Edmund Husserl ve Fenomenolojik Yöntem

Başta varoluşçu felsefe olmak üzere, çağdaş pek çok düşünce okulunu derinden etkileyen fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’dir (1859-1938). Filozof kariyeri boyunca doğabilimlerinin bilimsel aklının, moral ve kültürel değer alanlarını egemenliği altına almaya yönelik yayılmacı eğilimlerine karşı çıkan Husserl, kültürün tüm alanlarını kuşatacak yeni bir felsefe anlayışının savunuculuğunu yapmıştır. Buna göre o, “bir yandan doğabilimlerinin nesnelci gücünü, öznenin kurucu rolüne ilişkin bir kavrayışın zuhuruna engel olmaktan alıkoyarken, diğer yandan da doğabilimlerini kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan sağlam bir zemine oturtacak yepyeni ve kesin bir felsefe oluşturmayı” amaçlar. Onun böyle bir amaç doğrultusunda, yani yeni bir felsefe inşa etme hedefi yönünde başlattığı hareketin ilk durağında, bir kriz tespiti bulunur. Çünkü onu yeni bir felsefe olarak fenomenolojiyi oluşturmaya sevk eden ilk ve en önemli şey, Batı kültürünün hakiki doğrultusunu yitirip gerçek amacını kaybetmiş olduğu yönündeki derin ve sarsılmaz kanaati olmuştur. Bu kanaatini temel felsefe eserlerinden biri olan Felsefe ve Avrupa İnsanının Krizi adlı kitabında açıklıkla ortaya koyan Husserl, krizi felsefenin hedefinden sapması, gerçek amacından uzaklaşması diye ifade eder.


(a) Avrupa’nın Krizi


Husserl, felsefenin esas amacını gerçek anlamda bir hakikat arayışı, temel insani sorulara olabilecek en iyi yanıtları, insanın başat ilgilerine en sağlam tatminleri temin etme çabası, onun en yüksek değerlerle ilgili taleplerine layıkıyla karşılık verme gayreti, kısacası insan aklının eşsiz ve kuşatıcı kapasite ve güçlerini hakkıyla geliştirme faaliyeti olarak görür. Avrupa insanının krizini, felsefenin işte bu şekilde tanımlanan amacından tamamen uzaklaşmasının bir sonucu olan bir çöküş hali olarak yorumlayan Husserl, nitekim krizi alternatif bir şekilde hakiki akılcılığın sona erişi diye tanımlarken, amacını da “insan aklını kurtarmak” olarak belirler. İnsan aklının kendisinden kurtarılması gereken şey, elbette bütün bir fenomenoloji projesinin ana zeminini meydana getiren bir şey olarak, doğabilimlerinin hayatın bütün alanlarına sınır tanımayan yayılımıdır.
Husserl, elbette bilime, doğabilimlerine karşı çıkan, doğabilimlerinin göz kamaştırıcı başarılarını görmezden gelen biri değildir. Bunu en azından, onun insan aklının veya kültürün bütün alanlarını doğabilimlerinin tahakkümünden, kesin bir bilim olarak tasarladığı bir felsefe geliştirmek suretiyle kurtarma amacında olduğunu açıklıkla görebiliriz. Onun eleştirisi, bu yüzden bilimin bizzat kendisine değil de doğabilimlerinin kabullerine ve yöntemlerine yönelik bir eleştiridir. Buna göre o, her şeyden önce doğabilimlerinin modern zamanlar boyunca Avrupa uygarlığı veya Batı insanında, dünyanın gerçekte neye benzediği ve en iyi nasıl bilineceğiyle ilgili tamamen hatalı bir tutum geliştirdiğine inanır. Gerçekten de doğabilimleri, Husserl’e göre, doğanın fiziki olduğu ve bilme, değerleme ve yargılama alanı olarak tin alanının, yani bütün bir kültür alanının nedensel yönden, cismani olana dayandığı önyargısı üzerine kurulur. Kendine yeten, bütünüyle özerk bir tin bilimi imkânının doğabilimcisi tarafından hiçbir şekilde kabul edilmediğini öne süren Husserl’e göre, sadece söz konusu inkâr bile, modern insanın krizini ifade etmeye fazlasıyla yeter. Nitekim tin alanının ya da manevi dünyanın fizik bilimi tarzında veya doğabilimlerinin ölçüleriyle kurulup anlaşılması gerektiğinde ısrar etmenin, o, modern bilimsel akılcılığın ilkelliğini yansıttığını söyler. Onu ilkel bir yaklaşım ya da tutum haline getiren şey, hiç kuşku yok ki doğalcılığın çeşitli form ya da versiyonlarına içkin olan, fiziki doğanın var olan her şeyi kuşattığı kabulüdür. Akılcılık tarafından büyük bir rahatlıkla benimsenen bu kabul, sözgelimi psikolojinin ancak psikofiziksel bir bilim olabileceği anlamına gelir. O, dahası benliğe aşkın bir gerçekliğe dayanan bilgi ve hakikatin “nesnel” olduğu anlamını taşır. Doğalcılığın  söz  konusu  nesnelciliğinin  modern  akılcılığın,  ilkelliği  dışında  naifliğini  de  dışa vurduğunu söyleyen Husserl, modern insanlığın krizinden sorumlu tuttuğu doğalcılığın bir yandan da Antik Yunan’da geliştirilen felsefe idealinden bir kopuşu temsil ettiğine inanır.
Gerçekten de Antik Yunan felsefesinin, pratik çıkarların ve lokal deneyimlerin doğrudan sınırlarının ötesine geçen evrensel birtakım düşünceler anlamında entelektüel bir kültür yaratmaya muvaffak olduğunu, bu felsefenin özellikle Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar eliyle hayatın bütünü ve genel amaçları üzerine evrensel bir eleştiri anlamında yeni bir bakış veya tutum geliştirdiğini ileri süren Husserl’e göre, söz konusu bakış açısı esas itibariyle insanlık tarihi boyunca geliştirilmiş olan kültür sistemleriyle ilgili bir eleştiriden meydana geliyordu. Bu eleştirinin pozitif tarafından insanoğlunu evrensel akıl yoluyla tamamen yeni bir insanlığa doğru yükseltme, örf ve âdetlerin, coğrafyanın ve toplumsal grupların sınırlı ufuklarının üstüne taşıma gibi özel ve manevi bir amaç bulunmaktaydı. Bunu mümkün kılan şey, ona göre yeni bir hakikat telakkisi, gelenekten bağımsız ve dolayısıyla evrensel olarak geçerli bir hakikat anlayışı olmuştur.

Manevi hayatın, kültürün, Avrupa’nın ve Batılı insanlığın kökeninde işte bu tutum ve hakikat anlayışının bulunduğunu öne süren Husserl, bireyleri çevrelerine doğru yönlendiren, dünyaya yeni bir ışık altından bakmaya sevk eden bu yeni tutumun, Antik Yunan’da ortaya çıktığını söyler. Husserl, söz konusu yeni tutumu “felsefe” sözcüğüyle karşılar ve onun, en azından Yunan’daki ifadesiyle “evrensel bir bilim, bir bütün olarak dünyanın veya varlığın evrensel birliğinin bilimi” olduğunu söyler. Fiziki olanı olduğu kadar kültürel olanı, nesneleri olduğu kadar düşünceleri de ihtiva eden bütün bir doğa üzerine kuşatıcı davranışıyla seçkinleşen bu tek bilim, sonradan, özellikle de Rönesans’tan itibaren müstakil bilimlere bölünmeye başlar. Sonraki adım ise özellikle 16. yüzyıldan itibaren, algılanan dünyanın matematiksel dünyaya dönüştürülmesiyle ilgili bir keşiften meydana gelir; söz konusu keşif, Husserl’e göre, 17. yüzyıldan başlayarak, matematiksel doğabilimlerinin büyük bir hızla gelişmesine yol açmıştır.
O, doğabilimlerinin başarısının, derin bir krize yol açacak şekilde, tinin en iyi durumda ihmali, en kötü durumda ise yok sayılmasıyla sonuçlandığını söyler. Buna göre insanı çevreleyen dünya üzerinde yoğunlaşılması suretiyle her şeyin fiziki olduğu veya fiziki olandan türetilmiş olduğu inancında somutlaşan, nesnelci bir tutum ortaya çıkmıştır. Bu, Husserl’in krizin kökenine, Yunan’daki çıkar gözetmeyen teori veya rasyonalite idealinin moderniteyle birlikte doğalcılık olarak bilinen kabullerle özdeşleştirilmesi olgusunu yerleştirdiğini gösterir. En basit söylemle doğalcılık, doğabilimlerinin tahakkümünü, “doğabilimlerinin büyük başarılarının manevi alanı veya tinin bilgisini de kapsayacak şekilde yayılımını” savunma tutumunu ifade eder. Böyle bir tutum ya da inanç, Husserl’e göre, doğabilimlerinin elde etmiş olduğu gerçekten de büyük başarılar dikkate alındığı takdirde, çok anlaşılır bir tutum olmak durumundadır. Fakat inanılan veya savunulan şeyin bizzat kendisine, yani söz konusu yayılım veya tahakküme gelince, Husserl bunun bir tür sapma olduğunu düşünür. Çünkü kendilerini deneyimde fiilen gösterdikleri şekliyle düşünme, isteme veya hayal etme türünden zihinsel faaliyet veya psişik süreçlere yöneltilecek en sıradan bir bakış bile, onların fiziğin konu aldığı maddi nesnelerden özleri itibariyle en yüksek derecede farklı olduğunu gözler önüne serer. doğabilimlerinin yöntemlerinin uygulanma alanını psişik hayatı da kapsayacak şekilde genişletmek, tinsel alanı nesneleştirmek, yani psişik süreçleri bütünüyle kamusal olan zaman ve mekân alanında varolan cismani şeyler olarak mütalaa etmek anlamına gelir. O, işte buradan hareketle, “nesnelci doğalcılığın”, ilkel ve saçma sapan düalist dünya yorumuyla, tine veya manevi alana zamansal-mekânsal nesnelere baktığı şekilde bakmaya ve onu, doğabilimlerinin metodolojisiyle incelemeye devam ettiği sürece, insanlığın gerçek amaçlarını kavrama noktasında en küçük bir ilerlemenin dahi kaydedilemeyeceği sonucuna varır. İşte bu yüzden, Husserl’i fenomenolojiyi geliştirip öne sürmeye sevk eden şeyin, onun krizi ortadan kaldırma, krizin temelinde bulunan doğalcı nesnelciliğin üstesinden gelme ve tinin özsel doğasını kavramanın doğru ve uygun yöntemini ortaya çıkarma amacı olduğu söylenebilir.


(b) Descartes Etkisi


Doğalcılığın maddeden yola çıktığı yerde, Husserl doğallıkla tin ya da bilinçten hareket eder. Söz konusu   hareket   tarzında,   o,   en   çok   Descartes’tan   etkilenir.   Düşüncelerinin   şekillenmesi   ve fenomenolojinin oluşumu evresinde, Husserl aslında pek çok filozofun görüşlerinden, sözgelimi Locke’un deneyciliğinden, Hume’un kuşkuculuğundan, Kant’ın Kopernik Devrimi’nden çok yoğun bir şekilde etkilenmiştir. Özellikle bilincin yönelimselliğinin farkına varma noktasında Brentano’dan çok şey öğrenen Husserl’in yine de en çok Descartes’tan etkilenmiş olduğu kabul edilir. Zaten onun kendisi de Kartezyen Meditasyonlar adlı eserinde, bu etkiyi teslim

ederken, fenomenolojinin bir tür yeni Kartezyanizm olarak tanımlanabileceğini söyler. Yine aynı eserde, kuşku yönteminin Descartes’ı fenomenolojinin eşiğine kadar getirmiş olduğunu söyleyen Husserl üzerindeki Descartes etkisi, onun Descartes’ın hareket ettiği yerden, yani düşünen benlikten hareket etmesi noktasında ortaya çıkar. Bununla birlikte, söz konusu etki onun Kartezyen düşünceye ait her şeyi bir şekilde kendisine mal etmesinden oluşmaz. Nitekim o, Descartes’ı ne kadar takdir ederse etsin felsefeye çok doğru bir yerden başlamaması, sonradan “düşünen ben”i tözsel bir biçimde yorumlaması ve aynı benliğin düşüncelerinin konusunu kendinde şeyler olarak alması nedenleriyle eleştirmekten geri durmaz.
Descartes’ın bilginin mutlak olarak kesin ve sarsılmaz temeline varmak için kuşku yöntemini kullandığı yerde, Husserl fenomenolojinin ayırt edici yönünü, Descartes’ın başlangıç noktasının sadece bir yönünü kabul ederek ortaya koyar. Bir başka deyişle o, Descartes’ın bilgiyle ilgili kararını da söz konusu amacı önceden varsaymanın bir önyargı olduğu gerekçesiyle bir tarafa bırakır. Demek ki Descartes ile karşılaştırıldığında, Husserl felsefeye çok daha radikal bir başlangıç yapar; hiçbir önkabul olmadan, fiili deneyim ve sezgide verildikleri şekliyle, sadece olguların ve şeylerin kendilerine bakarak inşa etmeye çalışır. Önceden oluşturulmuş birtakım düşünce, önkabul veya önyargılarla değil de yalnızca mevcut veri ve delillerle yargılamayı temel bir kural haline getirirken, insanın bu türden dolayımsız verilerle yüklü bilim öncesi hayatını yeniden ele geçirmeye çalışır. O, başta deneyimle ilgili önyargılar olmak üzere, her tür önyargıyı askıyı alarak sadece deneyimlerini betimleme çabası verir.
Deneyim, elbette tecrübe eden, deneyimleyen benliğin etrafında döner. Bu yüzden Descartes için olduğu kadar Husserl için de benlik, olabilecek tüm bilgilerin kaynağı olmak durumundadır. Bununla birlikte, benliğin Descartes’ta mantıksal bir silsiledeki, ona gerçeklikle ilgili başka birtakım sonuçları çıkarsama imkânı veren bir ilk aksiyom olduğu yerde, Husserl onu sadece deneyimin kaynağı veya temeli olarak görür. Demek ki mantık yerine öncelikle deneyime vurgu yapan Husserl’i ilgilendiren en önemli şey, deneyimde saf formu içinde sunulmuş olduğu şekliyle verilmiş olanı tasvir etmektir. Descartes’ı bilinçli benliğin ötesine, öznenin dışına, zihin-beden düalizmine yol açan nesnel bir gerçekliğe doğru gittiği için eleştirir. Husserl, kendisini bunun yerine “saf öznellik”le sınırlar ve söz konusu öznelliğin beşeri deneyimin fiili olgularını her şeyden daha iyi betimlediğini söyler. Bu yüzden meşhur ego cogitosunda sadece iki öğe ya da faktöre vurgu yapan Descartes’tan farklı olarak Husserl, deneyimin çok daha sağlam bir tasvirinin üç terimli ego cogito cogitatumda ortaya çıktığını söyler. Descartes’ın sadece “Düşünüyorum” dediği yerde, analizi bilinç, düşünme, düşünülen şey ve bu arada deneyimin fenomenlerini vücuda getiren yönelimsellik faktörü arasında söz konusu olduğuna inandığı ilişki üzerinde yoğunlaşan Husserl “Bir şeyi düşünüyorum” demek durumuna gelir.


(c) Fenomenler


Husserl’in transandantal felsefesini tanımlamak amacıyla Kant ve Hegel gibi filozoflardan ödünç alarak kullandığı fenomenoloji terimi, demek ki onun fenomenlerin ötesine, yani deneyimde sunulan verilerin, bilinç için erişilebilir olan görünüşlerden türetilmiş verilerin ötesine gitmeyi reddetme tavrından gelir. Gerçekten de Husserl, Schopenhauer ve Bergson gibi filozoflarla birlikte, hakikatin bilgisinin, zihnin bir tür kavramsal ve diskürsif kavrayış tarzından ziyade, bilincin dolayımsız idrakinden, doğrudan deneyiminden gelmek durumunda olduğunu söyler. Fakat bu filozofların söz konusu dolayımsız ve daha derin biliş tarzı yoluyla metafiziksel bakımdan tam olarak gerçek olan ayrı varlıkların dünyasına ulaştığımızı öne sürdükleri yerde, Husserl, Kant’ın “kendinde şeylere ilişkin bilginin imkânsızlığı”yla ilgili iddialarını ciddiye alır ve fenomenlere, yani “şeylerin kendilerine dönülmesini” talep eder.
Husserl, sadece fenomenlerin gerisindeki gerçekliklerin dolayımsız birtakım görüleme formlarıyla bilinebileceğini kabul eden filozoflara değil, bir yandan bilen zihin ile diğer yandan bilinen nesne arasında bir ayrım yapan filozof veya bilgi kuramlarına da karşı çıkar. Çünkü Hussell, en azından ilk ve temel deneyimde, bilinç ile fenomen arasında bir ayrım yapmaz. Husserl’in tutumunu veya yaklaşımını eşsiz kılan şey de onun var olanın veya fenomenlerin kendilerini bilince sunan öznel edimde içerildiğini öne sürmesidir. Gerçekten de onun bu yeni tutumu, “orada”, zihinden bağımsız bir şekilde var olan nesnel bir fiziki dünyayı varsayan doğalcı tutuma tamamen karşıttır. Çünkü Husserl için bilme dediğimiz faaliyet, şeylerin resimlerini çeken bir fotoğraf makinesi veya kameranın faaliyetine benzer bir eylemlilikten meydana gelmez. Dolayısıyla Husserl, deneyimin yalın bir psikolojik tasvirinin yeterli olmadığını savunur. Husserl’in fenomenolojisi, deneyimde verilmiş olan unsurların yalın bir şekilde listesini yapmanın ötesine gider; deneyimin betimlenmesi edimini, gerçek nesneyi, ona ilişkin fiili deneyimimizi, kastettiğimiz anlamı veya kendisine yöneldiğimiz nesneyi ve söz konusu nesneyi bizim için kuran ya da inşa eden yönelmişliği de kapsayacak şekilde genişletir. Bu ise elbette, Husserl’in ampirisizme “düşünümsellik” öğesini de dahil ettiği, yani görünüşlerin arızi birtakım yönlerinin tasvirinden bilincin varolmayı ve belirlenmeyi mümkün kılan karmaşık yönelimsel faaliyetine doğru ilerlediği anlamına gelir. Deneyimimizin unsurlarını, Husserl’e göre en iyi, bilincin  fenomenlere yönelip onları yaratma sürecindeki aktif rolünü açığa çıkarmak suretiyle anlayabiliriz.


(d) Yönelmişlik


Husserl, fenomenolojisinde bir yandan bilincin kendisini, bir yandan da kendisine bilinç tarafından yönelinen fenomeni ele alır. Bilinç söz konusu olduğunda, onun özünün yönelmişlik olduğunu bildiren Husserl, beşeri deneyimle ilgili en temel ve aşikâr olgunun, bilincin kendisinden ziyade, onun her zaman bir şeyin bilinci olması olgusu olduğunu belirtir. Husserl’e göre, yönelmişlik halinde bilinç, fiilen varolan ya da varolabilecek olan bir nesneye doğru sürekli bir yönelme içinde olur. Nitekim o, zihinsel fenomenleri, bilinç edimlerini dile getiren sözlerin, ancak ve ancak bir şeye gönderimde bulunmak, bir şeyle ilişki kurmak suretiyle anlam kazandığını dile getirir. Bilincin her zaman bir şeyin bilinci olduğunu söyleyen Husserl, bu sözüyle bir yandan bilincin özü gereği sahip olmak durumunda olduğu yönelmişlik niteliğine vurgu yaparken, diğer yandan da bilincine varılan şey ile onun bilincine varan şey arasındaki ilişkinin terimlerden birinin diğerine indirgenmesi suretiyle kavranamayacağı hususuna dikkat çeker. Onun bakış açısıyla, bilinç kendisini mutlak olarak yönelmişlik yoluyla açığa vurur; o, ikinci olarak verili bir yeti olmayıp, inşa edilen bir kavrayıştır. Bundan dolayı,  bilinç kendisine yönelen nesnenin bilinci olduğu gibi, yönelinmiş olan nesne de ona yönelen bilincin nesnesi olmak durumundadır. Gerçekten de şeylere ilişkin algımızın, deneyimimizin yönelinmiş nesnelere dönük bir projeksiyon olup, bilincinin özünün de bu yönelmişlikten meydana geldiğini öne süren Husserl, bilincin yönelmişliğiyle, bu nesne ister bir ev, ister bir sayı ya da ister başka bir insan olsun, bilinç tarafından kastedilen, kurulan, inşa edilen, kendisine yönelinen bir şey ya da nesneyi anlatmak ister.
Husserl, saf bilincin sürekli bir akış olması dolayısıyla, onun boşlukları, kesintileri olmadığını ileri sürer. Algının ayrı, müstakil nesneleri, söz konusu bilinç akışının, özneler olarak bizlerin kendilerine yönelmek suretiyle kurduğumuz parçaları olmak durumundadır. Gerçekten de onun bakış açısından yönelmişliği, benliğin deneyimin oluşumu veya kuruluşunda etkin bir biçimde işe karışması olgusuna işaret eder. Hatta biraz daha ileri gidilerek yönelmişliğin, Husserl’in noktainazarından, bilincin kendisinin yapısı olmakla kalmayıp, aynı zamanda en temel varlık kategorisi olduğu söylenebilir. Bu ise hiç kuşku yok ki fenomenolojinin, gerçekliği keşfedip ortaya çıkarma sürecinde, şeylerdeki gerçekliğe bakmak yerine, bilincin verilerini ve faaliyetini betimlemeye duyulan ihtiyaca vurgu yaptığı anlamına gelir. Buna göre bizler sözgelimi, bir kimseyi sınırlı sayıda perspektiften, profilden veya önden, belirli bir durum ya da yerde, sinemada veya okulda vs. belli bir zamanda algılarız. İşte bilincimiz ilgili kişiyi, ona gerçekliğin parçalarını oluşturan bütün bu kesitlerden hareket ederek yönelmek suretiyle kurup oluşturur. Benliğin söz konusu yönelmişliği veya onu kurma  faaliyeti, bununla birlikte Husserl tarafından bilinçli bir faaliyet olmaktan ziyade, otomatik bir faaliyet olarak tanımlanır. O, benliğin dünyayı inşa etme veya onu kurma edimine, işte bu yüzden “pasif bir yaratma” adını verir. Onda, bilincin bu en derin tabakasına veya yönelmişliğine erişmenin yolu, epokhe veya paranteze almadan geçer.


(e) Fenomenolojik Epokhe


Husserl, bilincin özüne ve bu arada gerçekliğin bizatihi kendisine erişmenin yöntemi olarak epokheyi veya paranteze almayı önerir. Paranteze alma, “nesnel dünya ile ilgili herhangi bir bakış açısı veya görüşten uzak durma” anlamına gelen özel bir fenomenolojik tekniktir. Buna göre Descartes’ın işe, fenomenler de dâhil olmak üzere, her şeyden kuşku duyarak başladığı yerde, Husserl, dünyanın var olup olmadığıyla ilgili bir iddiada bulunmayı reddederek, bütün fenomenleri, deneyimin bütün unsurlarını paranteze alır; başka bir deyişle, deneyimle ilgili bir inananca sahip olmaktan geri durur. Bu açıdan bakıldığında, onun nesneler, başka insanlar ve kültürel durumlar da dâhil olmak üzere, deneyimlenmiş hayatın baştan sona tüm akışını paranteze aldığı söylenebilir. Husserl’e kendisini, bir bütün olarak dünyanın kendisinde ihtiva olunduğu benlik veya bilinç hayatı olarak keşfetme imkânı veren şey, işte bu fenomenolojik epokhedir, yani deneyimin fenomenlerini paranteze alma, zihnin bütün önyargı ve kabullerini askıya alma işlemidir. Husserl bu yüzden, benliğin kesinliğinden nesnel dünyanın varoluşunu türeten Descartes’ın tersine, dünyanın “kendisi için bilincinde olduğu ve bu türden cogitationelerde (kendi düşünce edimlerinde) geçerli görünen şeylerden başka bir şey olmadığını, onun anlamı ve geçerliliğinin tamamen böylesi cogitationelerde bulunduğunu” ileri sürer. O, işte bu nedenle, bir anlamda “kendisinin olmayan, anlam ve hakikatini onun kendisinden almayan bir dünyada yaşayamayacağını, deneyimleyip düşünemeyeceğini, değer biçim eylemde bulunamayacağını” söyler.
“Kendimizin bizzat görmediğimiz bir dünya ile ilgili olarak iddialarda bulunmamız gerektiğini” söyleyen Husserl, Descartes ve Kant felsefelerinin, kendisinin transandantal alan adını verdiği, fenomenal alanın veya deneyim dünyasının ötesine giden yönlerini reddeder. Onun deneyim alanıyla sınırladığı felsefesine transandantal fenomenoloji adını vermesinin nedeni budur. Husserl transandantal epokheyi uygulayıp söz konusu deneyim alanını paranteze aldığı zaman, gerçekliğin merkezi olan bilinçli benliğe geri dönmüş olur. O, nitekim “dünyanın varlığını olumlamanın veya olumsuzlamanın aslında pek de büyük bir farklılık meydana getirmediğini, çünkü epokhenin “en önemli ve görkemli olguyu, yani deneyimin önyargılardan arındırılmış görünümünün kendi hakiki benliğini verdiğini” söyler. Dünyanın varlığı ve geçerliliği ancak bu benlik sayesinde anlam kazanır.

İşte bu durum, yani dünyanın varlığının sadece bireysel benlik yoluyla anlam kazanması olgusu, bizi bir kez daha yönelmişliğe götürür. Çünkü benlik bilinçtir ve bilinç de her zaman bir şeyin bilincidir. Fakat Husserl bu saf bilince, çeşitli kültürler tarafından geliştirilmiş bakış açılarıyla önkabullerden meydana gelen engelleyici tabakalar aşıldıktan sonra varılabileceğini söyler. Söz konusu önkabullerden aşılması en gerekli olanlar ise, doğabilimlerinin bizi deneyimin nesnelerinin doğabilimlerince belirlenip betimlenen nesneler olduğuna inanmaya sevk eden önyargılarıdır. Husserl kendi özgün deneyimimizle kıyaslandığında, bilimin nesnelerinin sadece soyutlamalardan ibaret olduğunu söyler. İşte paranteze alma faaliyeti bir taraftan bu türden soyutlama ve önyargıları bertaraf ederek, öznenin ilksel, özgün deneyimini keşfetmesini ve söz konusu deneyimde de bir yandan bilinci, diğer taraftan da bilincin nesnelerini bulmasını sağlar.
Söz  konusu  fenomenolojik  epokheyle  birlikte  gündeme  gelen  fenomenolojik  araştırmada,  bir yandan bilincin kendisi ve edimleriyle bu edimlerin nesneleri, yani kendilerine yönelinen şeyler sorgulanır. Tüm dikkatini “saf bilinçle” birlikte kendilerine yönelinen bu nesneler üzerinde yoğunlaştıran Husserl, bu nesnelerin gerçekte “özler” olduğunu, fenomenolojinin artık özlere ilişkin bir sezgiyle nihayetlendiğini söyler. Sözgelimi önümdeki kitap sayfasıyla ilgili deneyimimi paranteze aldığım zaman, “sayfa”nın özüyle ve bu arada “dikdörtgenlik”, “beyazlık” özüyle karşı karşıya kalırım. Öz, bir şeyi, başka bir şey değil de olduğu şey yapan şey özsel özelliktir. Özler aynı zamanda, bir şekilde  bulundukları  her bir  durumda  tam olarak mevcut olma  özelliğine  sahip  bulundukları  için Husserl transandantal olarak indirgenmiş, yani paranteze alınmış deneyimde özleri keşfedebilme imkânına kavuşur. Nitekim o, özlerin söz konusu keşfinin kendisine bizim dolayımsız olarak, sadece görünüşlerin değil de nesnelerin bizzat kendilerinin bilincine vardığımızı iddia etme imkânı verdiğini söyler. Buna göre, önündeki masanın kırmızı örtüsüne bakarken, insan, söz konusu deneyimini paranteze aldığında, “kırmızılık” özünün bilincine varır. O, kırmızılık özünün bilincine varırken, bu özü doğrudan ve aracısız olarak kavrar. Bu deneyim türünde özler, bize tıpkı duyu deneyindeki doğal cisimler gibi, doğrudan ve aracısız olarak verilir. Husserl, şeylerin özlerini tecrübe ettiğimiz işte bu deneyim türüne “öze ilişkin sezgi” adını vermiştir. Ona göre, biz öze ilişkin bu sezgi aracılığıyla, kesin ve kuşku duyulamaz önermelere, sonuçlara ulaşırız. Matematiğin nesneleri, aksiyomları da aynı şekilde bilinir. Matematiğin aksiyomları, yalnızca sayılar ve diğer matematiksel nesneler hakkında, sezgiler aracılığıyla kazanılmış bilginin dilsel ifadeleridir. “Doğal sayı”, “nokta”, ”doğru çizgi”, “düzlem” gibi ifadeler, duyu deneyiyle tecrübe edilebilir olan gerçek nesnelerin adları değildir. Bu ifadeler, bize Husserl’in öze ilişkin sezgi adını verdiği söz konusu deneyim biçimi içinde doğrudan ve aracısız olarak verilen ideal nesnelerin adlarıdır. Husserl’e göre, öze ilişkin bu sezgi aracılığıyla, biz matematiğin kendisine konu aldığı ideal varlıkların belirli özelliklerini, ilişkilerini, vb., bilme durumuna geliriz.
Husserl, bütün bu paranteze alma ve öze ilişkin sezgi süreci boyunca, deneyimin indirgenemez ve asli öğesinin, özlerin veya nesnelerin kendileriyle, bu nesnelerin muhtelif anlamlarının kaynağı olarak benliğin sürekli mevcudiyeti olduğunu tekrar tekrar ifade eder. İşte bu durum, her şeyin varlığı ve anlamının Husserl’de, onun idealizme düşmekle itham edilmesine yol açacak şekilde, bilinçte ve bilinç yoluyla belirlendiği anlamına gelir.


(f) Yaşama Dünyası


Husserl, ilk bakışta söz konusu idealizm ithamını bertaraf etme amacına matuf gibi görünebilmekle birlikte, aslında fenomenolojiyi sağlam bir zemin üzerine oturtma amacının bir parçası

olarak, yaşama dünyası kavramına müracaat eder. Husserl, felsefesinin sağlam ve kesin temelini ortaya koyabilmek için öncelikle, önyargılarla önkabulleri, özellikle de doğabilimlerinin ön kabullerini parantez altına alma yoluna gider. İşte bu hususun önemine gerektiği ölçüde vurgu yapabilmek için insanın deneyiminin ilk ve en özgün formuna, bilim öncesi deneyim diye tanımlanabilen deneyim tarzına geri gitmenin önemi üzerinde durur. Burası kişinin gündelik dünyası, yani yaşama dünyasıdır. Yaşama dünyası insan varlıklarının fiilen katıldıkları veya içinde oldukları deneyimlerden, yani  gündelik hayatın çok çeşitli görünümlerini algılama, yorumlama veya sentezleme benzeri deneyimlerden oluşur. Husserl’e göre, yaşama dünyası bilimlerin de nesnelerini kendisinden çıkarıp soyutlamak zorunda oldukları ana kaynağı oluşturur. Bilimler, işte bunu yaptıkları ölçüde, gerçekliğe ilişkin olarak sadece kısmi bir kavrayış temin edebilirler.
Husserl, bilimin kendisini ilgilendiren unsurların soyutlamalarını elde ettikten sonra da yaşama dünyasında geride çok zengin ve anlamlı öğelerin kaldığını söyler. Sözgelimi bir bilim adamı olmanın özü veya mahiyeti, bilimin kendisi tarafından açıklanabilir bir şey değildir. Bunun açıklamasının başka yerlerde olduğunu söyleyen Husserl, felsefe için sağlam bir temeli, yaşama dünyasının bilimde olduğu kadar, insanların nispeten sıradan deneyimlerinde de işe nasıl karıştığıyla ilgili sıkı bir analizde bulur. Nitekim hakikati temellendirip haklılandırabileceğimiz yegâne şeyin, yaşama dünyasının verileri olduğunu söyler. Yaşama dünyasının bütün bu verilerinin ya da olaylarının toplamına “hayatı deneyimleme dünyamız” adını veren Husserl, işte bu yaşama dünyası anlayışıyla, aynı zamanda felsefeciyi doğabilimlerinin geliştirip yaydığı bir bakış açısından kurtarma amacı güder. Demek ki Hussell, yararlı bir bilime erişme amacıyla ruhu özgürleştirme doğrultusunda, dünyanın bilim tarafından yorumlanmadan önce neye benzediğini keşfetmenin yolunu, yaşama dünyasının analizinde bulmuştur. Epokhe sayesinde, yaşama dünyası betimleme faaliyeti için son derece verimli bir alan olarak ortaya çıkarken, bize deneyimlemenin, düşünmenin, hatta teorileştirmenin yeni yollarını sunar. Nitekim Husserl, bu sayede dünyanın insanların deneyimledikleri gibi olduğunu görme fırsatı elde ettiklerini söyler.

Ahmet Cevizci
Felsefe Tarihi: Thales’ten Baudrillard’a 
Say Yayınları