Gökkuşağı’nın Altında Üç Nesil Fırtına: D. H. Lawrence’ın O Meşhur Hikâyesine Dair Karmaşık Ruhiyem
Bir İngiliz Romanına Dair Bir Kaş Göz Ediş
Yazar: Jungish
Breh, Azizim! Şu modern zamanların hali nicedir, ne yalan söyleyeyim, oturup da saatlerce dertleşesim gelir sizinle. Her şey tebdil oldu, değişti; ne eski âdetler kaldı, ne de gönül rahatlığı… Tam da bu hengâmede, elime bir İngiliz yazarın, D. H. Lawrence‘ın o meşhur eseri “Gökkuşağı” (The Rainbow) düştü. Dedim ki kendi kendime, “Bakalım şu Avrupalı Brangwen ailesi, bizim Beyoğlu’nun, Fatih’in, yahut Anadolu’nun bir köyündeki ailelerden ne derece farklıymış?”
Canım okuyucu, bu mezkûr hikâye, efendim, öyle bir çırpıda okunup geçilecek cinsten değil. Bizi taa 1840’lardan alıyor, 1905’lere, yani sanayileşmenin ve modern hayatın İngiliz köylüsünü bile yutmaya başladığı o çalkantılı devirlere götürüyor.
Ne Değişti Bu İnsanlarda?
Hikâyenin en başında, Tom Brangwen var; bir çiftçi, toprağından ötesini bilmeyen, sâfiyet abidesi bir adam. Lâkin kader bu ya, gidip Polonyalı bir dul olan Lydia ile evleniyor. Tamam, aşk güzel şeydir, kimin ne hakkı var demeye… Ama bakın, Brangwen ailesinin saadeti işte bu “dışarıdan” gelen hava ile değişmeye başlıyor.
Esas curcuna ise ikinci nesilde kopuyor: Lydia’nın kızı Anna, kuzeni Will ile evleniyor. Eyvahlar olsun! Bu ne biçim aşk, ne biçim evliliktir ki, sanki iki kılıç birbirine girmiş! Destansı bir kavgadır bunlarınki. Sürekli didişme, sürekli bir savaş hali… İnsan bir yuva kurar, huzur ister. Bunlar ise sanki evliliği bir cenk meydanı sanmışlar. hane içinde felaket tellallığı! Ne işi var bu kadar çatışmanın bir evin damı altında?
Ursula’nın Asrî Çilesi: Ah Şu Yeni Kızlar!
Fakat kıymetli okuyucum, asıl mesele Anna ve Will’in kızı Ursula‘da düğümleniyor. İşte bu kızımız, tam bir “modern zamanlar mağduru”! Ne aradığını bilmeyen, ruhu pür-ihtiras, duygusal ve cinsel arzuları deseniz, alev alev… Fakat etrafı, yani o İngiliz cemiyeti, katı, materyalist ve dar kafalı.
Üniversiteye gitmeler, öğretmenlik yapmalar, sırf maaş için değil, bir “oluş” arayışı için çırpınmalar… Ah, şu kadınların kendi benliklerini arama çabası yok mu, vallahi yazarın kaleminden kan damlamış. Ursula, bir yandan kadın bir öğretmene gönül veriyor, diğer yandan da Anton Skrebensky adlı bir subayda aradığı “tutkulu” sevgiyi bulmaya çalışıyor. Ne mümkün! Modern devirde aşk da sekteye uğramış, iki ruh birbirine tam manasıyla kavuşamıyor, hep bir eksiklik, hep bir noksanlık!
Zaten bu roman, yayınlandığı zaman büyük bir skandala sebep olmuş. Düşünün, İngilizler hemen yasaklamışlar! Demek ki Lawrence, o zamanın ahlak bekçilerinin tahammül edemediği kadar açık, o kadar dürüst yazmış insanın içindeki bu doğal ve ruhânî ateşi. Bizim de mahallemizde dedikodu kazanları kaynamaz mıydı böyle ifşaatlar karşısında? Kaynardı elbet!
Hasılı Kelâm, Gökkuşağı Ne Vaat Eder?
Bakınız, bu roman bize şunu gösteriyor: İnsan ruhu, tarlada çapa sallayan Tom Brangwen’den, şehirde üniversite okuyan Ursula’ya geçtikçe; yani tabiatın sâfiyetinden sanayinin kargaşasına doğru yürüdükçe, kendini bulma savaşı da şiddetleniyor. Evvelâ toprakla, sonra evle, en nihayetinde ise kendi bedeni ve ruhuyla cenk ediyor insan.
Peki, Ursula ne yapıyor bu koca yorgunluğun sonunda? Bakıyor ki ne Skrebensky’de, ne de o köhneleşmiş cemiyette aradığı hakikat var. İşte tam o esnada, göğün kubbesinde koca bir Gökkuşağı görüyor! Yıkık dökük evlerin, fabrikaların üzerinde yükselen, Hakikatten örülmüş, yeni bir dünyanın mimarisini müjdeliyor o ışıklı kemer!
Ne diyelim, canım okuyucularım? Lawrence bu vizyonuyla bize, bu kargaşa ve hırs çağında bile, insanoğlunun bir gün yeniden o “Yaşayan Hakikat” kumaşına geri döneceğine dair bir umut fısıldıyor.
Haydi bakalım, siz de bir Gökkuşağı’nın peşine düşün, kim bilir, belki aradığınız “yeni mimari” sizin de tam tepenizde beliriverir!
Sağlık ve selametle kalın.


