yargıda bulunacağım” gibi formüller, işte bu anlarda öldürücü etkiye sahip olurlar. “En kötümüzün bile iyi bir yanı vardır” diye söze başlayan birisi şöyle devam eder: “En iyimizin de kötü bir yanı vardır”; ve sonra da “En iyimizde de bir kötü yan olmak zorundadır”; ve sonra da “Yaşamı zorlaştıranlar, en iyilerimizdir; niçin sessiz kalmıyorlar? Onlar kim oluyor da yargılıyor?”

Ve sonra, bir sıkıcı orta yaş sabahında, böyle bir adam aniden uzak bir ilkbaharda tüm sevmiş olduğu değerlere ihanet ettiğinin farkına varır ve bunun nasıl olduğunu merak eder; kendi kendisine, aceleyle en zor, en utanç verici anlarında hissetmiş olduğu korkunun doğru olduğunu ve bu dünyada değerlerin hiçbir şansının olmadığını söyleyerek aklının kapılanın bu sorunun cevabına sıkı sıkıya kapatır.

Akıldışı bir toplum, bir ahlâkî ödlekler toplumudur; ahlâkî standartların, prensiplerin ve amaçların kaybolması nedeniyle felç olmuş insanların toplumudur. Fakat insanlar yaşadı klan müddetçe faaliyette bulunmak zorunda olduklarından, böyle bir toplum, onun yönünü belirlemek isteyen herhangi bir kişinin yönetimine geçer. Bu inisiyatif sadece iki insan tipinden gelir: Akılcı değerler ortaya koyma sorumluluğunu üs denmeye hazır olan insanlar ve sorular ve sorumluluklarla problemi olmayan haydutlar.

Mücadele ne kadar zor olursa olsun, böyle bir alternatif karşısında akılcı bir insanın yapabileceği tek bir seçim vardır.

(Nisan 1962)

Bencilliğin Erdemi,
Ayn Rand