Çocuklar, Eşyalar ve “Sevgi Faturası”
Diyelim ki İstanbul’un eski bir semtindeyiz.
Dar sokaklı, çamaşırların iplerde sallandığı, herkesi herkesin tanıdığı bir mahalle.
Bir evin kapısını aralıyoruz:
Salon, müze gibi.
Plastik koruyuculu koltuklar, camlı vitrinde hiç dokunulmayan fincan takımları, duvarda altın varaklı çerçeveler, sehpanın üzerinde asla yakılmayan mumlar…
Çocuk odasına geçiyoruz:
Duvarlar çizgi film kahramanlarıyla kaplı, yatağın üstü oyuncaklarla dolu; kitaplıkta “erken STEM gelişimi” vaat eden oyuncak kutuları…
Ama odanın gerçek sahibi olan çocuk, tablette bir oyunla baş başa, annesi ise mutfakta, babası ise mesaiye ek mesai ekleyen beyaz yakalı bir gölge.
Bu tabloyu Leyla AbdelRahim’in “On Objects, Love, and Objectifications: Children in a Material World” metnini okurken gözümün önünden silemedim. Çünkü o, çocukların dünyasını nesnelerle, faturalarla, markalarla doldurup sevgi ve ilişkiyi “eşya dili”ne tercüme eden bir uygarlıktan söz ediyor.
Hüseyin Rahmi yaşasa, eminim bu dünyadan roman çıkarırdı:
“Sevgi yerine kombi taksidi ödeyen anne-babalar”,
“Çocuğun gönlü yerine çocuk odasının dekoruna yatırım yapan aileler”…
Ben de bu yazıda, AbdelRahim’in eleştirilerini, bizim mahallemizin diliyle, biraz alay, biraz sızı, bolca edebî örnekle dolaşmak istiyorum.
“Seni Seviyorum, Bak Ne Aldım Sana!”
AbdelRahim, bugünün anne babalarının sık kullandığı bir cümleyi yakalıyor:
“Seni seviyorum, bak sana ne aldım.”
Sevgi, fiil olmaktan çıkıp fiş hâline geliyor.
- Eskinin annesi, çocuğuna “Yedi misin? Üşüdün mü?” diye sorardı.
- Bugünün annesi, akşam yorgun argın eve geldiğinde: “Bak sana oyuncak aldım, mutlu musun?” diyor.
Eski İstanbul konaklarında sevgi, tencerenin başında pişen yemeğin buharına karışırdı;
şimdi ise sevgi, kargo takip numarasına ekleniyor.
AbdelRahim’in işaret ettiği mesele şu:
Anne baba sevgiyi gösterirken kendilerini bizzat devreden çıkarıp yerlerine nesneleri koyuyorlar. Çocukla zaman, temas, göz göze gelme, sokakta gezme, parkta oynama; yerini alışveriş seanslarına ve ekranlara bırakıyor.
Mahalledeki tasviri şöyle yapabiliriz:
“Küçük Zeynep annesinin sesini en çok Trendyol’dan gelen kargonun kapıyı çaldığı an duyuyordu:
‘Bak kızım, annen seni ne kadar çok seviyor, yine paket geldi.’
Zeynep, bu sevgiyle oynayacak, sonra bir köşeye atacak, sonra daha çok sevgi isteyecekti:
Daha pahalı, daha büyük, daha parlak…”
Sevgi mi, Sermaye mi?
AbdelRahim, Pierre Bourdieu’ye yaslanarak “sahip olduklarımızın”, yalnızca maddi değil, sembolik sermaye olduğunu hatırlatıyor: marka, prestij, “medenî aile” imajı…
- Biri perdeleri “Avrupai” yaptırdığı için öbürünün gözü kalır,
- Biri gramofon aldığı için diğeri “Bizde de olsun” diye taksidin kapısına dayanır.
Bugün ise bu yarışı çocuklar üzerinden sürdürüyoruz:
- “Bizim kızın odası İKEA düzenli, sizinkinde hâlâ eski çekyat mı var?”
- “Bizim oğlan şu koleje gidiyor, ‘erken yaşta girişimcilik’ atölyeleri var.”
- “Ay canım, daha robotik kodlama öğrenmedi mi?”
AbdelRahim’in anlattığı gibi, sevgi ve çocuk yetiştirme, piyasanın diline çevriliyor:
Bakım, emek, gece uykusuz kalmak “iş” sayılmıyor;
ama özel okul, kurs, markalı oyuncak, bebek odası dekorasyonu, “çocuğuna yaptığın yatırım”.
“Beyefendi, kızının doğum gününe pasta alamadığı için değil,
pastanın üstüne marka oyuncak koyamadığı için utanç duyardı.
Zira artık mahallenin dili değişmişti:
‘Ne kadar seviyorsun?’ sorusunun cevabı,
‘Kaça mal oldu?’ ile ölçülüyordu.”
Çocuk Odası: Minyatür Depo, Eksik Dünya
AbdelRahim’in metni, bir yerde çocuk odasını mercek altına alıyor:
Çocuğun mekânı, aslında iç dünyanın ve ilişkilerin aynası.
Çocuk odası, günümüz apartman dairelerinde çoğu zaman:
- Eşyayla tıka basa dolu,
- Zaman ve oyun için dar,
- Ekran karşısında “sessiz durma” alanı.
“Küçük Ahmet’in odasında adım atacak yer yoktu.
Bir duvarda eğitim setleri, diğerinde test kitapları;
yerde bir ordu gibi dizilmiş, her biri başka bir markanın haraç mezat aldığı oyuncaklar.
Ama bütün bu curcunanın ortasında, Ahmet’in iç sıkıntısı için
ne bir ağacın gölgesi, ne de deniz kokusu vardı.
Ahmet pencereyi açtığında, mahalle çocuklarının sokakta oynayan sesleriyle değil,
üst kattaki komşunun matkap sesiyle karşılaşıyordu.”
AbdelRahim’in uyarısı sert:
Çocukluk, giderek “nesneler arasında geçen bir tüketim stajı”na dönüşüyor.
Sevgi, birlikte geçirilen zamandan çok, odaya sığdırılan nesnelerin sayısıyla ölçülüyor
Yoksulluk Utancı: Yokluktan Değil, Karşılaştırmadan Doğar
Yazıda, Kuzey Amerika’da “ben çok fakir büyüdüm” diyen insanların hikâyeleri var. Onlar için yoksulluk, çoğu zaman ikinci el kıyafet giymek, büyük yılbaşı ağacı olmaması, marka eşyalarının eksikliği demek.
Gerçek açlık ve barınma problemleri ise arka planda kalıyor.
Bizim mahalleye çevirelim:
- Pazardan alınan ayakkabıdan utanmak,
- “Markasız” mont giydiği için dalga geçilen çocuklar,
- Servisle AVM’ye giden ama mahallesinin parkına gitmeyen minikler…
AbdelRahim’in söylediği şu:
Yoksulluk algısı bile piyasanın diline teslim.
Çocuğun “kendini fakir hissetmesi”, çoğu zaman başkalarının sahip olduklarıyla kıyasladığı bir nesne listesi üzerinden şekilleniyor.
“Küçük Ayşe, mahalle fırınından alınan simidin kokusunu değil,
sınıf arkadaşının yeni telefonunu kıstas alarak ‘yoksul’ olduğuna karar verdi.
Midede açlık yoktu belki ama gözler aç kalmıştı:
Reklam panoları, vitrinler ve arkadaşlarının markalı etiketlerine…”
Annelik, Bakım ve Görünmez Emek: En Düşük Ücretli Meslek
AbdelRahim bir noktada bıçağı derine vuruyor:
Çocuk bakımı, annelik, emek ve bakım işleri; piyasada en düşük ücretli ya da çoğu zaman “ücretsiz” kabul edilen işler.
Üstelik ironik bir durum var:
- Sistem, gelecek kuşak işçileri, tüketicileri, askerleri “üretmek” için bu bakıma muhtaç.
- Ama bu bakımın asıl yükünü çeken kadınlar, anneler, bakım verenler itibar hiyerarşisinde en dipte.
Mahalle tasviriyle:
“Mahalle bakkalının veresiye defterinde adı en çok geçen kişi,
evde en çok iş yapan kişiydi;
ama aile fotoğrafında en az yer kaplayan da oydu.
Çamaşır, yemek, çocuk ödevi, okul toplantısı,
gece ateşlenen çocuk, sabah tost isteyen koca…
Hepsinin adı ‘kadın görevi’ idi,
hiçbirinin adı ‘emeğin bedeli’ değildi.”
AbdelRahim’in önerisi radikal:
Eğer toplum gerçekten çocukları ve bakımı önemsiyorsa,
en tepede oturanlar –politikacılar, büyük şirket sahipleri– en azından birkaç aileyi tümüyle destekleyebilecek güçte ve bunu yapmakla sorumlu demektir.
“İki duble rakı parasına dünyanın gidişatını tartışan politik beyler,
bir çocuğun süt parasını,
bir annenin nefes alacak bir gününü
‘bütçe dengesi’ne feda etmekte hiçbir sakınca görmezlerdi.”
Kurumlara Güven, Çocuklara Güvensizlik
Yazının ilerleyen bölümlerinde AbdelRahim,
okul, kreş, özel eğitim kurumları, bakım sistemleri gibi kurumsal yapıları,
çocuğu “standartlaştıran”, itaatkâr, tüketici ve uyumlu bir yetişkine dönüştüren mekanizmalar olarak tartışıyor.
Bizdeki manzarayı düşünelim:
- Çocuğuna güvenmeyen ama okula “disiplin sağlıyor” diye tapan aileler,
- Mahallede oyun oynamasına izin verilmeyen ama AVM’de dolaşmasına izin verilen çocuklar,
- “Çocuğum mutlu olsun” cümlesiyle başlayan, “ama bizim de yüzümüz ak olsun” kaygısıyla biten eğitim seçimleri.
“Mektebin kapısından içeri girerken annesinin elini bırakan çocuk,
sadece annesinin elini değil,
kendi merakının da kolunu kaptırıyordu kapıya.
Zira içeride, her soru işareti
not ortalamasına göre ödüllendirilecek yahut cezalandırılacaktı.”
AbdelRahim’e göre, sevgi burada kurumsal prosedürlere devrediliyor:
Ders programı, veli toplantısı, davranış çizelgesi, yıldızlı sticker’lar…
Oysa çocuk için güven, kâğıt üzerindeki başarıdan çok, yanında duran yetişkinin tutarlılığında saklı.
Peki Ne Yapacağız?
Dünyayı bir gecede değiştiremeyiz;
ama çocuklarla ilişkimizi, onlara sunduğumuz dünyayı adım adım değiştirebiliriz.
1. Nesne değil, sahne yaratmak
Çocuğun odasını depo olmaktan çıkarıp sahneye çevirmek:
- Daha az oyuncak, daha çok boş alan;
- Daha az ekran, daha çok birlikte icat edilmiş oyun;
- Daha az “temalı oda”, daha çok birlikte boyanmış duvar kağıdı, birlikte seçilmiş afiş.
2. Sevgi dilini fişten fiile çevirmek
- “Seni seviyorum, bak sana ne aldım” yerine,
“Seni seviyorum, bugün birlikte nereye gidelim / ne keşfedelim / ne yapalım?” - Birlikte yürümek, birlikte yemek yapmak, balkondan gökyüzünü seyretmek,
AVM’de gezmekten daha büyük hediyedir.
3. Annelik ve bakım emeğini görünür kılmak
- Ev içindeki bakım işlerini “doğal kadın görevi” değil,
paylaşılması gereken emek olarak görmek. - Çocuklara da bunu öğretmek:
“Buzdolabındaki yoğurt kendiliğinden gelmiyor;
birinin teri, emeği, zamanı var orada.”
4. Çocukların gözünden dünyaya bakmayı hatırlamak
AbdelRahim’in çıkış noktası, kendi çocuğunun odasına ve dünyasına bir antropolog gibi bakmak.
Biz de şunu deneyebiliriz:
- Evimizi bir yabancı gibi gezmek: “Burada çocuk için ne var? Eşya mı, ilişki mi?”
- Çocuğa sormak: “En çok neyi seviyorsun? Neden?”
Bu sorular bazen tokat gibi cevaplar getirebilir:
“En çok senin birlikte oynadığın zamanları seviyorum.”
Son Söz: Çocuk, Eşya Değil; İlişki Örneğidir
Layla AbdelRahim’in metni bize şunu hatırlatıyor:
Çocuklar, piyasanın ortasında büyüyen canlı vicdanlar.
Onlara ne kadar eşya, statü, marka sunarsak sunalım,
içten içe şunu soruyorlar:
“Benimle gerçekten ilgileniyor musun, yoksa bana yatırım mı yapıyorsun?”
Eskiden yoksulluk daha çıplaktı ama ilişkiler daha sıcaktı;
bugün vitrinler parlak, kalpler yorgun.
O hâlde belki en devrimci cümle,
en mütevazı olan:
“Gel, telefonu bırak. Biraz da birbirimize bakalım.”
Ve belki de bir çocuğun dünyasını,
yeni bir oyuncaktan çok,
bu cümlenin içten söylenişi değiştirir.


