HERBERT SPENCER Felsefesi
HERBERT SPENCER
I. Comte ve Darwin
Kant’ın felsefesi, bile bile geleneksel düşünüş biçimlerine öldürücü bir darbe indirmiş, bilmeyerek de bütün metafizikleri yıkıma sürüklemiştir. Çünkü metafizik, düşünce tarihi boyunca, gerçeğin son niteliğini açığa çıkarma çabasıydı, artık insanlar, gerçeğe hiçbir zaman deneyle yanaşılamayacağını, en güvenilir kaynaktan öğrenmiş bulunuyorlardı. En üstün insan aklı bile, olguların (fenomenlerin) ötesine geçemez, Maya’nın örtüsünü yırtamazdı. 1830 yıllarında, evrenin sırrını iyi sakladığı kabul edilmiş bulunuyordu. Tam bir sarhoşluk içinde geçen bir kuşaktan sonra, Avrupa zihni, metafiziğin herhangi bir çeşitine karşı çıkmaya ant içmişti.
Pozitivizm (Olguculuk) hareketinin kurucusunun, kuşkuculuk konusunda uzmanlaşmış Fransa’dan çıkması çoğaldı. Auguste Comte, 1798’de Montpellier’de doğdu. Gençliğinde, çağımızın Sokrat’ı dediği, Benjamin Franklin’e tutkundu. “Bilirsiniz, B. Franklin yirmi beşinde tam bir bilge olmayı aklına koymuş, düşündüğünü de gerçekleştirmişti. Henüz yirmi yaşında değilsem de, ben de aynı şeyi kafama koymuş bulunuyorum” diyordu. Büyük hayâlci Saint-Simon’un kâtipliğini yapmakla işe başladı, Saint-Simon ona, Turgot ile Condercet’nin devrimci coşkunluğunu aşıladığı gibi, toplumsal olguların, tıpkı fiziksel olgular gibi birtakım yasalara ve bilime dönüştürülebileceği düşüncesiyle, bütün felsefenin, insanlığın ahlâksal ve siyâsal ilerlemesi üstüne yöneltilmesi gerektiği fikrini de verdi. Dünyayı düzenlemeye kalkışan çoğumuz gibi, Comte da, kendi evini yönetmenin güç iş olduğunu fark etti; 1827’de, iki yıl süren mutsuz bir evlilikten sonra, sinir buhranı geçirdi ve Seine nehrinde intihar etmeye kalkıştı. 1830-1842 arası yayımlanan cilt “Pozitiv Felsefe” ile 1851-1854’de çıkan dört ciltlik “Pozitiv Tutum” adlı kitaplarını onun kurtarıcısına borçluyuz.
Kapsam bakımından, çağımızda ancak Spencer’in “Sentetik Felsefe”si ile boy ölçüşebilecek bir teşebbüstü bu. Bilimler, uğraştığı dalların genelliğine ve basitliğine göre sınıflandırılıyordu: Matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji ve sosyoloji konuları ele alınıyordu. Böylece sosyoloji, bilimlerin doruğundaydı; öteki bilimler, ancak toplumun bilimini aydınlattığı çapta var olmaya hak kazanıyorlardı. Bilim, doğru bilgi anlamında, bir konudan bir konuya bu sıraya göre yayılıyordu. Toplum hayatının karmaşık olgularının (fenomenlerinin), bilimsel yönteme boyun eğen en son olgular olması doğaldı. Her düşünce alanında, fikir tarihçisi, ‘Üç Aşama Yasası’nı gözlemleyebiliyordu; ilkin konu ‘dinbilimsel’ olarak kavranıyor ve bütün sorunlar, -yıldızların tanrılar ya da tanrıların arabaları olarak görüldüğü çağdaki gibi- bir Tanrı istemiyle açıklanıyordu. Daha sonra aynı konu ‘metafiziksel’ aşamaya erişiyordu; daire en mükemmel biçim olduğu için, yıldızların daire çizdiklerine inanılan çağdaki gibi, metafizik soyutlamalarla açıklanıyordu. Sonunda konu doğru gözlemleme, varsayım ve deneyle ‘pozitiv’ bilime indiriliyor, olguları da doğal neden ve sonucun düzenliliğiyle ortaya konuyordu. “Tanrı’nın İstemi,” Eflâtun’un “Fikirleri” (İdeaları) ya da Hegel’in “Salt Fikri” gibi soyut varlıklara, sonra da bilimin yasalarına dönüşüyordu. Metafizik, duraklayan bir gelişimdi ve artık bu çocukları bırakmanın sırası geldi diyordu Comte. Felsefe, bilinçten ayrı bir şey değildi, insan hayatını daha iyiye götürmek amacıyla, bütün bilimlerin bir uyum hâline getirilmesiydi.
1845’de, kocası müebbet hapiste bulunan Madame Clotilde de Vaux’un Comte’a ilgi ve yakınlık göstermesi ve Comt’un ona karşı duyduğu sevgi, düşüncesinin canlanmasına, renklenmesine yol açtı; bunun tepkisi olarak da duyguyu, devrimci güç olarak, aklın üstüne çıkardı. Vardığı sonuç, dünyanın ancak yeni bir din ile kurtulabileceğiydi. Bu dînin görevi, insanlığı, törensel tapınmanın nesnesi olarak yüceltmek, insan yaradılışındaki zayıf bir duygu olan, düşünme duygusunu beslemek ve güçlendirmekti. Comte, yaşlılık çağını, düşündüğü İnsanlı Dîni için rahipler, kutsama, törenleri, duâlar ve disiplinden meydana gelen karmaşık bir düzen kurmakla geçirdi. Puta tapanların ve ortaçağ azizlerinin adları yerine, içine insanlığın ilerlemesine katkıda bulunan kahramanlarının konacağı, yeni bir takvim yapılmasını ileri sürdü.
Pozitivist hareket, rûhunu sanayi ve ticaret hayatından alan, somut olgulara saygı gösteren, İngiliz düşüncesinin akımıyle uyuşuyordu. Bacon geleneği düşünceyi nesnelere, zihni de maddeye yöneltmişti: Hobbes’un maddeciliği, Locke’un duyumculuğu, Hume’un şüpheciliği, Bentham’ın faydacılığı, pratik ve uğraş hayatının teması üzerine çeşitlemelerdi. Berkeley, bu İngiliz senfonisinde, İrlandalı tek yabancı temaydı. Böylece pozitivist hareketi, doğduğu yerden çok, İngiltere’de izleyici buldu.
Bu arada, Sanayi Devrimi de bilimi teşvik ediyordu. Newton ile Herschel, yıldızları İngiltere’ye getirmiş; Boyle ile Davy kimya hazinelerini açmıştı; Faraday, dünyayı elektriğe kavuşturacak keşifler yapmaktaydı; Rumford ile Joule da kuvvetin dönüştürülebilmesi ve eşdeğerliliğiyle, enerjinin muhâfazasını kanıtlamaktaydı. Bilimler öyle bir karmaşık düzeye ulaşmıştı ki, şaşkına dönmüş dünya, bir sentezi dört gözle bekliyordu. Ama Herbert Spencer’in gençliğinde İngiltere’yi karıştıran bütün bu zihin etkilerinin üstünde, biyolojinin gelişimi ve evrim öğretisi vardı. Bilim, bu öğretimin geliştirilmesinde, eşsiz bir uluslararası nitelik göstermişti: Kant, maymunların insan durumuna gelebileceğinden söz etmişti; Goethe bitkilerin değişimlerini ele almıştı; Erasmus, Darwin ve Lamarck, türlerin, şeylerin kullanılıp kullanılmayışına göre, kalıtım yoluyle, basit biçimlerden geliştiğini söyleyen kuramı ileri sürmüşlerdi; 1830’da da St. Hilaire, Ernani gibi, değişmeyen bir dünyada değişmeyen kuralların ve düzenlerin klâsik fikirlerine karşı çıkmıştı.
1850 yıllarında ‘evrim’ günün konusu olmuştu. Spencer, bu fikri, Darwin’den çok önce, “Gelişim Varsayımı” adlı denemesi (1852) ile “Psikolojinin İlkeleri” (1855) adlı kitabında öne sürmüş bulunuyordu. Burada sözkonusu olan, yalnızca yüksek türlerin aşağı türlerden gelişerek türediğini ileri süren, belirsiz evrim kavramı değildi. “Doğal seçim yoluyle” evrimin, gerçek davranışı ve süreci ya da “Hayat mücadelesinde başarı kazanan soyların korunması” kuramı, ayrıntılarıyle, bol kanıtlarıyla ortaya konuyordu. On yıl içinde, bütün dünya evrim üstüne konuşmaya başlamıştı. Spencer’i bu düşünce dalgasının en üst noktasına çıkaran şey, evrim fikrinin bütün inceleme alanlarına uygulanmasını ve bütün bilgilerin kuramına saygı göstermesini sağlayan zihninin genişliğiydi. XVIII. yüzyılda, felsefeye matematik hâkim olmuş, dünyaya Descartes’ı, Hobbes’u, Spinoza’yı, Leibnitz’i ve Pascal’ı vermişti; psikoloji de Berkeley, Hume, Condillac ve Kant ile felsefeden söz etmişti. XIX. yüzyılda Schelling, Schopenhauer, Spencer, Nietzsche ve Bergson’un felsefe düşüncesinin ardında da biyoloji vardı. Her seferinde de çığır açan fikirler, ayrı ayrı kişilerin, ağır ağır meydana getirdiği anlamı belirsiz eserlerdi; ama fikirler, onları bir uyum hâlinde biraraya getiren ve açıklayan kimselere bağlıdırlar, sözgelişi Yeni Dünya, haritasını çizen Amerigo Vespucci’nin adını almıştır. Herbert Spencer, Darwin çağının Vespucci’siydi, biraz da Colombus’u sayılırdı.
II. Spencer’in Gelişimi
Spencer 1820’de Derby’de doğdu. Herbert ana ve baba taraından Anglikan mezhebine bağlı olmayan bir soydan geliyordu. Kilise ilkelerinden sapma, babada daha güçlenmiş ve Herbert Spencer’in nerdeyse inatçı denecek bireyciliğinde en son noktasına ulaşmıştı. Baba, herhangi bir şeyi açıklamak için, hiçbir zaman doğaüstüne baş vurmazdı. Bilime eğilimi vardı, “Geometri Buluşları” diye bir kitap yazmıştı. Siyâsette, o da oğlu gibi bireyciydi ve “seviyesi ne olursa olsun, kimseye şapkasını çıkarmazdı.” Babası da, amcası ve büyük babası gibi, özel okul öğretmenleriydi; bununla birlikte, çağının en ünlü İngiliz filozofu olacak olan oğlu, kırk yaşına kadar eğitim görmemişti. Herbert tembeldi, babasıysa bunu hoşgörüyordu. Sonunda on üç yaşına geldiğinde, Herbert’i, sertliğiyle ün salmış amcası Hinton’a gönderdiler.
Gördüğü biricik sistemli eğitim burada olmuştur. Aslında ne öğrendiğini kendi de bilmiyordu; ne tarih, ne doğabilim, ne de genel edebiyat öğrenmişti. İlginç bir gururla şöyle der: “Ne çocukluğumda, ne de gençliğimde, hiç İngilizce dersi almadım, şu ana kadar gramer konusunda tek bilgim yok.” Kâtiplerinden biri, Spencer’in tek bilim kitabını sonuna kadar okumadığını söyler. Sevdiği alanlarda bile sistemli bir eğitim görmemişti. Bütün bilgisini raslantıyle oradan buradan elde etmişti. Otuz yaşına gelinceye kadar felsefe üstüne hiçbir şey bilmiyordu. Derken Lewes’u okudu, Kant’a geçeyim dedi, ama daha kitabın başında Kant’ın zaman ile mekânın, nesnel şeylerden değil de, duyu algılamalarından meydana geldiğini ileri sürdüğünü görünce, Kant’ın budala olduğunu düşünüp kitabını bir yana attı. Kâtibinin dediğine göre, Spencer, “Toplumsal İstatistik” adlı kitabını “eski ve şimdi unutulmuş bulunan, Jonathan Dymond’un bir ahlâk incelemesinden başka bir şey okumadan” yazmıştır. ‘Psikoloji’sini sadece Hume, Mansel ve Reid’i okuyarak; ‘Biyoloji’sini yalnızca Carpenter’in “Karşılaştırmalı Fizyoloji” adlı kitabını okuyarak; ‘Sosyoloji’sini Comte’u, Tylor’u okumadan; ‘Ahlâk’ını Kant’ı, Mill’i, Sedgwick’i ya da başka bir ahlâkçıyı okumadan yazmıştır.
Binlerce fikrini destekleyecek olan, milyonlarca olguyu nereden çekip çıkarmıştı peki? Okumaktan çok, doğrudan doğruya gözlemle yapmıştı bu işi. “Merakı her an uyanık tutuyor ve yanındaki arkadaşının dikkatini, ikide bir o zamana kadar yalnızca kendisinin görmüş olduğu bir olguya çeviriyordu.” “Kesin gözüyle, elinden geçen her şeyden faydalanıyordu.” Ne yapacağını kestirdikten sonra ve bütün eserinin çevresinde döneceği temel fikri, evrimi bulduktan sonra, beyni gerekli malzemeyi çeken bir mıknatıs oluyor, düşüncesinin eşsiz düzenliliği de, gelen malzemeyi otomatik bir şekilde sınıflandırıyordu. İşçiler olsun, işverenler olsun seve seve kulak veriyordu ona; kendilerinkine benzeyen bir zihin vardı karşılarında; kitapla öğrenimden ve “kültür”den uzaktı, ama çalışıp yaşadıkça öğrenilen doğal, somut bilgiyle donanmıştı.
Geçimi için çalışmak zorundaydı; mesleği de, düşüncesinin pratik eğilimini yoğunlaştırıyordu. Demiryolları ve köprü inşaatı ölçü memuru ve plâncısıydı; bir bakıma mühendis sayılırdı. Her dönemeçte bir buluşla çıkıyordu ortaya; buluşlarının hiç biri işe yaramamıştı. Bunlar arasında patentli tuzluklar, testiler, mum söndürücüleri, hasta koltukları gibi şeyler vardır.
Şiir ve sanata karşı hevesi ve uygun rûh yapısı yoktu; bu, azimli gerçekçiliği ve pratik sağduyusunun bedeliydi. Bir şey üstünde, gerektiği gibi uzun boylu durması yanında, keçi inadı da vardı; varsayımlarını doğrulamak için, bütün evreni araştırabilirdi, ama başkasının görüşüne nüfuz edemezdi. İlkelere uymayan kişiyi destekleyen şeye sahipti: Her şeyden önce ben varım diyordu; büyüklüğünü de ukalâlığına kaçmadan taşıyamıyordu. Bir öncünün eksikliklerine sahipti: Cesâretli açıkgözlülüğü ve yoğun orijinalliği yanında, dogmatik, dar kafalılığı vardı. Bütün dalkavukluklara karşı direnir, kendisine teklif edilen hükümet mevkîlerini geri çevirirdi. Müzmin hastalığına ve yalnızlığına rağmen, zahmetli işini kırk yıl sürdürdü. Öğretmen oğlu ve torunu olan Spencer, öğretmen değneğini kitaplarında kullanmış, yüksek, öğretici bir perdeden konuşmuştur. “Hiçbir zaman şaşırmam,” diyordu. Bazen müşfik davranışına kızıyordu, yalnız geçen bekâr hayatı, onda cana yakın insansı nitelikler uyandırmamıştır. Büyük İngiliz romancısı, George Eliot ile macerâsı olmuştu, ama kadın, onun hoşuna gitmeyecek derecede akıllıydı. Spencer’de mizah olmadığı gibi, üslûbunda da incelik yoktu.
Görünüşe bakılırsa, yüklendiği görevin büyüklüğü, onu hayatı, lâyık olduğundan daha ciddîye almaya zorluyordu. “Pazar günü St. Cloud bayramındaydım,” diye yazıyor Paris’ten “Erişkin kimselerin çocukluğu pek eğlendirdi beni. Fransızlar çocukluğu elden bırakmıyor bir türlü; kurşunî saçlı kimselerin, bizim panayırlardaki gibi atlı karıncalara bindiğini gördüm.” Hayatı incelemekle ve tanımlamakla öyle meşgûldü ki, onu yaşamaya vakti yoktu. Niagara şelâlelerini gördükten sonra, günlüğüne şöyle yazıyordu: “Tam umduğum gibi buldum.” En bayağı olayları, en büyük züppelikle anlatıyordu. Hiçbir buhran, hiçbir aşk macerası geçirmemişti (anılarında bir yanlışlık yoksa tabiî). Bazı yakın dostları vardı, ama onlar hakkında, hemen hemen matematiksel bir ifâde kullanıyor, sudan dostluklarından, işin içine tutku katmadan söz ediyordu. Kâtibinin dediğine göre, “tutkusuz ince dudakları, hiçbir duyumculuğun olmadığını gösteriyor, açık renkteki gözleri, duygusal derinlikten yoksunluğunu belli ediyordu.” Üslûbunun tekdüze, aynı seviyede gitmesi bundandır; hiçbir zaman göklere yükselmez ve ünlem işareti kullanmazdı. Romantik bir çağda, ağır başlılık ve tutuculuk bakımından heykeli yapılmış bir ders gibi dikilmektedir.
Az görülen bir mantıkî zihne sahipti; apriori (önsel) ve aposteriori (sonsal) düşüncelerini, bir satranç oyuncusunun dakikliğiyle yönetirdi. Yakınçağ tarihinde, karmaşık konuları, onun kadar açık ortaya koyan yoktur. Güç sorunları öyle açık bir biçimde belirtiyordu ki; bütün dünya bir kuşak boyu felsefeyle ilgilenmişti. “Söylendiğine göre,” diye yazıyor, “Konuları iyi açıklıyormuşum. Bilgileri, düşünme biçimlerini ve sonuçları başkalarında kolay kolay rastlanmayacak bir biçimde, açıklık ve tutarlılıkla belirtiyormuşum.” Çok geniş genellemelere bayılıyordu Huxley, Spencer’in trajedi fikrinin, olgu tarafından öldürülen bir kuram olduğunu söylemişti; Spencer’in zihninde o kadar çok kuram vardı ki, gün aşırı bir trajediyle karşılaşmaya mahkûmdu. Buckle’ın zayıf ve kararsız yürüyüşü karşısında şaşıran Huxley, onun hakkında Spencer’e “Anlıyorum ne cins insan olduğunu; başı ağır basıyor,” demişti.
“Buckle, düzenleyebileceğinden çok daha fazla malzeme almıştı” diye ekliyor Spencer. Spencer’deyse bu iş tersineydi, almış olduğu malzemeden daha fazlasını düzenliyordu. İşi güç, yani olayları bir uyum hâlinde biraraya getirmek ve sentezini yapmaktı. Düzen tutkusu, onu tutsak kılmıştı; parlak bir genellemenin buyruğu altındaydı. Ama dünyanın, onun zihni gibi bir zihne ihtiyacı vardı; olguların karmaşık durumunu uygar bir anlam içinde aydınlığa kavuşturacak biri gerekti, Spencer’in, kuşağı için yaptıkları, onu insan yapan eksiklikleri bağışlatıyordu. Kendisini burada apaçık ortaya koyduysak, büyük adamları kusurlarını bildiğimiz zaman daha çok sevdiğimizdendir ve kusursuz bir mükemmellikle karşımıza çıktıklarında, onları kuşkuyla hor gördüğümüzdendir.
Kırk yaşındayken Spencer, “Bugüne kadar,” diye yazıyor, “Hayatım oldukça çeşitli geçti.” Filozoflar arasında, hayatı Spencer’inki kadar dağınıklık içinde geçen yoktur pek. 1842’de devrimci bir dergi olan “Non–Conformist”e, içinde daha sonraki “laissez-faire = bırakın yapsın” felsefesinin tohumunu taşıyan “Hükümetin Esas Alanı” adıyla mektuplar yazmaya başlamıştı. Altı yıl sonra, “The Economist” adlı dergiyi yayımlamak için mühendisliği bırakmıştı. Otuz yaşındayken, Jonathan Dymond’un “Ahlâkın İlkeleri Üstüne Denemeler” adlı eseri için yerici konuştuğunda, babası da, “İstiyorsan kendin otur da yaz yazabilirsen,” demesi üzerine Spencer kaleme sarılmış, “Toplumsal İstatistik”ini yazmıştı. Bu kitabın satışı, fazla olmadıysa da, dergilerin yolunu ona açmış oldu. 1852’de “Nüfus Kuramı” var oluş mücadelesinin, varlıklar arasında en uygun olanının sağ kalmasına yol açtığını söylüyordu. Aynı yıl “Gelişim Varsayımı” üstüne denemesinde, yeni türlerin, dereceli değişime uğrayarak, eski türlerden türediği konusundaki kuşkulara cevap veriyor; insanın, yumurtalık ve sperma’dan, bitkininse tohumdan çıkması ne kadar olağanüstü ve inanılmayacak bir şeyse, yeni türlerin gelişimi de en azından o kadar olağanüstü ve inanılmayacak bir şey, diyordu. 1855’te ikinci kitabı ‘Psikolojinin İlkeleri’nin amacı zihnin evrimini çizmekti. Derken 1857’de, “İlerleme, Yasası ve Nedeni” adlı denemesi çıktı. Burada von Baer’in bütün canlı biçimlerin bağdaşık başlangıçlardan, bağdaşık olmayan gelişimlere doğru ilerleme fikrini işliyor, bu fikri genel bir tarih ve ilerleme ilkesine yükseltiyordu. Kısacası, Spencer, çağın rûhu içinde gelişmişti, evrensel evrimin filozofu olmaya hazırdı.
1858’de denemelerini toplu hâlde bastırmak amacıyla gözden geçirirken, dile getirmiş olduğu fikir birliği ve fikir sırası şaşırtmıştı onu; birden, açılan kapılardan içeri giren gün ışığı gibi, evrim kuramının, biyolojiye olduğu gibi, bütün bilimlere uygulanabileceği çakmıştı zihninde; bu, yalnızca türleri ve birkaç türden meydana gelen cinsleri değil, aynı zamanda, gezegenleri, toplumsal ve siyâsal tarihi, ahlâksal ve estetik kavramları da açıklayabilecekti. Madde ve zihnin, yıldızlar yığınından insana ve vahşîlerden Shakespeare’e kadar olan evrimini anlatacak, bir dizi eser yazma hevesine kapıldı. Ancak, kırkına merdiven dayamış olması, onu umutsuzluğa düşürüyordu. Bu kadar yaşlı ve sağlık durumu bozuk bir adam, ölmeden önce, insanın bütün bilgi alanını nasıl baştan başa aşabilirdi. Daha üç yıl önce, büyük bir kriz geçirmişti, on sekiz ay süreyle kendine gelememişti, tam bir umutsuzluğa düşmüştü. Yerinde duramıyor, başıboş dolaşıp duruyordu. Gizli güçlerinin bilincinde olması yüzünden, böyle zayıf düşmesi alabildiğine üzüyordu onu. Sağlığına bir daha kavuşamayacağını iyi biliyordu; bir oturuşta, bir saattan fazla çalışmayı, beynin kaldıramadığının farkındaydı. Üstelik yoksuldu. Geçim kaynağını sağlamayı düşünmemişti. “Bu işi sürdüremeyeceğim” diyordu. “Devam etmek boşuna.” Bir amcasının vasiyetinden elde ettiği 2.500 dolar, onun “The Economist” dergisinin yazı işleri müdürlüğünden istifa etmesine sebep olmuştu, ama çalışmaması bu parayı tüketmişti. Yayımlayacağı eserleri satın alacak olan abonelerden, avans para almayı kurdu. Bir plân yaparak, Huxley’e, Lewes’a ve başka dostlarına gösterdi; bir prospektüsü süsüleyecek kadar çok sayıdaki aboneler arasında, şunları sayabiliriz: Kingsley, Lyell, Hooker, Tyndall, Buckle, Froude, Baixn, Herschel ve başkaları. 1860’da yayımlanan bu prospektüse karşılık, Avrupa’dan 440, Amerika’dan da 200 abone sağlanmış oldu; bütün toplanan para, yılda 1.500 dolar kadar az bir gelir getiriyordu, ama Spencer memnundu ve hevesle çalışmaya oturdu.
Ama 1862’de, ‘İlk İlkeler’in yayımlanmasından sonra birçok abone, abonelikten vazgeçti. Nedeni de, o ünlü “Birinci Bölüm”deki, dinle bilimi uzlaştırmaya kalkmasıyla, hem piskoposları, hem de üstatları incitmiş olmasıydı. Uzlaştırıcının işi zordur. ‘İlk İlkeler’ ile “Türlerin Çıkışı,” büyük bir kitap kavgasının odak noktası oldu. Bu kavgada Huxley, Darwincilikle bilinmezciliğin baş savunucusu rolünü oynuyordu. Saygıdeğer kimseler bir süre evrimcilerle ilişkilerini kestiler; ‘ahlâksız yabanlar’ diyorlardı onlara ve herkesin karşısında onları yermeyi doğru buluyorlardı. Spencer’in aboneleri, her vâde günü bir tane daha eksiliyordu, çoğu da gönderilen kitapların parasını ödemiyordu; Spencer, her yeni çıkan kitabın sebep olduğu açığı, kendi cebinden ödeyerek işini sürdürmeye çalışıyordu. Sonunda parası da, cesâreti de tükendi ve geri kalan abonelere eserine devam edemeyeceğini yazdı.
Tam bu sırada, tarihteki en büyük destekleme olayı yer aldı. ‘İlk İlkeler’in yayımlanmasından önce, İngiliz felsefesinin alanına hâkim olan, şimdiyse yerini evrim filozofunun almış olduğunu gören Spencer’in en büyük rakibi, 4 şubat 1866’da şöyle yazıyordu:
Efendim,
Geçen hafta buraya döndüğümde, Biyoloji’nizin aralık ayı sayısının yanında gözüme çarpan gazete ilânınız, beni pek üzdü… İnceleme eserinize devam etmenizi ve herhangi bir zarara karşılık, yayınevi sahibine benim kefil olduğumu bildirmenizi teklif ediyorum… Bunu kişisel bir lütûf gibi kabul etmemenizi ricâ ederim, kaldı ki, bu lütfa mazhar olabilmeme müsaade etmeniz de, beni son derece memnun ederdi. Ama öyle bir şey değil bu; yalnızca emeğinizi ve sağlığınızı fedâ ettiğiniz bir kamu işi için yapılan, basit bir işbirliği teklifidir.
Saygılarımla
J. S. Mill
Spencer bu teklifi kibarca geri çevirdi; ama Mill, dostlarına giderek, her birinin 250’şer nüsha almaları için onları kandırdı. Spencer buna da karşı çıktı, kabul etmek istemiyordu. Derken, Profesör Youmans’dan beklenmedik bir mektup geldi, Spencer’in Amerika’daki hayranlarının, onun adına 7000 dolarlık tahvil aldıklarını, faiz ve temettülerinin kendisine verileceğini bildiriyordu. Bu defa boyun eğdi. Armağanın verdiği heves, ilhamını arttırdı; yeniden kollarını sıvadı; “Sentetik Felsefe”si sağ salim basılıncaya kadar, kırk yıl didindi durdu. Zihnin ve istemin, hastalık ve binlerce engele karşı bu zaferi, insanlık kitabının altın sayfalarından biridir.
III. İlk İlkeler
1. Bilinmeyen
Spencer, kitabının başında şöyle diyor: “Çoğu zaman unuttuğumuz bir şey var, o da ‘kötü olan şeylerde bir iyilik rûhu’ olduğu gibi, yanlış olan şeylerde de genellikle bir hakikat rûhunun var olduğudur.” Türlü inanç biçimleri çerçevesinde dîne, insan rûhu üzerindeki o ısrarlı gücü veren hakikat çekirdeğini bulmak için, dinsel fikirleri incelemeye başlıyor.
İlk bulduğu şey, evrenin başlangıcıyle ilgili bütün kuramların, bizi kavranamazlıklara götürdüğüdür. Tanrıtanımaz, kendi başına var olan, başlangıcı olmayan bir dünya düşünmek ister. Ama başlangıçsız ya da nedeni olmayan herhangi bir şeyi kavrayamayız. Tanrıtanır (deist) ise, bu güçlüğü bir adım geri itiyor yalnızca ve “Tanrı dünyayı yarattı” diyen dinbilimciye karşı, çocukların o karşılık verilemeyecek sorusu soruluyor: “Peki, Tanrıyı kim yarattı?” Dinsel fikirlerin hiç biri, en sonunda, mantıkla kavranamazlar.
Bütün bilimsel fikirler de, sonuçta aklın kavrayamayacağı durumdadır. Madde nedir? Atomlara bölüyoruz; molekülü böldüğümüz gibi, atomu da bölmek zorunda kalıyoruz. Madde sonsuzca bölünebilir – ki bu kavranamaz ya da bölünmesinin bir sınırı vardır, – ki bu da kavranamaz. Böylece bir çıkmaza girmiş oluyoruz. Bu durumda zaman ve mekânın bölünebilmesi de, sonunda aynı çıkmazı ortaya koymaktadır. Bunların ikisi de, en sonunda akıldışı fikirlerdir. Hareket, üç anlam belirsizliği içindedir. Çünkü zaman içinde, mekânda değişen maddeyle ilgilidir. Maddeyi sonuna kadar incelediğimizde, bulduğumuz şey kuvvettir –duyu organlarımıza basınç gösteren bir kuvvettir- ya da hareket eden organlarımıza karşı direnen bir kuvvettir. Peki, kuvvet nedir? Fiziği bırakıp psikolojiyi ele alalım. Karşımıza çıkan, zihin ve bilinçtir: Bu defa daha da çapraşık bilmecelerle karşılaşıyoruz. Böylece “bilimsel fikirlerin hepsi de, en sonunda kavranamayacak olan gerçeklerin görünüşüdür. Araştırmaları, bilimciyi her yönde çözümlenemeyecek çıkmazlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bunların çözümlenemeyeceğini gittikçe açık olarak görmektedir. İnsan aklının, ne derece büyük, ne derece küçük olduğunu hemen görmektedir. Deney alanına gelen her şey karşısında, ne kadar güçlü, deneyüstü olanla karşılaştığında ise ne kadar güçsüz olduğu ortaya çıkmaktadır. Bilimci, herhangi başka bir kimseden iyi bilir ki, hiçbir şeyin en son niteliği bilinemez.” En doğru sözlü felsefe, Huxley’in deyimiyle, bilinemezciliktir.
Bu anlam belirsizliklerinin ortak nedeni, bilginin görece olmasıdır. “Düşünme, ilişki kurma demek olduğuna göre, hiçbir düşünce, ilişkilerden başka şey ifâde edemez. Zihin, yalnızca olgular tarafından ve olgularla ilişki kurma için çerçevelediğinden, onu olguların ötesindeki bir şey için kullandığımızda, bizi saçmaya götürür.” Bununla birlikte, görece ve olgusal olan, adları ve nitelikleri bakımından, kendilerinden öte en son ve salt bir şey ifâde ederler. “Düşüncelerimize bakınca, görünüşlerin ardındaki gerçeğin bilincinden kurtulmanın, nasıl imkânsız olduğunu ve bu imkânsızlıktan gerçeğe olan ve yok edilemeyen inancımızın, nasıl türediğini görmekteyiz.” Ama gerçeğin ne olduğunu bilemeyiz.
Bu görüş açısından, bilimle dinlerin uzlaştırılması, artık pek güç değildir. “Gerçek, genellikle karşıt fikirlerin bir uyum hâlinde biraraya getirilmesidir.” Bilim kabul etmelidir ki, “yasaları” yalnızca olgulara ve görece olana uygulanabilir. Din de kabul etmelidir ki dinbilimi, kavranmaya yanaşmayan bir inancın aklîleştirilmiş bir mitosudur. Dînin, Salt Olan’ı, büyütülmüş bir adam gibi görmeyi bırakması gerekir. Daha da kötüsü, bu adamı “insanda hor görülecek bir şey olan yaltaklanma sevgisine” tutulmuş, zalim, kana susamış, hâin bir dev gibi görmektedir. “Bilim, Tanrı’yı inkâr etmeyi ya da maddeciliği doğrulanmış bir şey olarak benimsemeyi bırakmalıdır. Zihin ve maddenin her ikisi de görece olgulardır. Niteliğinin bilinmeden kalması gereken, son bir nedenin ikiz sonucudur. Anlaşılmaz kuvvetin tanınması, her dindeki hakikat çekirdeği ve bütün felsefelerin başlangıcıdır.
2. Evrim
Bilinmeyeni belirttikten sonra, felsefe onu bırakıp, bilinebilen’e dönmektedir. Metafizik bir seraptır: Michelet’nin dediği gibi, “İnsanın kendini yöntemli bir biçimde şaşırtma sanatıdır.” Felsefenin asıl alanı ve görevi, bilim sonuçlarının özeti ve birleştirilmesidir. “En aşağı bilgi cinsi, birleştirilmemiş bilgidir. Bilim bir ölçüde birleştirilmiş bilgidir. Felsefe bütünüyle birleştirilmiş bilgidir.” Bu gibi tam bir birleştirme, bütün deneyleri içine alacak ve bütün bilgilerin temel niteliklerini tanımlayacak geniş ve evrensel bir ilke gerektirir. Böyle bir ilke var mıdır?
Bu ilkeye, fizikteki en büyük genellemeleri birleştirmeye çalışarak yanaşabiliriz belki de. Bu genellemeler, maddenin yok edilemeyeceği, enerjinin korunması, hareketin sürekliliği, kuvvetler arasındaki ilişkilerin direnmesi (yani doğal yasanın bozulamaması), kuvvetlerin (hattâ zihin ve fizik kuvvetlerinin) ve hareket ritminin dönüştürülebileceği ve eşdeğerliliği. Genellikle kabul edilmeyen bu son genellemeye değinmek yeter. Doğa baştan başa ritmiktir. Isının dalgalanmasından, keman telinin titreşimine kadar; ışık, ısı ve sesin dalgalanmasından, denizin gelgit’ine kadar; cinsiyetin belirli dönemlerinden, gezegen, kuyrukluyıldız ve yıldızların belirli dönemlerine kadar; gece ile gündüzün birbirini izlemesinden, mevsimlerin birbirlerini izlemesine, belki de iklim değişikliğinin ritimlerine kadar. Hattâ moleküllerin titreşimlerinden, ulusların yükselip yıkılmasına, yıldızların doğuşu ve kayboluşuna kadar.
Bütün bu “bilinebilenin yasaları” (burada ayrıntısına girilmesi gerekmeyen bir inceleme ile), kuvvetin son direnme yasasına indirilebilir. Ama bu ilkede, hareketsiz ve bir şey vardır; hayatın sırrına değinmemektedir. Gerçeğin bu dinamik ilkesi nedir? Her şeyin büyüyüp gelişip ölmesinin formülü nedir? Bir evrim ve çözülme formülü olmalıdır. Çünkü “herhangi bir şeyin tam tarihi, görünemeyenden çıkan görüneni ve yeniden görünmeyende kaybolmasını içine almalıdır.”
Spencer, Avrupa zihnini soluk soluğa bırakan ve açıklanması için, 10 cilt ile 40 yıl gereken ünlü evrim formülünü bize böyle sunmuştur. “Evrim, maddenin bütünleşmesi (entegrasyonu) ve aynı anda yer alan hareket sarfıdır. Bu sırada madde, belirsiz ve uyumsuz bir bağdaşıklıktan, belirli ve uyumlu bir bağdaşıklığa geçer. Bu arada alıkonan hareket de, buna paralel olarak dönüşür.” Bu ne demektir? Gezegenlerin, yıldız yığınlarından gelişmesi, yeryüzünde okyanuslarla dağların biçimlenmesi; kimyasal öğelerin bitkiler tarafından, hayvan dokularınınsa insanlar tarafından metabolizması, ceninde yüreğin gelişmesi, doğumdan sonra kemiklerin birbirlerine kaynaması, duyular ile anıların birleşip bilgi ve düşünceye, bilginin de bilim ve felsefeye dönüşmesi; ailelerin klanlara, şehirlere, devletlere, devletlerarası dostluklara ve “dünya federasyonuna” dönüşmesi: Maddenin bütünleşmesi budur işte. Ayrı ayrı şeylerin, yığından çıkarak, gruplar ve bütünler hâlinde birleşmesidir.
Tabiî böyle bir bütünleşme, bölümlerdeki harekette bir azalmayı gerektirir. Tıpkı devletin gelişen gücünün bireyin özgürlüğünü azalttığı gibi. Ama aynı zamanda bu, bölümleri birbirlerine bağlar ve “uyumluluğu” meydana getiren ve bedenin sağ kalmasını destekleyen, koruyucu bir ilişkiler dokusu sağlar. Bu süreç, aynı zamanda biçimleri ve görevleri daha belirler. Yıldızlar yığını biçimsizdir, ama gezegenlerin elips çizen düzeni, dağ zincirlerinin kesin çizgileri, organizmaların ve organların özel biçim ve nitelikleri, fizyolojik ve politik yapılarda işbölümü ve uzmanlaşma hep ondan çıkar. Bu bütünleşen yapının bölümleri de, yalnızca belirlenmekle kalmaz, aynı zamanda nitelik ve işleyiş bakımından çeşitlenir ve bağdaşıklıktan uzaklaşır. Başlangıçtaki yıldız yığını yani, birbirini aynı olan bölümlerden meydana gelmiştir. Ama çok geçmeden gaz, sıvı ve katı olarak farklılaşır. Toprak bir yerde otla yemyeşil olur, ötede başı karlı dağlar belirir ya da deniz çeşitli mavilere bürünür. Gelişen hayat, oldukça bağdaşık bir protoplazmadan, türlü beslenim, üretim, hareket ve algılama organları doğurmaktadır. Yalın bir dil, kıtalar çapında sayısız lehçeleriyle gelişmektedir. Tek bir bilim, yüzlercesini meydana getirmekte ve bir ulusun folkloru da, edebî sanatın binlerce biçimine dönüşmektedir. Kişilik gelişmekte, karakter kendine özgü bir varlık kazanmakta, her soy ve ulus, kendine özgü dehâsını geliştirmektedir. Bütünleşme ve bağdaşık olmamak, bölümlerin gittikçe daha büyük bütünler hâlinde biraraya gelmeleri ve bölümlerin, sayısı gittikçe artan biçimler hâlinde farklılaşması, evrim yörüngesinin merkez noktasıdır. Yayılmaktan, bütüne ve birliğe, bağdaşık yalınlıktan, farklılaşan karmaşıklığa geçen her şey (1600-1900 Amerika’sına bakın,) evrim akımına kapılmıştır. Bütünden yayılmaya, karmaşıklıktan yalınlığa dönen şey ise (M.S. 200-600 Avrupa’sına bakın,) çözülmenin inişine kapılmış demektir.
Bu sentetik formülle yetinmeyen Spencer, mekanik kuvvetlerin doğal işlemesi sonucu, kaçınılmaz gerekliliğin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışıyor. İlkin belli bir “bağdaşığın dengesizliği” vardır: Yani, benzer bölümler uzun süre benzer kalamazlar, çünkü dış kuvvetlere karşı bağlılık durumları aynı değildir. Sözgelişi dış bölümler, savaştaki kıyı hatları, daha önce saldırıya uğrarlar. Türlü uğraşlar, benzeri kişileri yüzlerce meslek ve işin çeşitli kılıklarına sokar. Bir de “Sonuçların çoğalması” diye bir şey vardır: Bir tek neden, sayısız sonuçlar doğurabilir ve dünyanın farklılaşmasına yardım eder. Marie Antoinette’inki gibi yanlış bir söz ya da Ems’te metni değiştirilen bir telgraf, ya da Salamis’teki bir rüzgâr, tarihte büyük rol oynayabilir. Bir de “farklılık” yasası vardır: Oldukça bağdaşık bir bütünün parçaları, ayrı ayrı farklı bölgelere çekildiğinden, çeşitli ortamlarla birbirine benzemeyen sonuçlar verirler. Sözgelişi, bulunduğu yerin dehâsına, özelliğine göre, İngilizler, Amerikalı, Kanadalı, Avustralyalı olmuşlardır. Doğanın güçleri, böyle çeşitli yollarla gelişen dünyanın çeşitliliğini meydana getirir.
Ama sonunda, kaçınılmaz olan “denklik” gelmektedir. Her hareket, direnme altındaki hareket olduğuna göre, er geç sona erecektir. Her ritmik salınım (dıştan desteklenmediği sürece) gidişinden ve vüsatinden (uzamından) kaybeder. Gezegenler daha küçük bir yörüngede ilerlemektedirler, ya da eski yörüngelerinden daha küçük bir yörüngede ilerleyecektirler. Yüzyıllar geçip gittikçe, güneş azar azar ısısını ve aydınlığını kaybedecektir. Gelgitlerin sürtünmesi, yeryüzünün kendi ekseni çevresinde dönmesini geciktirecektir. Milyonlarca hareketle kaynaşan ve fısıldaşan bu yeryuvarlağı, baş kaldırmış bir şekilde çoğalan, hayatın milyonlarca biçiminin bolluğu içindeki bu yeryüzü, bir gün gelecek, yörüngesinde ve bölümlerinde daha ağır ağır hareket etmeye başlayacaktır. Kan, kuruyan damarlarımızda daha soğuk ve ağır akacaktır. O zaman aceleyi bırakacağız. Ölen soylar gibi, cennet deyince aklımıza hayat değil, dinlenmek gelecektir. Nirvana’nın düşünü göreceğiz o zaman. Denkleşme, ilkin yavaş, sonra hızla çözülmeye dönecek, evrimin mutsuz son sözü olacak. Toplumlar bölünecek, yığınlar göç edecek, şehirler köylü hayatının karanlık art ülkesine çekilecek. Gevşeyen bölümlerini birarada tutacak kadar güçlü bir hükümet kalmayacak. Sosyal düzenin ne olduğu unutulacak. Bireyde de, bütünleşme bozulacak. Hayat denen bir uyum hâlindeki birlik, ölüm denen yaygın karmaşaya dönüşecek. Yeryüzü kargaşa içindeki bir yıkılış sahnesine dönecek. Engellenemeyecek karanlık bir çöküş içindeki enerji dramı olacak ve çıkış yeri olan yıldızlar yığını ve toz hâline dönüşecek. Evrim ve çözülme, böylece tamamlanmış olacak. Bu devir yeniden, sonsuzca yeniden tekrarlanacak; ama sonu hep böyle bitecek. Hayatın alın yazısı Memento Mori’dir. Her doğum yıkılmaya ve ölüme bir başlangıçtı.
İlk İlkeler, neredeyse klâsik denebilecek bir durgunlukla yükselişin ve düşüşün, evrimin ve çözülümün, gezegenlerin, hayatın ve insanın hikâyesini anlatan muhteşem bir dramdır, ama trajik bir dramdır ve en uygun son söz de, Hamlet’in “Bundan ötesi sessizlik” sözüdür. İnanç ve umutla beslenip büyüyen, kadın erkek herkesin, var oluşun bu özetine karşı çıkmasında şaşılacak bir şey yok. Öleceğimizi biliyoruz, ama bu kendiliğinden olacaktır, onun için hayatı düşünmeyi tercih ediyoruz. Spencer’de, hemen hemen Schopenhauer’ci görüş olan insan çabasının boşluğu duyusu vardı. Başarılı meslek hayatının sonunda, hayatın yaşamaya değmeyeceğini ifâde etmişti. Çok uzağı gördüğü için, var oluşun bütün küçük, tatlı biçim ve renklerinin, burnunun dibinden fark edilmeden geçmesine sebep olan filozof hastalığı vardı onda.
Son sözü Tanrı ve cennet ile değil de, denkleşme ve çözülüm ile bitecek olan bir felsefenin, halkın hoşuna gitmeyeceğini biliyordu ve birinci bölümü bitirirken, görmüş olduğu karanlık gerçekleri açıklama hakkını, eşsiz bir güzel anlatım ve güçle savunuyordu:
Zamanı için pek erken olduğunu düşündüğünden, en yüksek hakikat diye bildiği şeyi söylemekten çekinen kişi, kendi eylemlerine kişidışı bir görüş açısından bakıyorum diye avutabilir kendini. Unutmamalıdır ki, fikir bir etkendir. Karakter, dış düzenleri kendine fikir yoluyla uydurur. Kendi fikri de, haklı olarak, bu etkenin bir parçasıdır, bir kuvvet birimidir. Sonradan, benzer başka birimlerle bir araya gelerek, toplumsal değişiklikleri meydana getiren genel güçtür. Böylece, en iç kanısını gerektiği gibi açıklayabileceğinin farkına varacaktır. Yapacağı etkiyi düşünmeyecektir. Bazı ilkeleri benimsemesi, bazılarını geri çevirmesi boşuna değildir. Kendisi, bütün yetenekleriyle, erekleriyle ve inançlarıyla tesadüfî bir şey değil, zamanın bir eseridir. Bir yandan geçmişin torunu iken, öte yandan geleceğin atasıdır. Düşünceleri, ölüme bırakamayacağı çocuklarıdır onun. Başkaları gibi kendi de, aracılığı sâyesinde Bilinmeyen Neden’in belirdiği, milyarlarca etkenden biridir ve Bilinmeyen Neden, onda belli bir inanç uyandırdı mı, o inancı açıklamaya ve ona göre eylemde bulunmaya yetkisi vardır. Bu bakımdan bilge kişi, içindeki inanca tesadüfî olarak bakmaz. Gördüğü en yüksek gerçeği korkusuzca açıklar. Bunu bildikten sonra ne olursa olsun, dünyada kendine düşen rolü –güttüğü değişikliği meydana getireceğini biliyorsa- iyi oynamaktadır. Bilmiyorsa, her ne olursa olsun, yine de iyi oynamaktadır.
IV. Biyoloji: Hayatın Evrimi
Sentetik Felsefe’nin ikinci ve üçüncü cildi, 1872’de Biyolojinin İlkeleri adı altında yayımlandı. Bu ilkeler, uzman alanına el atan bir filozofun, doğal sınırlarını belirliyordu. Ama biyoloji olgusunun geniş bölgelerine, yeni bir birlik ve anlaşılırlık getiren genellemelere ışık tutarak, ayrıntılardaki yanlışları bağışlatıyordu.
Spencer, konusuna ünlü tanımla giriyor: “Hayat, iç ilişkilerin sürekli olarak dış ilişkilere ayarlanmasıdır.” Hayatın tamlığı, bu karşılıklı uygunluğun tamlığına bağlıdır. Bu uygunluk mükemmel olduğunda, hayat da mükemmeldir. Bu uygunluk yalnızca edilgen bir uyma değildir. Hayatın önemli yanı, dış ilişkilerdeki yer alacak bir değişikliği önceden görüp, iç ilişkileri ona göre ayarlamasıdır, hayvanın darbeyi yememesi için eğilmesi, ya da insanın, yemeğini ısıtmak için ateş yakması gibi. Tanımının eksik yanı, yalnızca, organizmanın ortama göre yeniden kalıplanma faâliyetini ihmal eder gibi görünmesinde değildir. Aynı zamanda, canlılığı nitelendiren bu kehânet işi ayarlamaları yapmak için, organizmayı yetenekli kılan o anlaşılmaz gücü açıklamayışındadır. Daha sonraki baskılara eklenen bu bölümde Spencer, “Hayattaki Dinamik Öğe”yi tartışmak ve kendi tanımının gerçekte hayatın birliğini ve tamlığını göstermediğini kabul etmek zorunda kalmıştı.
Spencer, bireyin hayatında iç ile dış ilişkilerin ayarlanmasını gördüğü gibi, türlerin hayatında da, üretim verimliliğinin, yaşadığı ortamın koşullarına ayarlanmasını görmektedir. Üretim, başlangıçta besleyici yüzeyin, beslenen kitleye kendini yeniden uydurması olarak ortaya çıkmaktadır. Sözgelişi, amipin büyümesi, kitleyi besleyecek olan yüzeydeki artıştan, daha hızlı olarak büyümesini gerektirmektedir. Bölünme, goncalanma, spor meydana gelmesi ve cinsel üretimdeki ortak şey, kitlenin yüzeye olan oranının küçülmesi ve besleyici dengenin yeniden sağlanmasıdır. Bu bakımdan bir organın belli bir noktadan öteye büyümesi tehlikelidir. Normal olarak büyüme, bir süre sonra çoğalmaya yol açar.
Genellikle büyüme, enerji kullanımıyle ters oranda değişir. Üretim hızı da büyüme derecesiyle ters oranda değişir. At yetiştirenler iyi bilirler. Bir kısrağın, tay yetiştirmeye bırakılması hâlinde kısrak, uygun boyutuna erişememektedir. Bunun tersi de görülür. Hadım edilen hayvanlar, kısır horozlar, özellikle de kediler, hadım edilmemiş soydaşlarına göre daha semiz olurlar. “Üretim hızı, bireyin gelişimi ve yeteneği ilerledikçe, azalmaya yüz tutar.” Örgütlenme aşağı seviyede olduğundan, dış tehlikelerle mücadele etme yeteneği az olunca, dolayısıyla yer alacak olan ölümlerin artışını telâfi için, verimin yüksek olması gerekir. Yoksa soy tükenir. Öte yandan, yüksek seviyeye erişildi mi, soyu sürdürme daha kolaylaşır. Bu durumda, doğumların kontrolu sözkonusudur. Yoksa çoğalma hızı, besi maddelerini tüketir. Görülüyor ki, genellikle bireyselleşme ve oluş, ya da bireysel gelişimle üretim arasında bir karşıtlık vardır. Bu kural, bireylerden çok gruplar ve türler için geçerlidir: Tür ya da grup ne kadar çok gelişmişse, doğum hızı da, o oranda düşük olacaktır. Ama genellikle bireyler için de mümkündür bu. Sözgelişi zihinsel gelişim, verimliliğin düşmanı gibidir. “Büyük verimliliğin bulunduğu yerde, zihin gevşekliği vardır. Eğitim sırasında zihin eylemiyle büyük harcama yapıldığı zaman da, sonucu ya tam ya da kısmî bir verimsizlik olmaktadır. Bu bakımdan, İnsan’ın bundan böyle geçirmesi gerekecek olan daha ileri bir evrimin üretim gücünde, ötekilere göre çok daha büyük çapta eksilmeye yol açması beklenebilir.” Filozofların ana babalıktan kaçmak istediği herkesçe bilinir. Öte yandan, kadında annelik, normal olarak zihin faâliyetinde bir eksilmeye sebep olur. Ergenlik çağının daha kısa olması, belki de, onun daha önce gerçekleşecek olan üretim için yaptığı fedakârlıktandır.
Doğum oranının, grubun yaşamasının gerektirdiği gereksinmelere aşağı yukarı uymasına rağmen, bu uygunluk hiçbir zaman tam değildir. Malthus; nüfus, geçim kaynaklarının yetmeyeceği bir biçimde artma eğilimi gösteriyor dediğinde, doğru söylüyordu. “Tâ başlangıçtan beri, nüfusun yarattığı bu basınç, ilerlemenin en yakın nedeni olmuştur. Soyun başlangıçtaki yayılmasını meydana getirmiştir. İnsanların avcılığı bırakıp, çiftçiliğe başlamalarının nedeni olmuştur. Yeryüzünün gelişmesine yol açmıştır. İnsanları toplumsal duruma sokmuştur ve toplumsal duyguları geliştirmiştir. İmalâtta ilerlemelerini sağlamış, hüner ve zekâlarını arttırmıştır.” Sâyesinde en uygun olanın sağ kaldığı ve soyun seviyesinin yükseldiği birikim gücü, var oluş mücadelesinin başlıca nedenidir.
En uygun olanın sağ kalmasının başlıca nedeni, kendiliğinden olan uygun çeşitlemeler mi, yoksa birbirini izleyen kuşaklar tarafından durmadan elde edilen karakter, ya da yeteneklerin kısmî kalıtımı mı? Bu konuda Spencer’in dogmatik bir görüş açısı yoktur. Darwin’in kuramını seve seve kabul ediyordu, ama bu kuramın açıklamadığı ve Lamarck’çı görüşlerin, değişik bir biçimde kabulünü gerektiren bazı olgular vardı. Weismann ile olan çatışmasında, Lamarck’ı güçle savunmuştur ve Darwin’in kuramındaki bazı gediklere dikkat çekmiştir. O günlerde Spencer, Lamarck’dan yana olan hemen hemen tek kişiydi. Günümüzde yeni Lamarckçılar Darwin’in torunlarını içlerine almaktadırlar. Oysa çağdaş en büyük İngiliz biyoloğu, günümüzdeki genetik bilimcilerinin görüşünün, Darwin’in (genel evrim kuramının değil) özel evrim kuramının bırakılması gerektiğini söylemektedir.
V. Psikoloji: Zihnin Evrimi
İki Ciltlik Psikolojinin İlkeleri (1873) Spencer serisinin en zayıf kitaplarıdır. Bu konuda daha önce (1855) bir cilt daha yayımlanmıştı. Orada maddecilik ve gerekircilik’i, gençliğin verdiği güçle savunuyordu. Ama ilerleyen yaşı ve düşüncesi Spencer’in, bu eserini daha yumuşattı ve yorucu olmasına karşılık, hiçbir şeye ışık tutmayan yüzlerce sayfa incelemelerle şişirdi. Spencer en çok bu eserinde kuram bakımından zengin, kanıt bakımından yoksuldur. Sinirlerin çıkış yerinin, hücreler arası bağdoku olduğunu ileri süren bir kuram ile, içgüdünün; reflekslerin birleşmesinden ve sonradan elde edilen karakterin aktarılışı ile meydana geldiğini söyleyen başka bir kuram daha vardır. Yine kuramlarından birine göre, zihnin kategorileri soyun deneyinden çıkmıştır; bir de “Sûreti değişmiş gerçekçilik” kuramı vardır: Psikolojinin somut, açıklayıcı niteliğinden çok, metafizikçinin karartıcı gücüne sahip, bu çeşitten yüzlerce kuram vardır. Bu ciltlerde gerçekçi İngiltere’yi bırakıp “Kant’a dönmekteyiz.”
İlk gözümüze çarpan şey, psikoloji tarihinde ilk defa burada azimli bir evrim kuramıyle karşılaşmamızdır. Genetik açıklama yolları aramak, düşüncenin insanı şaşkına çeviren karmaşıklıklarını, yalın sinirsel işlemlere indirmek, en sonunda da maddenin hareketine varmak sözkonusudur. Bu çabanın işe yaramadığı doğrudur. Ancak, bu teşebbüste başarı kazanan var mıdır? Spencer, bilinci geliştiren süreçlerin üstündeki örtüyü kaldırmak için, muhteşem bir programla işe başlıyor. Sonunda bilinci geliştirmek amacıyla, onu her yerde gerçek diye kabul etmek zorunda kalıyor. Yıldızlar yığınından zihne kadar, sürekli bir evrim olduğu fikrinde direnmektedir. Sonunda da maddenin ancak zihin aracılığıyle bilindiğini itiraf etmektedir. Bu ciltlerdeki en ilginç paragraflar, içinde belki de maddeci felsefenin bırakıldığı paragraflardır:
Molekülün salınımı, bilinçte bir sinir şoku ile yan yana görülebilir mi? Ne yaparsak yapalım, onları birbirlerine benzetmeyiz. Bir duygu biriminin, bir hareket birimiyle ortak hiçbir yanı olmadığı, ikisini yan yana getirdiğimizde daha açıkça ortaya çıkıyor. Bilincin bu biçimde dolaysız olarak verdiği karar da, analitik bakımdan doğrulanabilir… Çünkü salınım hâlindeki bir molekül kavramı, birçok duygu birimlerinden meydana gelmiştir (Yani, madde üstündeki bilgimiz, zihin birimlerinden –duyular, anılar ve fikirlerden- meydana gelmiştir.) “Zihin olgularını zihinsel olgulara çevirmekle, fiziksel olguları zihinsel olgulara çevirmek arasında seçim yapmak zorunda kalsak, ikinci şık birincisinden daha kabul edilebilir görünmektedir.”
Yine de, bir zihin evrimi vardır elbette. Tepki biçimlerinin yalından birleşik ve karmaşığa, refleksten tropizme ve içgüdüye, hâfıza ve muhayyile yoluyla zihin ve akla doğru bir gelişimi vardır. Bu 1400 sayfalık fizyolojik ve psikolojik incelemeyi, sağ salim okuyup bitiren kimsenin üzerine, zihnin ve hayatın sürekliliği konusunda alabildiğine güçlü bir duygu çökecektir. Ağır tempoda oynatılan bir sinema filmi görür gibi, sinirlerin biçimlenmesini, adaptiv refleksin ve içgüdülerin gelişimini ve çatışan dürtüler sonucu çıkan bilincin meydana gelmesini görmekteyiz. “Akılda farklı aşamalar olmadığı gibi, gerçekte birbiriyle ilişkisi olmayan melekelerden de meydana gelmiş değildir. En yüksek belirtileri, yalın ögelerden derece derece ilerleyen bir karmaşıklığın sonucudur.” İçgüdü ile akıl arasında bağ yoktur. Her biri iç ilişkilerin dış ilişkilere ayarlanmasıdır. Tek fark, içgüdünün karşılık verdiği ilişkiler oldukça, bir örnek ve yalın olduğu sürece, derece farkıdır. Oysa, aklın verdiği karşılıklar epeyce yeni ve karmaşıktır. Akla dayanan bir eylem, bir durumun meydana getirdiği başka içgüdüsel karşılıklarla olan mücadelede, sağ kalmış olan içgüdüsel bir cevaptır. “Düşünceyle bir şeyi tartma” rakip dürtülerin biribirlerini kırıp öldürdüğü bir mücadeledir. Aslında, akıl ve içgüdü, zihin ve hayat birdir.
İstem, etkin dürtülerimizin toplamına verdiğimiz soyut bir deyimdir, ihtiyar ise, engellenmemiş bir fikrin eyleme doğru doğal akışıdır. Fikir, eylemin ilk aşamasıdır. Eylem ise fikrin son aşamasıdır. Aynı şekilde, heyecan içgüdüsel bir eylemin ilk aşamasıdır, heyecanın ifâdesi ise tamamlanan karşılığın yararlı bir başlangıcıdır. Öfkeden dişlerini göstermek, vaktiyle böyle bir başlangıcın tabiî sonucu olan, düşmanı parçalamanın somut ifâdesidir. Zaman ile mekânın algılanması gibi “düşünce biçimleri” ya da Kant’ın yaratılıştan olduğunu sandığı nicelik ve neden kavramları, yalnızca içgüdüsel düşünme yollarıdır. İçgüdüler de, soyun sonradan elde ettiği alışkanlıklar olduğundan ve bireyin yaratılışında bulunduğundan, bu kategoriler, evrim süresi içinde yavaş yavaş elde edilen ve bugün zihinsel kalıtımımızın bir kısmını teşkil eden zihin alışkanlıklarıdır. Bütün bu çok eskiye dayanan psikoloji bilmeceleri, “sürekli olarak biriken ‘değişimlerin kalıtımı’ olarak açıklanabilir.” Bu emek işi ciltlerin değerini kuşkuya düşüren, belki de sıfıra indiren, her hâlde, bu her şeye yayılmak isteyen varsayımdır.
VI. Sosyoloji: Toplumun Evrimi
Sosyoloji konusundaki karar bambaşka. Basılması yirmi yıl alan bu kalın ciltler, Spencer’in şâheseridir: Sevdiği alanı kapsamaktadır. İlginç genellemeleri ve siyâset felsefesi, Spencer’in en güçlü yanını göstermektedir: Toplum İstatistiği adlı ilk kitabından, Sosyolojinin İlkeleri adlı kitabının son cüzüne kadar, hemen hemen elli yılı bulan bir süre içinde, ilgisini daha çok iktisat ve hükümet sorunları çekmiştir. Eflâtun gibi o da, ahlâksal ve siyâsal adâlet üzerinde tartışarak başlayıp bitiriyor. Kimse, hattâ Comte bile, sosyolojiye onun kadar yardım etmemiştir.
Kitapları arasında çok okunan giriş bölümü Sosyoloji İncelemesi’nde (1873) Spencer, bu yeni bilimin tanınmasını ve geliştirilmesini güzel sözlerle savunuyor. Gerekircilik; psikoloji için doğru ise, toplumsal olgularda da, neden ve sonuç’un düzenli bir şekilde yer almaları gerekir. İnsanı ve toplumu tam olarak inceleyecek biri de, ne Livy’nin kronolojik tarihi ile, ne de Carlyle’ın biyografik tarihi ile yetinmelidir. Bu genel gelişim çizgileri için insan tarihine bakması, olgular yığınını bilim tablosuna dönüştürecek, ışık tutacak karşılıklı ilişkileri, şu neden sıralarını araştırması gerekecektir. Biyografi, antropoloji için neyse, tarih de sosyoloji için odur. Toplumun biliminin, bilim adına lâyık olabilmesi için, binlerce engel olduğu besbellidir. Bu yeni incelemeyi engelleyen sayısız önyargı vardır. Bunlar arasında sayabileceklerimiz kişisel, eğitimsel, dinbilimsel, iktisadî, siyâsal, ulusal ve dinsel önyargılardır. Üstelik bir de bilgisizin her şeyi bildiğini sanması vardır. “İngiltere’ye gelip üç hafta kaldıktan sonra, İngiltere hakkında kitap yazmaya kalkan bir Fransız’dan söz edilir. Adamcağız üç ay sonra, kendisini henüz hazır görmez. Üç yıl sonra ise, hiçbir şey bilmediği sonucuna varır.” Bu adam, işte o anda sosyolojiyi incelemesine başlamaya hazır bulunuyordu. İnsanlar fizik, kimya ya da biyolojide yetki sahibi olmadan önce, ömür boyu incelemelerde bulunarak hazırlanıyorlar. Ama toplumsal ve siyâsal konularda, her bakkal çocuğu uzman kesiliyor, çözüm yolunu biliyor ve sesinin işitilmesini istiyor.
Spencer’in bu bakımdan kendini hazırlaması da aydın adam vicdanının örneği idi. Kendisine bilgi toplayacak üç kâtibi vardı: Bunlar, biribirine paralel sütûnlara, her önemli ulusun, kamusal, dinsel siyâsal ve sınaî kuruluşlarını yazıyorlardı. Spencer, bu bilgileri sekiz büyük cilt hâlinde kendi hesabına yayımladı. İncelemek isteyenler, onun vardığı sonuçları kontrol edebilsinler ya da değiştirsinler diye. Bunların yayımını hayattayken bitiremediğinden, biriktirdiği beş on kuruşu, ölümünden sonra yayıma devam edilsin diye bırakmıştır. Yedi yıllık bu çalışmadan sonra, Sosyoloji’nin ilk cildi yayımlandı (1876). Sonuncusu ise, ancak 1896’da tamamlanacaktı. Spencer’in yazdığı her şey antika durumuna geldiği zaman bile, bu üç cilt, toplumu her inceleyecek kişi için değerli bilgi hazinesi olacaktı.
Bununla birlikte, eser başlangıçta Spencer’in hemen genellemelere atılmasını göstermektedir. İnancına göre, toplum bir organizmadır. O da insanlarda olduğu gibi, beslenme, kan dolaşımı, koordinasyon ve üretim organlarına sahiptir. Bireyde, bilincin bir yerde toplanmış olduğu gerçektir. Oysa toplumda, her bölümün kendi bilinci ve istemi vardır. Ama hükümet ile yetkinin bir merkezde toplanması, bu farklılığın genişliğini sınırlamaktadır. Toplumsal bir organizma, bu temel nitelikler bakımından bireysel bir organizmadır. Büyür, gelişir, büyürken gittikçe karmaşıklaşır, karmaşıklaşırken bölümleri gittikçe birbirine bağlı olmaya başlar. Ömrü, onu meydana getiren birimlerinkinden çok daha uzundur. Her iki durumda da, gittikçe artan bir bağdaşıksızlıkla, gittikçe artan bütünlenme vardır. Böylece toplum gelişirken, evrim formülünü serbestçe gerçekleştirmektedir: Siyâsal birimin, aileden devlete ve devletlerarası birliğe doğru büyüyen boyutu, iktisadî birimin küçük çaptaki ülke içi sanayiden, tekellere ve kartellere büyüyen boyutu, nüfus ünitesinin köylerden, kasaba ve şehirlere büyüyen boyutu. Kuşkusuz, bu bir bütünlenme sonucudur. Öte yandan işbölümü, meslek ve işlerin çoğalması; şehrin, ülkenin bütünüyle, bir ulusun öteki uluslarla olan, gittikçe büyüyen iktisadî, karşılıklı bağımlılığı, uyumluluk ve farklılık gelişmesini iyi gösterir.
Bağdaşık olmayanın aynı bütünlenme ilkesi, din ve hükümetten tutun da, bilim ve sanata kadar, her türlü toplumsal olgu alanına uygulanmaktadır. Din, her ulusta aşağı yukarı aynı olan, türlü tanrı ve rûhlara tapmaktır. Din, başka tanrıları buyruğu altına alan ve onlara özel roller vererek bir sıra meydana getiren, merkezî ve her şeye gücü yeten bir Tanrı kavramından gelişmektedir. İlk tanrıların ortaya çıkmasının nedeni, her hâlde düşler ve rûhlardı. İlkel zihin; ölüm, uyku ya da herhangi bir kendinden geçme durumunda, rûhun bedenden ayrıldığına inanıyordu. Aksırırken bile rûh dışarı çıkabilirdi. Nitekim “çok yaşa” demeleri bundandır. Yankılar ve yansımalar tek bir rûhun, ya da rûhun gölgesinin sesleri ve görünümleri idi. Basuto yerlileri, nehir kıyısında yürümez, yakında bir timsah, bulunur da gölgesini ele geçirir, yutar diye. Tanrı ilkin, yalnızca “sürekli olarak var olan bir rûh” idi. Yeryüzü hayatları boyunca güçlü olan kişilerin, güçlerini rûhsal görünümleri içinde sakladıkları sanılıyordu. Tennessee halkı arasında, Tanrı anlamına gelen söz “Ölü adam”dı. “Yahve, güçlü olan savaşçı” demekti. Kendisi ölümünden sonra “konukların rûhu” olarak tapınılan mahallî bir diktatördü. Bu gibi tehlikeli rûhların yatıştırılması gerekti: Cenaze törenleri tapınma törenlerine dönüşmüştü ve yeryüzündeki başkana yapılan yaltaklanma biçimleri, âyin törenine ve tanrıların yatıştırılmasına dönüşmüştü. Devlet gelirleri, nasıl zamanla devlet başkanına yapılan armağanlar olmaya başladıysa, kilise gelirleri de tanrılara verilen armağanlara dönüştü. Kralın karşısında diz çökmek, Tanrı’nın karşısında secdeye varmaya ve duâya döndü. Tanrı’nın ölü kraldan türetilmesi, hakanlarını daha ölmeden tanrılaştıran Romalılarda görülebilir. Bütün dinlerin başlangıcı bu şekilde, atalara tapmadan çıkmışa benziyor. Bu âdetin gücü, kendisi vaftiz olursa, vaftiz olmamış atalarını cennette görecek mi sorusuna karşılık, tatmin edici cevap alamadığı için, vaftiz olmak istemeyen Kızılderili başkanın hikâyesinde iyi belirir. 1905 savaşındaki Japonların kahramanlığında da böyle bir inanç vardı. Ataları gökten onlara bakıyor diye, ölüm onlar için daha kolaylaşmıştı.
Din, ilkel insanların hayatında en başta gelen değerdi her hâlde. Var oluş, ilkeller arasında öyle tehlikelerle dolu ve yalındı ki; rûh, görünen nesnelerin gerçekliğinden çok, o nesnelerin umudu ile yaşıyordu. Bir bakıma doğaüstü din, militarist toplumlarda görülür. Savaş sanayiye yol açar, düşünce ölümden hayata döner, hayat da saygı gösterilen yetkinin oluklarından çıkarak teşebbüs ve özgürlüğün açık yoluna koşar. Doğrusu, Batı toplumunun bütün tarihi boyunca en yaygın etkisi olan değişiklik, askerî rejimin yerini, yavaş yavaş sanayi rejiminin alması olmuştur. Devlet konusunu inceleyenler, toplumları genellikle, hükümetlerinin monarşik, aristokratik ya da demokratik oluşlarına göre sınıflandırırlar. Ama bunlar üstünkörü ayırmalardır. Asıl ayırım çizgisi, savaşçı toplumları sanayi toplumlarından ayıran, savaşla geçinen ulusları, çalışmayla geçinen uluslardan ayıran çizgidir.
Askerî devlet daima hükümette toplanmıştır. Hemen hemen daima monarşiktir. Zihinlere çaktığı işbirliği, askerî komutaya ve sorumluluğa dayanır. Savaşçı bir tanrıya tapan sıkı bir dîni destekler: Kesin sınıf ayrımları ve sınıf ilkeleri meydana getirir. Erkeğin doğal ev mutlakiyetçiliğini destekler. Savaşçı toplumlar, ölüm oranı yüksek olduğundan, çokkarılığa eğilirler. Kadınların seviyesi de düşer. Savaş, merkezî kuvveti güçlendirdiğinden ve bütün çıkarları devletin buyruğuna verdiğinden, çoğu devletler savaşçı olmuştur. Bu bakımdan tarih bir haydutluk, alçaklık, cânîlik ve rûhun intiharı hikâyesidir. Yamyamlık ilkel toplumlar için bir utançtı. Ama bazı çağdaş toplumlar, topluluk yiyicidirler. Ulusları tutsak kılar, yer, bitirirler. Savaş defedilmedikçe ve yenilmedikçe, uygarlık felâketler arasında, tehlike içinde bulunan bir aranağmesidir. “Yüksek seviyedeki bir toplumsal devlet temelde savaşın bırakılmasına dayanır.”
Böyle bir başarı, insanların gönüllerindeki rûhsal bir değişmeden çok (çünkü insanı biçimleyen içinde bulunduğu ortamdır), sanayi topluluklarının gelişmesiyle olur. Sanayi, demokrasi ile barışın yolunu açar: Savaş, hayat üstündeki hâkimiyetini bırakırsa, binlerce iktisadî gelişim merkezleri açılır. İktidar da, topluluğun çoğu üyelerine güzelce yayılır. Üretim, ancak teşebbüsün serbest olduğu yerde gelişebileceğinden, sınaî bir toplum, askerî devletlerde hayat bulan, aynı zamanda askerî devletlerin ortaya çıkmasına sebep olan şu yetki, merâtip silsilesi ve kast geleneklerini yıkar. Askerî görev eski ünü kaybeder; yurtseverlik de herkesin birbirinden nefret etmesi değil, kişinin yurdunu sevmesi demek olur. İç barış, bayındırlığın ilk gereksinmesi hâline gelir. Sermâye uluslararasına yayıldığında ve binlerce yatırım, sınırları aştığında, uluslar arası barış da bir gereklilik durumuna gelir. Savaş azalınca, ülke içindeki vahşet azalır. Kadınların standardı erkeklerine eşit bir duruma geldiği için, çokkarılılığın yerini tekkarılılık alır. Kadınların seviyesi yükselir ve özgürlüğe kavuşmaları da doğallaşır.
Boş inançlara dayanan dinler, amacı yeryüzü üstündeki insan hayatı ve karakterini düzeltmek ve soylulaştırmak için liberal inançlara yol açar. Sanayi mekanizması, insanlara evren mekanizmasını ve nedenle sonucun değişmeyen sıraları kavramını öğretir. Doğal nedenlerin her araştırılması, doğaüstü açıklamaya kaçmayı önler. Tarih, savaşan krallardan çok, çalışan halkı incelemeye başlar. Bir kişilik kütüğü olmaktan çıkar ve büyük îcâtlar ve yeni fikirler tarihi olur. Hükümetin yetkisi azalır. Devletteki üretimci toplulukların gücü artar. Mukaveleli çalışmaya geçilir. Sonra da boyun eğmedeki eşitlikten, teşebbüsün serbestliğine, zorunlu işbirliğinden, serbest işbirliğine ulaşılır. Savaşçı ve sanayici toplum biçimlerindeki karşıtlık, “bireyler devletin çıkarı için yaşarlar, inancının; devlet bireylerinin çıkarı için yaşar inancına dönüşmesinde” görülebilir.
Spencer, İngiltere’de emperyalistik bir savaşçılığın büyüyüp gelişmesine karşı var gücüyle karşı koyarken, kendi ülkesini sanayi toplumuna bir çeşit yaklaşma diye seçmiş, savaşçı devlet örnekleri olarak Fransa ile Almanya’yı göstermiştir:
Zaman zaman gazeteler, Almanya ile Fransa arasındaki askerî güçlerin rekâbetini bize hatırlatıyor. Her iki ülkede de siyâsal gövde, enerjisinin çoğunu diş ve pençe büyütmeye harcıyor. Bir yandaki gelişim, öbür yandakini kışkırtıyor. Geçenlerde Fransa’nın dışişleri bakanı, Tunus, Tongking, Kongo ve Madagaskar’dan söz ederken, başka uluslarla, siyâsal soygunlar konusunda, yarışma gereksinmesi üzerinde durdu ve aşağı çizgideki halk topluluklarının sahip olduğu toprakları zorla ele geçirerek “Fransa’nın, geçmiş yüzyıllardaki nice soylu teşebbüslerin kendisine sağlamış olduğu şan ve şerefin bir bölüğünü, yeniden kazandığını” ileri sürüyordu. İçinde her yurttaşın, bir yandan toplum tarafından bakımı sağlanırken, öte yandan toplum için çalışacağı, toplumu yeniden düzenleme tasarısının, Fransa ve Almanya’da büyük bir siyâsal gövde yaratacak kadar izleyici bulmasının nedenini görüyoruz. Fransızlarda. St. Simon, Fourier, Proudhon, Cabet, Louis Blanc, Pierre Leroux gibi kimselerin, bazen sözle, bazen de eylemle bir çeşit komünistik çalışma ve yaşama biçimi arayışlarının nedenini görüyoruz… Öte yandan başkalarının mülkiyetinin, askerî durumda olsun, sivil durumda olsun, Fransa ve Almanya’dakine göre daha küçük çapta görüldüğü İngiltere’de, sosyalizmin değindiği, şu başkalarının mülkiyeti biçimine karşı, duygu ve fikir bakımından pek az ilerleme olmuştur.
Bu parçadan görülebileceği gibi, Spencer sosyalizmin savaşçı ve feodal tip bir devletten türeyeceğine, sanayiyle doğal bir yakınlığı olmadığına inanıyor. Militarizm gibi, sosyalizm de merkezleşmeyi geliştirir. Hükümet yetkisini yayar, girişimi yok eder ve bireyi tutsak kılar. “Prens Bismarck, istediği kadar devlet sosyalizmine eğilim göstersin.” Bütün örgütler bütünlendikçe sıkılaşırlar. Bu, örgütlerin yasasıdır. Sosyalizm sanayide, hayvanlardaki sıkı içgüdü teçhizatı gibi bir şey olurdu. İnsan, karıncalar ve arılardan meydana gelmiş bir topluluk durumuna gelir, bugünkü durumdan daha tekdüze ve çaresiz bir köleliğe varırdı.
“Sosyalizmin gerekli kılacağı zorunlu hakemlik altında… ayarlayıcılar, kendi çıkarları ardından giderler… İşçilerin hep birlikte karşı koymaları diye bir şey olmazdı. Şimdi belli süreler çalışmayı reddediyorlar. O zaman bu kontrol kalkardı. Böylece güçleri de büyür, dalbudak sarar ve dayanılmaz bir duruma gelinceye kadar pekişirdi. Bürokrasi tarafından işçilerin ayarlanmasından, bürokrasinin kendine dönecek olursak ve nasıl ayarlanması gerektiğini düşünürsek, tatmin edici bir karşılık bulamıyoruz. Bu durumda, yığınların emekleriyle destekleyecekleri yeni bir aristokrasi doğması gerek. Desteklenecek bir aristokrasi olduğundan bu, geçmişteki herhangi bir aristokrasiden çok daha güçlü olacaktır.”
İktisadî ilişkiler, siyâsal ilişkilerden o kadar çok farklı, o kadar çok karmaşıktır ki, hiçbir hükümet, böyle köleleştirici bir bürokrasiye baş vurmadan onları ayarlayamaz. Devletin araya girmesi, çapraşık sanayi durumunun bir ögesini ihmal ediyor. Bu, her yerde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ortaçağ İngiltere’sindeki ücret tespiti yasalarıyla, Devrim Fransa’sının fiyat tespiti yasalarına dikkat edin. İktisadî ilişkiler (mükemmel olmasa da) arz ve talep tarafından ayarlanmalıdır. Toplum en çok istediği şeyin bedelini ödeyecektir. Bu anda bazı kimseler ya da görevler daha fazla para alıyorlarsa, büyük tehlikelere atılmış, büyük emek harcamış olduklarındandır. Şimdiki duruma eren gelişmiş insanlar, zorunlu eşitliğe katlanmayı kabul etmezler. Kendiliğinden değişen bir ortam, insan karakterini otomatik olarak değiştirmezse, yapma değişiklikler koyan yasalar, müneccimlik kadar fuzûlî olur.
Spencer, dünyanın ücretli işçi sınıfı tarafından yönetilmesi düşüncesine bozuluyordu. London Times dergisinin, düşünmeyi saptırıcı aracılığıyle bilebildiği kadar, sendika başkanlarına karşı bir tutkunluğu yoktu. Grevler ancak başarı kazanamazsa işe yarayabilirdi. Çünkü işçiler belli zamanlarda greve gider ve istediğini kazanırsa, fiyatlar artan ücretlerle ister istemez yükselir. Durum da eskisinden farklı olmazdı. “İşçi çalıştıran sınıfın bir zamanlar yaptığı haksızlık yanında, ona paralel giden, çalışan sınıfların haksızlıklarını göreceğiz.”
Yine de vardığı sonuçlar körü körüne tutucu değildi. Çevresindeki toplum düzeninin kargaşasını ve hoyratlığını görüyor ve yeni bir düzen aramaya çalışıyordu. Sonunda işbirlikçi (kooperativ) hareketi benimsedi. Bu hareket onca, Sir Henry Maine’in, içinde iktisat tarihinin özünü bulduğu, mukaveleli durumda en yüksek noktasına erişiyordu. “İş ayarlanması, toplum daha yüksek bir seviyeye çıkınca, daha az zorlayıcı oluyor. Burada zorlayıcılığın, birleşik eylemle uyuşacak en aşağı derecedeki biçimine varıyoruz. Herkes, yaptığı işte, kendi kendinin efendisidir ve boyun eğdiği kurallar, yalnızca düzeni sağlamak için gerekli olan ve üyelerin çoğunluğu tarafından konan kurallardır. Askerî düzendeki zorunlu işbirliğinden, sanayiciliğin gönüllü işbirliğine geçiş, böylece tamamlanmış oluyor.” İnsanların, bu denli bir demokratik sanayi düzenini randımanlı yapacak kadar namuslu ve yetkin olduğundan kuşkulanmaktadır. Ama denemeye de değeceği kanısındadır. Sanayinin artık zorba patronlar tarafından yönetilmeyeceği ve insanların, süprüntü üretmek için hayatlarını fedâ etmeyeceği zamanın geleceğine inanmaktadır. “Savaşçı ve sanayici tipler arasındaki karşıtlık, ‘bireyler devletin çıkarı için yaşar’ inancının, ‘devlet bireyin çıkarı için yaşar’ inancına dönüşmesinde görüldüğü gibi, sanayici tiple, ondan gelişecek olan tip arasındaki karşıtlık da, ‘hayat çalışmak içindir’ inancının, ‘çalışma hayat içindir’ inancına dönüşmesinde görülür.”
VII. Ahlâk: Ahlâkın Evrimi
Sanayinin yeniden düzenlenmesi sorunu, Spencer için öyle önemliydi ki, Ahlâkın İlkeleri (1893) adlı kitapta yine uzun bir bölüm ayırmıştır bu konuya. “Bu son bölüm yanında, bütün önceki bölümler ikinci derecede kalıyor.” Spencer, Victoria çağı ortalarındaki ahlâk ciddîliği ile, geleneksel inançla ilişkili görülen ahlâksal ilkenin yerine koymak için yeni ve doğal bir ahlâk arama sorunu üzerinde duruyordu. “Doğru davranışın, varsayılan doğaüstü müeyyideleri (yaptırımları) benimsenmezse, bir boşluk bırakmazlar. Aynı derecede kesin ve çok daha geniş bir alan kaplayan doğal müeyyideler de vardır.”
Yeni ahlâkın biyoloji üstüne kurulması gerekiyordu. “Organik evrim öğretisinin kabulü, bazı ahlâksal kavramları belirlemektedir.” Huxley 1893’de, biyolojinin ahlâksal bir kılavuz olarak benimsenemeyeceğini ileri sürmüştü derslerinde. (Tennyson’un o sıralarda dile getirdiği gibi) “dişi ve pençesi kanlı olan doğanın” adâlet ve sevgiden çok hoyratlığı ve kurnazlığı övdüğünü söylüyordu. Ama Spencer, doğal seçimin testlerine ve var oluş mücadelesine uymayan bir ahlâk ilkesinin, tâ baştan sözde kalacağını, bir işe yaramayacağını savunuyordu. Her şey gibi davranış da, hayatın amaçlarına uyduğu ya da uymadığı ölçüde iyi ya da kötü olabilirdi. “En yüksek davranış, hayatın en uzun, en geniş ve en tam olanına götüren davranıştır.” Ya da, evrim formülünün ifâdesiyle davranış bireyi ya da grubu, amaçların bağdaşıksızlığı içinde daha bütün ve uyumlu yaptığı çapta ahlâksaldır. Ahlâk da sanat gibi, çeşitlilikteki birliği gerçekleştirmektir. En üstün insan tipi, kendisinde hayatın en geniş çeşitliliğini, karmaşıklığını ve tamlığını etkin bir şekilde birleştiren kişidir.
Bu, ister istemez belirsiz bir tanımdır. Çünkü, zaman ve mekâna göre, özel uyma gerekliliği, dolayısıyle de iyi fikrinin içindeki özel şey alabildiğine değişir. Bazı davranış biçimlerinin iyi diye damgalandığı doğrudur. Bunlar en tam hayata, en geniş çapta uygulandığı biçimde iyidirler. Bu damgayı vuran, zevk duygusudur. Bu zevk, doğal seçim tarafından koruyucu ve pahalıya mâl olan eylemlere bağlıdır. Çağdaş hayatın karmaşıklığı ayrıcaları çoğaltmıştır. Ama normal olarak zevk, biyolojik bakımdan yararlı, acı ise biyolojik bakımdan tehlikeli eylemleri belirtir. Yine de bu ilkenin geniş sınırları içinde, iyi’nin en çeşitli ve görünürdeki en çatışan kavramlarını buluyoruz. Batı dünyasında; herhangi başka bir yerde ahlâksız sayılmayacak, hiçbir ahlâk ilkesi yoktur. Yalnızca çokkarılılık değil, aynı zamanda intihar, yurttaş öldürme, hattâ ana baba öldürme bile, bazı uluslarda ahlâkça onaylanmaktadır.
Fiji başkanlarının karıları öldükten sonra boğularak ölmeyi kutsal bir ödev gibi görmektedirler. Williams’ın kurtardığı kadın “geçe kaçtı, yüzerek ırmağın karşı kıyısına geçti, kendi halkı karşısına çıkarak, kurban törenine devam edilmesini, bir anlık zayıflığın onu bir ara bu işten alıkoyduğunu belirtti.” Kurtarıcısına küfreden, o gün bugün de ona nefretini yağdırdığı başka bir kadından söz ederken Wilkes. Livingstone, Zambesi kıyılarında yaşayan Mokolololu kadınların, İngiltere’de erkeklerin yalnızca bir karısı olduğunu duyunca şaşıp kaldıklarından söz eder. Onlarca tek karısı olmak, “edepli bir iş değilmiş.” Reade’e göre de, Ekvator Afrikasında “Bir erkek evlenir de, onun bir kadına daha bakabileceğine, karısının aklı keserse, ille de bir kadın daha alsın diye tutturur, kocası başka karı almazsa, ona “cimri” der.
Bu gibi olaylar, ‘her insanın içinde yaratılıştan, ona doğruyu ve yanlışı söyleyen bir ahlâk duygusu var’ diyen inançla çatışıyor elbette. Ama zevk ile acının, iyi ve kötü davranışla olan ilişkisi, bu fikrin doğru bir yanı olduğunu gösteriyor. Soyun edindiği bazı ahlâk kavramları, bireyden bireye kalıtım yoluyle aktarılabiliyor belki de. Spencer burada, sezgici ile faydacıyı uzlaştıran ünlü formülünü kullanıyor ve yine sonradan elde edilen niteliklerin, kalıtım yoluyle aktarılması sorununa dönüyor.
Yaratılıştan gelen ahlâk duygusu, o da varsa tabiî, günümüzde çıkmaza girmiş durumdadır. Çünkü ahlâk kavramları bugünkü kadar karmakarışık olmamıştır hiç. Günlük yaşayışımızda uyguladığımız ilkelerin, genellikle kiliselerimizde ve kitaplarımızda vazettiğimiz ilkelerin karşıtı olduğu açıktır. Avrupa ile Amerika’nın savunduğu ahlâk, barışçı bir Hıristiyanlıktır. Uygulanan ahlâk ise, çapulcu Töton şövalyelerinin askerî ilkesidir. Avrupa’nın hemen hemen her yanında hâkim olan tabakalar bunlardan türemiştir. Düello, Katolik Fransa’da ve Protestan Almanya’da, tâ eski çağlardaki Töton ahlâkından kalmadır. Ahlâkçılarımız bu çelişmeler için özür dileyip durmaktadır. Nitekim Yunanistan ve Hindistan’ın daha sonraki çağı, tekkarılılık düzenini kurmuşken, çokkarılılık çağında gelişmiş olan tanrıların davranışını açıklamak için, ahlâkçılar güçlük çekiyorlardı.
Bir ulusun, Hıristiyan ahlâkına göre mi, yoksa Töton ahlâkına göre mi yetişeceği, sanayinin ya da savaşın baskın çıkmasına bağlıdır. Askerî düzen üzerine kurulmuş bir toplum, bazı erdemleri över ve başka halk topluluklarının suç göreceği davranışları hoşgörür. Saldırı, soygun ve alçaklık, bunlara savaş yüzünden alışmış halk topluluklarında, namusluluk ve saldırmazlığın değerini sanayi ve barış yoluyle öğrenmiş olan halk topluluklarında yerildiği gibi yerilmez. Cömertlik ve insanlık, savaşın az olduğu yerde daha iyi gelişir ve uzun verimli durgunluk dönemleri, karşılıklı yardımın üstünlüklerini zihinlere çakar. Savaşçı bir toplumun yurtsever üyeleri, kahramanlığa ve kuvvete, bir insanın en büyük erdemleri olarak, buyruk dinlemeye, yurttaşın en yüksek erdemi ve çok çocuk doğurmaya katlanan bir kadının davranışına da, onun en yüksek erdemi olarak bakar. Kayser Tanrı’yı, Alman ordusunun başı olarak düşünüyordu. Düelloyu onayladıktan sonra, kiliseye âyinde bulunmaya gidiyordu. Kuzey Amerika yerlileri “okla yay ve topuzla mızrak kullanmaya, insanın en soylu görevleri olarak bakıyor, tarım ve makineyle ilgili işleri alçaltıcı görüyorlardı. Yakın zamanlarda “ulusal bayındırlığın gittikçe üstün üretim güçlerine”, bunların da “daha yüksek zihin melekelerine bağlı olmaya başlaması üzerine, askerlikle ilişkisi olmayan başka uğraşlar saygı görmeye başladı.”
Savaş bütünüyle bir yamyamlıktır. Yamyamlık olmaması ve herkes tarafından yerilmemesi için sebep yoktur. “Adâlet duygusu ve fikri, toplumun dış çatışmaları azalınca ve üyelerinin içteki uyumlu işbirlikleri arttıkça gelişebilir.” Bu uyum nasıl daha iyiye götürülebilir? Görmüş olduğumuz gibi bu, kurallar yoluyle değil, özgürlükle elde edilir. Adâlet formülü şöyle olmalıdır: “Her insan, başka birinin, kendisininkine eşit olan özgürlüğünü bozmadıkça, dilediğini yapmakta serbesttir. Yetkiyi, askerî düzeni ve söz dinlemeyi öven, savaşa düşman bir formüldür bu. Barış içindeki bir sanayiye uygun bir formüldür. Çünkü tam bir fırsat eşitliği içinde, azamî teşvik sağlamaktadır. Hıristiyan ahlâkına uygundur, çünkü herkesi kutsal görmektedir ve saldırıdan kurtarmaktadır ve son yargıç olan, doğal seçime uymaktadır. Çünkü yeryüzünün kaynaklarını herkese eşit olarak sunmakta ve her bireyin yeteneğine ve çalışmasına göre ilerlemesini sağlamaktadır.
Bu durum, önceleri aman tanımayan bir ilke olarak görülebilir. Çoğu kimse karşı çıkabilir buna. Herkese yeteneğine ve yaptığı işe göre değil, ihtiyacına göre verme ilkesine dönüşebilir. Ama bu ilkelere göre yönetilecek bir toplumun ömrü uzun sürmez.
Olgunluk çağına erişmeden önce elde edilen çıkarlar, sahip olunulan yeteneklere ters orantılı olmalıdır. Aile topluluğu içinde en az hak edene, en çok verilecektir. Yararlılık değer ile ölçülürse eğer, tersi de şöyle özetlenebilir: Çıkar, olgunluğa erişildikten sonra, doğrudan doğruya değerle orantılı olmalıdır. Değerse, onun var oluş şartlarına uygun oluşuyle ölçülür. Türlerin eğer yaşamaya niyetleri varsa, iki yasa sözkonusudur. Gençler arasında çıkar, yetkinlik ile orantılı olaydı, türler hemen ortadan kaybolurdu. Erişkinlerdeyse çıkar, yetkinsizlikle orantılı olaydı, türler de birkaç göbek sonra yok olur giderdi. Ana baba ile çocuk, hükümet ile halk arasındaki benzerliği haklı çıkaran tek şey, bu benzerliği tutan halkın çocuksuluğudur.
Spencer’in tuttuğu şeyler arasında özgürlük ve evrim, başa geçmek için çatışmakta. Sonunda özgürlük kazanmaktadır. Savaş azaldıkça, bireyin devlet tarafından kontrolu bahâne olmaktan çıkmaktadır. Sürekli bir barış durumunda devletin rolü, yalnızca eşit özgürlük haklarını bozanları engellemek olurdu. Jefferson’un koyduğu sınırlar bunlardı. Bu adâletin yerine getirilmesi için, parayla ilgisi olmaması gerekti. Böylece suç işleyenler, kurbanlarının yoksulluğunun, onları cezâdan kurtaramayacağını bileceklerdi ve devletin bütün masrafları dolaysız vergiyle karşılanacaktı. Yoksa vergi dolaylı ve görünmez olursa, kamunun dikkati hükümetin savurganlığından başka bir yere çevrilirdi. Ama “adâleti koruma görevinin ötesinde devlet, adâleti bozamadan bir şey yapamaz,” çünkü o zaman, aşağı seviyedeki bireylerin, topluluğun sağ kalması ve ilerlemesinin üzerine dayandığı armağan ve yetenekle cezâ ve yeteneksizlik’in doğal dağıtımından pay almalarını engellerdi.
Adâlet ilkesi, toprağın, herkesin ortak mülkiyeti olmasını gerektirir. Ancak, toprağın iyi işlenip işlenmemesi sorunu burada düşünülmemektedir. İlk kitapta Spencer, toprağın millîleştirilmesi ve iktisadî fırsatın eşit olmasını savunmuştu. Ama sonradan bu fikri bırakmıştır (Henry George “şaşkın filozof” diyerek kızmıştır ona). Nedeni de, toprağın ancak ona sahip olan ailelerce, üzerine harcadığı emeğin sonuçlarını kendi çocuklarına geçireceğine güvenen kimselerce dikkatli sürülebileceğini düşünmesidir. Özel mülkiyete gelince; bu, adâlet yasasının kendinden çıkmaktadır. Çünkü herkesin, kendi kazancını elinde bulundurmaya eşit hakkı vardır. Vasiyetnâmelerin adâleti üzerine tartışılabilir. Ama “vasiyet etmek hakkı, mülkiyet hakkı içinde vardır, yoksa başka türlü mülkiyet tam olmuş sayılmaz.” Ticaret, bireyler arasında olduğu gibi, uluslar arasında da serbest olmalıdır. Adâlet yasası, yalnızca bir kabile yasası olmamalıdır, aynı zamanda uluslararası ilişkilerin bozulmayacak bir ilkesi olmalıdır.
Bunlar genel çizgileriyle, gerçek “insan haklarıdır.” Yaşamak, özgürlük ve herkesle eşit haklar içinde mutluluk ardında koşmaktır. Bu iktisadî haklar yanında siyâsal haklar önemsiz hayâllerdir. İktisadî hayat özgür olmadığı zaman, hükümet biçimindeki değişiklikler işe yaramaz. Bir laissez-faire monarşisi, sosyalistik bir demokrasiden daha iyidir.
Oy verme, hakların korunması için bir araç yaratma yöntemi olduğuna göre; mesele, oyların genel oluşunun, hakların korunması için en iyi aracı yaratıp yaratmadığıdır. Böyle olmadığını görmüş bulunuyoruz. Deney göstermiştir ki –ki bunun deneyden önce de belli bir şey olması gerekirdi,- oy genel olursa, kalabalık sınıf, az kalabalık olandan daha kârlı çıkmaktadır… İçinde adâletin gerçekleştirilmiş olduğu, sanayici bir toplumda, uygar devletin kuruluşunun, bireylerin değil, çıkarların temsilcisi olması gerekecektir. Sanayici olan toplum –şimdilik gerçekte değilse de- kuramsal olarak, işbirlikçi (kooperatifçi) örgütlerin gelişmesi yoluyle, işverenle işçi arasındaki farkı ortadan kaldırabilir. İçinde çatışkan sınıf çıkarlarının olmayacağı ya da olsa bile, işleri büyük çapta karmaşıklaştırmayacağı toplumsal düzenler meydana getirebilir. Ama insanlığın şimdiki durumunda ve daha uzun bir süre, eşit haklar denen şeylere sahip olmak, eşit haklar denmesi yerinde olan şeylerin sürekliliğini güven altına alamaz.
Siyâsî hak denen şey, bir kuruntudur. Ancak iktisadî haklar sözkonusudur. Bu yüzden, kadınlar oy hakkı kazanıyorum diye vakitlerini boşa harcıyorlar. Yardım isteyene yardıma koşma içgüdüsü, bir anne içgüdüsüdür. Spencer bu içgüdünün, kadınların ataerkil bir devletten yana olmalarına yol açacağını sanmaktadır. Bu konudaki düşüncesi pek açık değildir. Bir yandan siyâsal hakların önemi olmadığını söylerken, öte yandan kadınların siyâsal hak elde etmesinin doğru olmayacağını savunmaktadır. Bir yandan savaşı yererken, öte yandan, kadınlar savaşta kendilerini fedâ etmedikleri için oy vermemelidirler, demektedir. Kadının acı çekerek doğurduğu bir erkeğin, böyle fikir ileri sürmesi ayıp. Kadınlar aşırı derecede başkalarının yardımına koşar diye, onlardan korkmaktadır. Oysa, kitabının hedefi, sanayi ve barışın bencilliğini dengeye getirecek ve felsefî bir anarşizmin, kendiliğinden meydana gelecek düzenini geliştirecek başkalarını düşünme duygusudur. Bencillik ve başkalarını düşünme (bu sözü ve belli bir düşünce düzenini, Spencer bilmeksizin Comte’dan almaktadır) arasındaki çatışma, bireyin ailesi, topluluğu ve soyu ile olan çatışmasından çıkmaktadır. Sonunda bencillik her hâlde baskın çıkacaktır. Hem bu, istenmeyecek bir şey de olmayabilir. Herkes, kendisininkinden çok, başkalarının çıkarını düşünecek olaydı, bir kibarlık kargaşası alıp yürürdü. Herkes iki büklüm, geri geri çekilmeye başlardı. Muhtemelen “toplumsal şartların koyduğu sınırlar içinde, bireysel mutluluğun ardında koşmak, en büyük genel mutluluğun sağlanması için gerekli bir şeydir.” Bütün umut edebileceğimiz, insanların birbirine karşı duyduğu yakınlık alanının daha genişlemesi ve dürtülerin başkalarına yardım için daha iyi geliştirilmesidir. Şimdi bile ana babalığın gerektirdiği fedakârlıklar, seve seve yapılmaktadır. “Çocuğu olmayanlardaki, çocuk yapma isteği, zaman zaman görülen evlât edinmeler gibi, başkasını düşünme faâliyetlerinin, benliğimizi tatmin için, ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor.” Vatanseverlik duygusunun şiddeti, kişinin kendi kaygılarına, daha büyük çıkarları seve seve tercih etmesinin bir örneğidir. Toplum yaşayışındaki her kuşak, karşılıklı yardım dürtülerini derinleştirir. Sonu gelmeyen toplum disiplini, insan yaratılışını öyle kaplar ki, sonunda yakınlık duygusu, herkes için yararlı olacak biçimde, kendiliğinden gelişmeye başlar. Toplumsal davranışın baskısı altında yetişen nice kuşakların yankısı olan ödev duygusu ortadan kalkar. Toplumsal yararlılığı bakımından doğal seçim yoluyle içgüdüsel duruma gelen, başkalarını düşünme eylemleri, bütün içgüdüsel hareketler gibi seve seve, zorunluk olmadan yapılır. İnsan toplumunun doğal seçimi bizi mükemmel duruma daha çok yaklaştırır.
VIII. Sonuç
İlk İlkeler adlı eseri, çağının en ünlü filozofu durumuna getirmişti. Kısa bir süre sonra, Avrupa dillerinin çoğuna çevrildi. Rusya’da, hükümetin karşı koymasına bile direnmiş ve başarı kazanmıştı. Çağın rûhunun felsefî savunucusu olarak kabul edilmişti. Yalnızca Avrupa düşüncesini değil, aynı zamanda edebiyat ve sanattaki gerçekçi hareketi de etkilemişti. 1869’da İlk İlkeleri’nin Oxford Üniversitesinde ders kitabı olarak okutulduğunu görerek şaşırmıştı. İşin daha da hârika yanı, 1870’den sonra kitaplarından elde ettiği gelirin bütçesini düzeltmiş oluşuydu. Bazı hayranlarının kendisine gönderdiği armağanları geri çeviriyordu. Çar II. Aleksandr, Londra’yı ziyaret ettiğinde Lord Derby’ye, İngiltere’nin ileri gelen bilginleriyle tanışmak istediğini söylediği zaman, çağrılanlar arasında Spencer, Huxley, Tyndall, vb. vardı. Ötekiler çağrıya gelmişler, Spencer gelmemişti. Ama pek yakın dostlarıyle görüşüyordu. “Kimse yazdığı kitaba lâyık değildir,” diyordu. “Zihin faâliyetinin en iyi eseri kitabında yansımaktadır, kişi günlük konuşmasındaki bayağı sözlerinden orada ayrılmaktadır.” Ziyaretine gelmekte ısrar edenler oldu mu, kulaklarına tıkaç tıkıyor, sözlerini sessizce dinliyordu.
Tuhaftır ki, kazandığı ün geldiği gibi gitti. Kendi ömrü, ününün ömründen daha uzun olmuştu. Sözlerinin “ataerkil” yasaların çıkmasını önleyememiş olması, onu son yıllarında üzmüştü. Hemen hemen her sınıf tarafından kötü karşılanmaya başlamıştı. Ayrıcalıkla alanlarına el uzatmış olan bilim uzmanları, onu şöyle bir övdükten sonra lânetliyorlar, yardımlarını görmezlikten gelip, yanlışları üzerinde duruyorlardı. Her inançtan piskoposlar biraraya gelmiş, onu sonsuz bir cezâya mahkûm ediyorlardı. Savaşı yermesini beğenen İşçi Partililer, toplumculuk ve sendikacı siyâset üstüne konuştuğunda, öfkeyle sırtlarını çeviriyorlardı. Toplumculuk üstünde görüşlerini beğenen tutucularsa, bilinemezciliği yüzünden ondan yüz çeviriyorlardı. Son derece içtenlikle davranıyordu, her konuda açıkça konuşarak herkesi incitiyordu: İşverenlerin kurbanları diye işçilere acırken, durumlar değişse, işçilerin de aynı biçimde davranacaklarını söylüyordu. Kadınlara, erkeklerin kurbanı diye acırken, erkeklerin de, kadının fendiyle yenileceğini kabul ediyordu. Yalnız başına yaşayarak ihtiyarladı. Yaşlandıkça karşı çıkması da, fikirleri de ılımlılaştı. İngiltere’nin süs gibi duran kralına gülerek bakmıştı hep. Ama şimdi, halkı kralından yoksun bırakmanın, çocuğun bebeğini elinden almak gibi bir şey olduğunu söylüyordu. Din konusunda, etkisi iyi ve kıvanç verici ise, geleneksel inancı bozmanın saçma olduğunu düşünüyordu. Dinsel inançların ve siyâsal hareketlerin, zihnin saldırısının erişemeyeceği kadar uzak olduğunu fark etmeye başlamıştı. Dünyanın, karşısına fırlatıp atmış olduğu kalın kitaplara pek aldırış etmeden dönmesine devam ettiğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Zahmetli geçen yıllarına dönüp bakarken hayatın yalın zevklerinden yararlanmayıp, edebî ün ardında koşmuş olmasını saçma buluyordu. 1903’te öldüğünde, eserinin boşuna yazılmış olduğunu düşünmüştü.
Biz boşuna olmadığını biliyoruz. Ününü kaybetmesinin nedenlerinden biri, İngiliz-Hegelci düşünüşün pozitivizme karşı tepkisiydi. Liberalizmin canlanması ise, onu yeniden çağının en büyük İngiliz filozofu yapacaktı. Spencer, felsefenin nesnelerle yeni bir temasını sağlamıştı ve felsefeye getirdiği gerekçilik yanında, Alman felsefesi solgun ve çekingen bir soyutlukta kalacaktı. Çağını öyle bir özetlemişti ki, bunda ancak Dante onunla boy ölçüşebilirdi. Ve bu denli geniş bir bilgi alanını, öyle ustaca bir uyum hâline getirdi ki, başarısı karşısında eleştirici utanç duyar gibidir. Bugün, onun çabalarının ve emeklerinin, bizim için kurduğu yüksekliklerde bulunmaktayız. Kendimizi onun üstünde duymamız, onun bizi omuzları üstüne almış olmasındandır. Gün gelir de karşı koymasının dikeni unutulursa, ona karşı daha âdil davranmış olacağız.
Will Durant,
Felsefenin Öyküsü
Çevirmen: Ender Gürol
İZ YAYINCILIK



