Hakkari’de Bir Mevsim: Yerel Halkın Sessizliği ve Ötekiyle Yüzleşme Hangi Metaforik Anlamları Taşır?

Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim adlı eseri, anlatıcının sürgünlüğü ve yerel halkla karşılaşması üzerinden derin bir etik ve varoluşsal sorgulama sunar. Bu metin, Emmanuel Levinas’ın “öteki etiği”, Jean-Paul Sartre’ın özgürlük ve sorumluluk kavramları ve sessizliğin ahlaki boyutları gibi felsefi çerçevelerle değerlendirildiğinde, bireyin ötekiyle, toplumla ve kendisiyle ilişkisine dair karmaşık bir panorama ortaya koyar. Anlatıcının yerel halka yaklaşımı, sessizliğin etik anlamı ve sürgünlüğün bireyi ahlaki bir yüzleşmeye zorlaması, eserin hem bireysel hem de toplumsal düzlemde sunduğu soruları derinleştirir. Aşağıda, bu sorular Levinas, Sartre ve daha geniş felsefi bağlamlar üzerinden ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.


Anlatıcının Ötekiyle Karşılaşması ve Levinas’ın Etik Sorumluluğu

Levinas’ın felsefesi, ötekinin yüzünün etik bir çağrı olduğunu savunur; bu yüz, bireyi kendi ben-merkezciliğinden çıkararak sorumluluk almaya zorlar. Hakkari’de Bir Mevsim’de anlatıcı, sürgün olarak geldiği Hakkari’de yerel halkla karşılaşır ve bu karşılaşma, onun ötekiyle ilişkisini sorgulamasına yol açar. Anlatıcı, başlangıçta bir aydın olarak kendisini yerel halktan ayrı bir yerde konumlandırır; bu, onun dilinde, gözlemlerinde ve yargılarında belirgindir. Ancak Levinas’ın perspektifinden bakıldığında, anlatıcı ötekinin yüzüne tam anlamıyla sorumlulukla yaklaşmaz. Yerel halkın yoksulluğu, suskunluğu ve yabancılaşmışlığı, anlatıcıda daha çok bir şaşkınlık ve mesafe yaratır; bu, ötekinin çağrısına yanıt vermekten ziyade, kendi varoluşsal yalnızlığını derinleştiren bir tepkiye dönüşür.

Anlatıcı, yerel halkın yaşam koşullarını anlamaya çalışsa da, bu çaba çoğu zaman kendi iç dünyasına dönük bir yansıma olarak kalır. Örneğin, halkın sessizliği onun için bir bilmeceye dönüşür, ancak bu bilmeceyi çözmek yerine, kendi sürgünlüğünün ve yalnızlığının bir yansıması olarak yorumlar. Levinas, ötekinin yüzünün bireyi kendi konfor alanından çıkararak etik bir sorumluluğa çağırdığını belirtir; oysa anlatıcı, bu çağrıyı tam anlamıyla içselleştirmek yerine, ötekinin varlığını kendi varoluşsal krizinin bir aynası olarak kullanır. Bu, anlatıcının etik sorumluluktan kaçtığını göstermese de, bu sorumluluğu üstlenmekte zorlandığını ortaya koyar. Yerel halkla kurduğu ilişki, ne tam bir empati ne de tam bir yabancılaşma içerir; bu ikircikli durum, anlatıcının ötekiyle karşılaşmasının hem bir imkan hem de bir sınır olduğunu gösterir.


Yerel Halkın Sessizliği ve Etik Direnişin İmkânları

Yerel halkın sessizliği, Hakkari’de Bir Mevsim’in en çarpıcı unsurlarından biridir ve bu sessizlik, ahlaki bir duruş mu yoksa bir çöküş mü sorusunu gündeme getirir. Sessizlik, yüzeyde bir teslimiyet ya da pasiflik gibi görünebilir; ancak daha derin bir okuma, bunun bir etik direniş biçimi olabileceğini önerir. Michel Foucault’nun iktidar analizlerinden yola çıkarak, sessizliğin bir itaatsizlik ya da özerklik biçimi olarak okunabileceği düşünülebilir. Yerel halk, devlet otoritesinin temsilcisi olarak görülen anlatıcıya karşı konuşmamayı tercih ederek, kendi varoluşsal alanlarını koruma yoluna gidebilir. Bu sessizlik, bir tür “söylenmeyeni söyleme” stratejisi olarak, iktidarın dayattığı dil ve anlam dünyasına karşı bir mesafe yaratır.

Öte yandan, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı üzerinden bakıldığında, sessizlik bir ahlaki çöküş olarak da yorumlanabilir. Yerel halkın suskunluğu, yaşadıkları adaletsizliklere ya da baskılara karşı bir tepki üretememe hali olarak görülebilir. Bu, bireylerin kendi acılarıyla başa çıkmak için geliştirdikleri bir savunma mekanizması olabilir; ancak aynı zamanda, toplumu dönüştürme potansiyelini de zayıflatır. Sessizlik, bu bağlamda, ne tamamen direniş ne de tamamen teslimiyettir; daha ziyade, bu iki uç arasında salınan bir varoluş biçimidir. Yerel halkın sessizliği, anlatıcıyı rahatsız eder çünkü bu sessizlik, onun kendi anlam dünyasını sorgulamasına yol açar. Anlatıcı, halkın suskunluğunda kendi yetersizliğini ve yabancılaşmasını görür; bu, sessizliğin yalnızca yerel halka değil, aynı zamanda anlatıcıya da ahlaki bir soru yönelttiğini gösterir.

Sessizliğin antropolojik boyutu da göz ardı edilmemelidir. Yerel halkın suskunluğu, tarihsel olarak ezilmiş toplulukların geliştirdiği bir hayatta kalma stratejisi olabilir. Dilbilimsel olarak, sessizlik bir iletişim biçimi olarak işlev görür; sözcüklerin ötesinde, jestler, bakışlar ve duruşlar aracılığıyla anlam üretir. Bu, anlatıcının alışık olduğu dil merkezli iletişim biçimlerine meydan okur ve onu ötekinin dünyasını anlamaya zorlar. Sessizlik, bu anlamda, etik bir karşılaşmanın hem engeli hem de imkânıdır.


Sürgünlük ve Varoluşsal Sorumluluk

Anlatıcının sürgünlüğü, Hakkari’de Bir Mevsim’in merkezî temalarından biridir ve bu durum, bireyin toplumla olan ahlaki sözleşmesini sorgulamasına yol açar. Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğu, özgürlüğün ve sorumluluğun birbirinden ayrılamaz olduğunu savunur; birey, kendi anlam dünyasını yaratmakla yükümlüdür ve bu süreçte yaptığı şeyler, onun kim olduğunu tanımlar. Anlatıcı, Hakkari’ye sürgün edildiğinde, alışık olduğu toplumsal bağlardan koparılır. Bu kopuş, onun özgürlüğünü hem bir olanak hem de bir lanet olarak deneyimlemesine neden olur. Sartre’ın “insan özgürlüğe mahkûmdur” ifadesi, anlatıcının durumunda açıkça yankılanır; çünkü anlatıcı, sürgünde özgürdür, bu özgürlüğü nasıl kullanacağı konusunda derin bir belirsizlik yaşar.

Sürgünlük, anlatıcıyı kendi varoluşsal sorumluluğuyla yüzleşmeye iter. Toplumun ona dayattığı rollerden (aydın, öğretmen, otorite temsilcisi) uzaklaştığında, kendi kimliğini yeniden tanımlamak zorunda kalır. Ancak bu süreç, Sartre’ın vurguladığı gibi, kolay değildir. Anlatıcı, yerel halkla ilişkilerinde, kendi özgürlüğünün ötekinin varlığına bağlı olduğunu fark eder. Sartre için, öteki, bireyin özgürlüğünü tehdit eden bir bakış açar; ancak aynı zamanda, bireyin kendi varoluşunu anlaması için bir zorunlu bir aynadır. Anlatıcı, yerel halkın sessizliği ve yoksulluğu karşısında kendi yetersizliğini sorgularken, Sartre’ın özgürlük ve sorumluluk kavramlarının kesişim noktasında bulunur. Onun sürgülü, bir anlamda, kendi ahlaki sözleşmesini yeniden yazma fırsatıdır; ancak bu sözleşme, ötekinin varlığı olmadan eksik kalır.

Sürgünlüğün sosyolojik boyutu da önemlidir. Anlatıcı, merkezden çevreye savrulurken, Türkiye’nin modernleşme projesinin çelişkileriyle yüzleşir. Hakkari, modern devletin ulaşamadığı ya da yalnızca otoriteyle ilişki kurabildiği bir bölgedir; bu, anlatıcının aydın kimliğinin sınırlarını ortaya koyar. Anlatıcı, bir yandan modernleşmenin vaatlerini temsil ederken, diğer yandan bu vaatlerin yerel halk için ne anlama geldiğini sorgular. Bu sorgulama, onun toplumla olan ahlaki bağını yeniden düşünmesine yol açar; ancak bu düşünme süreci, çözümlerden çok sorular üretir.


Ötekiyle Yüzleşmenin Sonsuz Soruları

Hakkari’de Bir Mevsim, anlatıcının ötekiyle, toplumla ve kendisiyle kurduğu ilişkinin etik ve varoluşsal boyutlarını derin bir şekilde sorgular. Levinas’ın öteki etiği, anlatıcının yerel halka yaklaşımını eleştirel bir perspektif sunarken, Sartre’ın özgürlük ve sorumluluk kavramları, sürgülüğün bireyi kendi varoluşsal gerçekleriyle yüzleşmeye zorladığını gösteriyor. Yerel halkın sesizliği, etik bir direnişten ahlaki bir çöküşe kadar uzanan bir yelpazede okunabilir; bu sessizlik, hem anlatıcıyı hem de okuyucuyu rahatsız eden bir aynadır. Eser, kesin cevaplar sunmak yerine, ötekiyle karşılaşmanın karmaşıklığını ve bu karşılaşmanın bireyi sürekli bir sorgulamaya yönelttiğini vurgular. Bu sorgulama, bireyin kendi sorumluluğuyla, ötekinin varoluşuyla ve toplumun dayattığı anlamlarla yüzleşmesini gerektirir.