İslam: Abbasiler ve Fatimiler – Claudio Lo Jacono
Abbasilerin egemenliği 750 yılından, son halifelerinin Moğollar tarafından öldürüldüğü 1258 yılına kadar sürer. Bu beş yüz yıllık dönemde ekonomi ve kültür gelişir, ama el-Mütevekkil’in 861 yılında Türk askerleri tarafından öldürülmesiyle birlikte önü alınamaz bir kurumsal çöküş başlar. Ulusdevletlerin oluşumu olumsuz bir unsur olarak görülebilirse de, hanedan sayısının artmasıyla sanat ve bilim alanlarında yeni ve önemli ilerlemeleri mümkün kılacak büyük çaplı himaye imkânları oluşur.
Abbasi Halifeliği’nin İran’a Uzanan Kökenleri
Emevi katliamı
Emevilere karşı kendilerini “kutsal hanedan” olarak görmekten hoşlanan, ama Emeviler tarafından din konusunda ilgisizlikle suçlanmış olan Abbasiler, Endülüs’teki halifeliklerine, yenilgiye uğrattıkları geniş hanedanı katlederek başlar. Abbasilerin de Arap olmasına, hatta Emevilerle akraba olmalarına rağmen bu olay aynı zamanda Arapların ümmet üzerindeki mutlak egemenliğinin de sonu anlamına gelir, çünkü Arap olmayan, ama İslamı kabul etmiş halklar da İslam toplumunun idaresine dahil olmaya başlar.
Yeni iktidarın iki temel dayanağının kökleri İran’a uzanır. İran’ın kuzeydoğusundaki Arap-İran şehri Horasan’dan kaynaklanan ve Horasaniye adı verilen askeri sisteminin de büyük kısmı İranlıdır, adını liderleri Bermek’ten alan Bermekiler ailesinin tartışılmaz meziyetleri sayesinde etkinliği garantilenen bürokrasi de İranlıdır. Din dahil olmak üzere kültür de Sasani dindarlığının etkisindedir; yine de Suriyeli, Yunan, Kıpti ve İsrailli âlimlerin büyük çaplı katkısını da unutmamak gerekir.
İslamın II. yüzyılından itibaren (VIII. yüzyılın ikinci yarısı-IX. yüzyılın ilk yarısı) din alanında metinler yazılmaya başlar, ama bunlar aynı zamanda biyografik, coğrafi, tarihi ve hukuki yönler de sergilerler.
Pers temelleri
Buyruk altına alınmış halklarla Hint bilgi birikimi (Hint Yarımadasına ilk giriş Emevi döneminde olur, günümüzde Pakistan’da bulunan Sind 711-712’de fethedilir), daha çok İslamı kabul eden yabancıların gerçekleştirdiği muazzam tercümeler sayesinde gelişir ve Arapların genelde şiir, destan, soy araştırmaları ve “Peygamber tıbbı” adı verilen, çok düşük düzeydeki popüler tıptan oluşan mirası giderek zenginleşmeye başlar.
Siyasi ve ekonomik merkezin Akdeniz bölgesinden Mezopotamya-İran bölgesine doğru kayması da halifeliğin İran’a uzanan temellerinin altını çizer; halife el-Mansur (y. 712-775, 754’ten itibaren halife), 762 yılında, zaman içinde hem askeri ve ekonomik hem de kültürel alanda Konstantinopolis’in en büyük rakibi haline gelecek olan Bağdat’ı kurar.
Kültürel Açıdan Gelişmiş Bir Halifelik
Tıp matematik ve astronomi
271 yılında Sasaniler tarafından kurulmuş olan ve Yunanca ile Süryaniceden Medce-Farsça çeviri merkezi, kütüphane ve hastaların tedavi edildiği bir tıp merkezi olan Gundişapur örnek alınarak Harun er-Reşid’in (766809, 786’dan itibaren halife) isteğiyle oluşturulmuş ilk çekirdek temel alınır ve 832 yılında halife el-Memun (786-833) tarafından Hikmet Evi (Beytü’l Hikmet) geliştirilir. Hikmet Evi hem halife I. Velid (y. 674-715) tarafından 706 yılında Şam’da kurulmuş olan ilk İslam hastanesiyle başlayan girişimin geliştirildiği ve Yunan, İran ve Hint tıbbının öğretilip uygulandığı bir hastanedir – Avrupa’nın ilk tıp merkezi, 898’de Siena’da kurulacak olan Santa Maria della Scala Hastanesi’dir- hem de, dünyanın dört bir tarafından getirilip Arapçaya tercüme edildikten sonra genel bir kataloga dahil edilmiş olan, dini ve seküler alanda neredeyse yarım milyon metinin bulunduğu zengin bir kütüphanedir.
Hikmet Evi aynı zamanda bir rasathanedir; ünleri kısa sürede yayılacak olan çeşitli matematikçiler ve bilim adamları -“algoritma” kelimesinin kaynaklandığı Harizmi, Avrupa’nın Latin kısmında Alkindus olarak bilinen Kindi, IX. yüzyılda yaşamış olan ve Ben-i Musa olarak bilinen matematikçi kardeşler, Latincede Ioannitus olarak bilinen Huneyn bin İshak, Thebit olarak bilinen gökbilimci ve matematikçi Sabit bin Kurra ve Latincede Rhazes olarak bilinen el-Razi- çalışmalarını burada yürütür.
Bu kütüphane tek değildir; Kurtuba’da yaşayan Endülüs Emevi halifesi II. Hakem (915-976, 961’den itibaren halife) 400 bin kitaplık bir kütüphaneye, tebaasından birisi de bundan daha zengin bir kütüphaneye sahiptir, Fatimi döneminde (1005-1068) Kahire’de bulunan Dar-ül Hikmet de 600 bin kitap içerir. Aynı dönemde Latin Hıristiyan dünyasında bulunan ve neredeyse tamamı dini metinlerden oluşan kütüphane koleksiyonları bu rakamların yanında son derece zayıf kalır.
Bu kütüphaneler varlıklarını, mükemmel kalitede olan kâğıdın bol miktarda bulunmasına borçludur; kâğıt yapımı, Talaş Savaşı’ndan (751) sonra, Çinli savaş esirlerinin aktardığı know-how [teknik bilgi] sayesinde öğrenilir. Bermeki zekâsı sayesinde ilk olarak Semerkant ve Bağdat’ta oluşturulan kâğıt imalat tesisleri sonradan bütün İslam dünyasına; Araplara, Perslere, Hindistan, Mısır, Suriye, Sicilya ve Endülüs’e yayılır.
Abbasilerin Yayılması
Halkların ve ticaretlerin kesişme noktası
Abbasiler doğuya doğru yayılmaya devam ederken, Kuzey Afrika’nın en batı bölgeleri ile İber Yarımadası’ndaki Endülüs ellerinden çıkarak 756 yılında, Abbasi katliamından kurtulmayı başarmış olan Emevi Abdürrahman bin Muaviye’nin
(731-788) eline geçer. Abbasilerin en aktif olduğu bölge, büyük çeşitlilik gösteren Türk faktörünün yer aldığı Ceyhun Nehri’nin ötesindeki Transoksanya bölgesidir, ama IX. yüzyılda asıl ilgi alanı olan bölge; Doğu Türkistan’da bulunan ve Tibet, Moğol, Çin, hatta Kore kültürleriyle çok verimli ilişkilerin yaşandığı devasa tarım havzasıdır.
İlişkiler geometrik artarak muazzam maddi zenginliğin halifeliğe akmasını sağlar, öyle ki Abbasi ticareti Kuzey Afrika’dan Çin’e kadar uzanır; Kanton’da imparatorun izniyle bir ticaret merkezi kurulacak, ama çalkantılı bir süreçten geçecektir.
Ali’nin soyundan gelenlerin başlangıçtan itibaren Abbasilerin halifelikteki rolüne itiraz edip halifelik unvanının kendi hakları olduğunu iddia ederek yaptıkları muhalefet, halife Memun’un yürüttüğü anlaşılan uzlaşma politikası sonuç vermeyince 818’de yaşanan bölünmenin temellerini oluşturur.
Muhalifler
Halifeliğin katı merkeziyetçiliği, Harun er-Reşid’in 800 yılında Türk asıllı İbrahim bin Agleb’i, Haricilerin isyanlarını bastırması için İfrikiyye (günümüzde Tunus, Tripolitanya ve Cezayir’e doğru uzanan bölgeler) emirliğinin başına getirmesiyle zayıflamaya başlar. Bu gelişme merkeziyetçilikten olumlu bir uzaklaşma şeklinde görülebilirse de, Mehdi’nin (743/745-785,775’ten itibaren halife) tuhaf ölümü ve Hadi (?-786,785’ten itibaren halife) ile kardeşi Reşid arasındaki şiddetli kavgayla belirmeye başlayan kurumsal çatlaklar, 810-813 yılları arasında, Reşid’in halifelikle beraber Afrika ve Asya’daki toprakları bıraktığı oğlu Emin (787-813,809’dan itibaren halife) ile zengin Horasan’ı miras alan kardeşi Memun arasında yaşanan alan korkunç iç savaşla iyice açılır.
Ancak Memun’un zaferinin bedeli çok ağır olur. Üyeleri kendilerini iktidarla özdeşleştiren ve kendilerinden “Hanedanın Çocukları” diye söz eden Horasaniye ortadan kaldırıldığı ve fazlasıyla sevilen Bermek ailesi, bu durumu kıskanan Raşit tarafından yok edildiği için yeni bir ordunun oluşturulması gereklidir. Memun’un kardeşi ve sonradan halefi olacak Mutasım (794-842, 833’ten itibaren halife) kısmen özgür, kısmen de köle olan Türk faktöründen yararlanmaya karar verir. Onları çok etkin bir ordu haline getirir, ama aralarındaki bağ tamamıyla kişiseldir; oysa Horasaniye haklı olduğuna inanılan bir dava için Abbasi hanedanıyla birlikte mücadele ederdi ve çok sağlam ahlaki ve toplumsal bağlara sahipti.
Çöküş belirtileri
Yeni ordunun başlangıçtan itibaren sergilediği kibirden dolayı Mutasım orduyu Bağdat’ın halkından uzaklaştırıp, 835 yılından 892 yılına kadar Abbasilerin başkenti olan Samarra’ya yanında götürmeye karar verir.
Aynı zamanda Soğd, Harezm, Hazar, Kürt, Ermeni, Arap ve Berberi askerleri de içeren Türk ordusunun aşırı derecede güçlenmiş olduğu, ordu tarafından dayatılan el-Mütevekkil’in (821-861, 847’den itibaren halife) seçilmesinden de anlaşılır, ancak el-Mütevekkil de oynadığı siyasi oyunların bedelini hayatıyla ödeyecektir.
El-Mütevekkil’in 861 yılında Türk askerleri tarafından öldürülmesi halifeliğin sonuna işaret eder; her ne kadar “İnananların Komutanları” 400 yüzyıl daha var olmaya devam etse de bazen saray içindeki kölelere bile söz geçiremeyecek durumdaki, sonsuza kadar kaybedilmiş ümmet birliğinin artık sadece bir simgesi durumundadırlar.
Ancak merkezden kaçma olguları mutlak bir çöküşün belirtileri olarak görülmemelidir. Siyasi-kurumsal açıdan incelendiğinde; toplumsal, ekonomik ve kültürel alanda herhangi bir gerilemeye tanık olunmaz ve çevre, merkezi iktidarın sömürücü hırsı tarafından genelde ihmal edilen kendi sorunlarıyla başa çıkacak ve devasa boyutta olup Bermeki döneminde olduğu kadar iyi örgütlenemeyen bir imparatorluğun içinde sıkışıp kalan proaktif enerjileri açığa çıkaracak hale gelir.
Halifeliğin geçirdiği büyük çöküş, 869 ile 883 arasında yer alan köle isyanından da anlaşılır: Mezopotamya’nın güneyini sarsan bu isyan, nihai zafere bir adım kala, büyük bir zorlukla bastırılır, ama büyük acılara, kaynak ve statü kaybına yol açar.
756’dan beri Abbasilere düşman olan Endülüs’e 877’de Ahmed Bin Tulun’un (835-884) ve haleflerinin yönetimindeki Mısır eyaleti ile 909’da Sünni Aglebilerin yerini Şii-İsmaili hanedanının aldığı Kuzey Afrika da eklenir.
Fatimiler
Peygamber’in kuzeni Ali’yi (y. 600-661) liderleri sayan diğer Şiilerin tersine, Fatimiler, Peygamber’in kızı Fatıma’ya (?-663) referans gösterirler ve Suriye kökenli olmalarına rağmen hırslı davaları için uygun verimli toprağı İfrikiyye’de bulurlar. Buradaki Aglebi iktidarına düşman olan Berberiler Fatimilerin gizli propagandasına olumlu karşılık vererek 909 yılında gerçekleşen El-Urbus Savaşı’nda Fatimilerin nihai zafer kazanmasında önemli rol oynar.
Halifeliği zorla ele geçirmiş Fatimi imamlarının Abbasileri ortadan kaldırmak için doğuya doğru kayması, Mısır ve Suriye’yi fethetmesi ve Irak’a saldırarak onlara nihai darbeyi indirmesi gerekiyordu.
Mısır çeşitli girişimlerden sonra 968 yılında fethedilir ve Mehdiye yerine Kahire şehri ile El-Ezher Camii-Üniversitesi yeni iktidarın başkenti ile ruhani ve dini simgesi haline gelir.
Kuzey Afrika bölgesi, Berberi bir vasal olan Ziri Emirliği’ne emanet edilirken, yayılmanın bir sonraki durağı olan Suriye’de, kurumsal, etnik, toplumsal ve dini çerçevenin parçalanmış olmasından dolayı bin türlü zorlukla karşılaşılır, çünkü burada yerleşik halk ile göçebeler, Hıristiyanlar ile Yahudiler ve -hem Sünni hem Şii- Müslümanların yanı sıra Araplar, Türkler, Hazarlar, Türkmenler ve Selçuklular hep bir arada yaşar. 946 yılında Bağdat’a “vesayetlerini dayatan Şii Büveylilerin yerine 1055 yılından itibaren Selçuklular Abbasi halifeliğinin yeni ve güçlü “koruyucuları” haline gelir.
Haçlılar
Selçuklu iktidarı Fatimilerin planlarını bozarak onları Şam’dan uzaklaştırır ve Kudüs’ü işgal ederek yönetimine 1086 yılında Artuk bin Ekseb’i getirir. Fatimiler 1098 yılında şaşırtıcı bir hareketle Kutsal Şehri almayı başarır, ama bu
arada, hiç beklenmedik bir şekilde Haçlılar gelip tüm ümitlerini yıkar. Haçlıların ardında yatan dürtüleri, karşı konulmaz mücadele kabiliyetlerini ve ağır, ama etkili silahlarını hafife almış olmaları yenilgilerinde büyük rol oynar ve bu, Avrupalı Hristiyanlara uzun süreli bir yenilmezlik ünü kazandırır.
Fatimiler Kudüs’ü 1099 yılında Avrupa’dan gelen savaşçılara bıraktıktan sonra durumu kabullenip daha parlak bir geleceği beklemek ve güneye çekilmek zorunda kalırlar.
Bin Yılından Sonra Fatimi Hanedanının Çöküşü
İmam Hakim
Fatimi hanedanı, Mısırlı tebaasının o ana kadar onlara verdiği desteği İmam Hakim’in (985-1021, 996’dan itibaren imam) çılgın yönetimi altında kaybetmeye başlar. 1009’da Kudüs’te Kutsal Mezar Kilisesi’ni yıkan İmam Hakim’in yönetimi (kilise daha sonra, El-Hakim’in haleliyle varılan bir anlaşma sonucunda Bizanslılar tarafından yeniden inşa edilecektir) muhtemelen kız kardeşi Sittülmülûk tarafından düzenlenen bir komployla ani bir şekilde sona erer. Çöküş süreci, 1065 ile 1072 yılları arasında birbirini izleyen kıtlık veba salgınları, kuraklık gibi bir dizi olağanüstü felaketten dolayı daha da hızlanır.
İmam Muntansır’ın (1029-1094) Akka’nın Ermeni valisi Bedr el-Cemali’ye (1073-1094), ölümünden sonra da oğlu Efdal’e emanet ettiği güçlü ordu nihai hesaplaşmayı ertelemeyi başarır. Bu arada İfrikiyye’deki Ziri Emirliği, Abbasi halifesinin beklenmedik bir şekilde onu meşru kılmasıyla özgürlüğüne kavuşsa da Fatimilerin teşvikiyle Benu Suleym ve Benu Hilal adlı Arap kabilelerine bağlı vahşi göçebelerinin yıkıcı saldırılarına maruz kalır.
Hanedanın sonu
Haçlılar ile Sünni Zengilerin lideri Nureddin’in (1118-1174) arasında kalan ve hanedan içinde şiddetli ihtilaflarla başa çıkmak durumunda bırakılan Fatimiler 1169’da Nureddin’in Kürt vasalı Şirkuh’un buyruğu altına girmek zorunda kalır. Şirkuh’un iki ay sonraki ölümünden sonra yeğeni Selahaddin Eyyubi (1138-1193) 1171 yılında, İmam Adid’in (1149-1171) varissiz olarak ölümünden sonra Fatimi hanedanına son verir.
Abbasi halifeleri bu karmaşık ve dinamik durumdan faydalanamazlar, hatta 945 ile 1055 yılları arasında önce Şii Buyidilerin, sonra da Sünni Türk Selçukluların küçük düşürücü vesayetine boyun eğmek zorunda kalırlar.
Ancak Malazgirt’te (1071) Bizans İmparatorluğu’na müthiş darbeler indirmiş olan Selçuklular bile Hülagü Han’ın Moğollarının İslam yönetimindeki doğuyu yakıp yıkmasına ve 1258’de “Barış Şehri” Kudüs’e saldırmasına engel olamaz.
Mutasım’ın öldürülmesiyle (1213-1258), bir halefinin hayatta kalarak Kahire’deki Türk Memlûklerin iktidarını meşrulaştırmaya çalışmasına rağmen halifelik kurumu 626 yıl sonra sona erer. Memlûk Sultanlığı’na son veren Osmanlı Türklerinin üzerinde hak iddia ettiği halifelik, Osmanlı hanedanıyla birlikte sona erdiği ilan edilen 1924 yılına kadar İstanbul’da devam eder.
Bkz. Tarih: Peygamber Hz. Muhammed ve İslamın İlk Yayılışı, s. 128; Emevi Halifeliği, s. 132; Avrupa’da İslam, s. 195
EDİTÖR
UMBERTO ECO
ORTAÇAĞ
BARBARLAR * HIRİSTlYANLAR * MÜSLÜMANLAR
Çeviri: Leyla Tonguç Basmacı
ALFA TARİH