İyiliği ve bağlanmayı savunan bir varoluş için neden nefret gibi yıkıcı bir duyguyu merkeze alalım? Sürekli düşmanlık ve nefret, gerçekten de bizi diğer insanlardan ve kendi “iyi” doğamızdan uzaklaştırmaz mı?
“Sürekli nefret etmenin içimizdeki iyiliği öldürüp öldürmediği” ve “düşmanlığın bizi yabancılaştırıp yabancılaştırmadığı” endişesi son derece yerinde ve derinlemesine düşünülmesi gereken bir konudur. Bu endişe, genellikle “güç istenci” gibi radikal felsefi kavramların yüzeysel okumalarından kaynaklanan yanlış anlamaları gidermek için bir fırsat sunar.
Önceki yazımızda bahsettiğimiz “nefretin yeniden keşfi” kavramını David Cooper’ın bağlamında daha detaylı açıklayarak bu endişeleri gidermeye çalışalım.
Nietzsche’nin “Güç İstenci” ve “Nefretin Yeniden Keşfi”: Kişisel Yıkım mı, Devrimci Uyanış mı?
Nietzsche’nin “güç istenci” ve David Cooper’ın “nefretin yeniden keşfi” gibi kavramlar, ilk duyulduğunda içsel bir çelişki barındırıyormuş gibi görünebilir: İyiliği ve bağlanmayı savunan bir varoluş için neden nefret gibi yıkıcı bir duyguyu merkeze alalım? Sürekli düşmanlık ve nefret, gerçekten de bizi diğer insanlardan ve kendi “iyi” doğamızdan uzaklaştırmaz mı? Bu haklı soruların cevabı, bu kavramların neyi hedeflediği ve neye karşı durduğu üzerine kurulu incelikli bir ayrımdadır.
Hedef: Kişiler Değil, Yozlaştırıcı Sistem
Cooper, “nefretin yeniden keşfini” devrimci ahlakın bir öncüsü olarak tanımlar, ancak bu nefretin hedefi bireyler, yani “gerçek diğer kişiler” değildir. Aslında, diğer bir kişiden nefret etmek, enerjinin ve zamanın boşa harcanmasıdır ve yalnızca burjuva aile şeması içinde var olabilir. Bu bağlamdaki nefret, kıskançlık, çekememezlik, sahiplenicilik ve en önemlisi “suçluluk hissettirme” gibi “ailevi tuzaklardan” uzak durmayı ifade eder; bunlar, bireyin özerkliğini azaltan ve ilişkileri kontrol etmeye yönelik mekanizmalardır. Devrimci ahlak, bunun yerine insanlar arasında tam bir bilinçli bilgiye ve baskıcı sistemlere karşı güvensizliğe dayalı bir dayanışma ve güven yaratmayı ifade eder.
Peki, o zaman bu nefret neye karşıdır? Cooper’ın vurguladığı gibi, bu nefret ilke olarak kimse olmayan, ancak paranın ve mübadele değerinin soyut, insanlık dışı mantığı aracılığıyla hayatımızı yozlaştıran “sisteme” karşıdır. Bu sistem, günlük deneyimlerimizde somutlaşır: Kirasını tahsil etmeye gelen ev sahibi, giydiğimiz kıyafetlerin üretim koşulları, çalıştığımız kurumların işleyişi… Bu, soyut bir düşmana değil, yaşamlarımızı şekillendiren baskıcı yapıların görünür hale gelmiş tezahürlerine karşı duyulan bilinçli bir reddediştir. Bu, “burjuvaziye karşı” bir duruştur.
Bilinçli Bir Uyanış: Yabancılaşmanın Reddi
“Nefretin yeniden keşfi”, aslında ezilmişliğimizin bilincine varmanın aldığı biçimdir. Kapitalist sistem, “ihtiyaç teknolojisi” aracılığıyla yapay ihtiyaçlar icat eder ve bizi bu ihtiyaçları karşılamaya zorlayarak içsel değerimizi ve özerkliğimizi metalaştırır. Bireyin değeri, bilgisi, yaratıcılığı veya tutkusuyla değil, mübadele değeriyle ölçülür; bir işçinin değeri, patronunun onu ne kadar sömürebileceğiyle belirlenir. Bu, Cooper’ın Marx’tan ilham alarak “normalliğin fakirleşmesi” olarak adlandırdığı durumdur.
İşte bu “fakirleşme”ye karşı duyulan bilinçli bir tiksinti, “nefretin yeniden keşfi”dir. Bu, bizi kendi özgünlüğümüzden ve yaratıcılığımızdan çalan, bizi “sahip olduklarımızla” bir meta haline getiren sistemin maskesini düşürmektir. Bu, kendi bilincimizi geri kazanma, dayatılan “normalleştirme” ve “imbecilizasyon” süreçlerine karşı direniş gösterme iradesidir.
İçimizdeki İyilik ve Yabancılaşma: Gerçek Kaynak Neresi?
Sorudaki “içimizdeki iyilik” ve “yabancılaşma” kavramlarına Cooper’ın perspektifinden bakarsak, asıl tehlikenin “sürekli nefret etmekten” ziyade, sistemin dayattığı “normalliği” pasif bir şekilde kabul etmekten kaynaklandığını görürüz. Sistem, bizi “meta”lara dönüştürerek, yapay ihtiyaçlar peşinde koşturarak ve zamanımızı kâr odaklı üretime hapsederek zaten yabancılaştırır ve içsel zenginliğimizi fakirleştirir.
- İçimizdeki İyiliğin Katili: Kapitalist sistemin bizi “suçluluk üreten sürece” tabi tutarak özerkliğimizi bastırması, bizi itaatkar bireylere dönüştürmesi, ve yaşamı metalaştırarak “ölüm-içinde-yaşam” (death-within-life) haline getirmesi, aslında “içimizdeki iyiliği” öldüren gerçek güçlerdir. Psikiyatri gibi “psikoteknolojiler”, isyanı ve “deliliği” (toplumsal normlara aykırı otantik ifadeleri) bir hastalık olarak damgalayarak “normalleşmeye” çalışır ve bireyi “kişi olmama” noktasına getirir. Bu, insanın kendi özgün varoluşunu reddetmesidir ki bu, Cooper’a göre tasavvur edilebilecek en büyük trajedidir: “İnsanlar, değişim değerleriyle özdeşleşme riskiyle karşı karşıya kalırlar. Bundan daha büyük bir trajedi hayal edilemez”.
- Yabancılaşmanın Kaynağı: Gerçek yabancılaşma, sistemin yarattığı “sahte güvenlik” ve “mistifikasyon” perdesidir. Bu, bilincimizin baskı altında çalınmasıdır. “Nefretin yeniden keşfi” tam tersine bu mistifikasyon perdesini yırtarak, gerçek sorunların kişisel değil, politik olduğunu görmemizi sağlar. Bu, “kaybolmuş bir toplumda kendini bulma” ihtiyacını politik bir sorun olarak tanımaktır.
Sonuç: Dayanışma, Özerklik ve Yaratıcılık
Bu bağlamda, “nefret” kişisel bir yıkım aracı değil, radikal bir özerklik ve değer yaratma eylemi için bir katalizördür. Nietzsche’nin “güç istenci”, sistemin dayattığı değerlere karşı kendi otantik değerlerimizi seçmemizi ve inşa etmemizi öğretir. Bu, “bizim çalınan bilincimizi geri almamız” ve sistemin “Hayır”ına karşı kendi “Hayır”ımızı söylememiz anlamına gelir.
Bu devrimci ahlak, nihayetinde dayanışma ve kolektif eylemle sonuçlanır. “Güç istenci” bireyi izole etmek yerine, onu diğer ezilenlerle birleştirir. Ortak bir düşmana (sisteme) karşı duyulan bu bilinçli reddediş, insanlar arasında güveni ve ortak eylemi besler. Bu, “kişisel ve makro-sosyal kalıcı devrim için mobilize edilmesi gereken bastırılmış arzuların” tam da kendisidir.
Özetle, Cooper ve Nietzsche’nin bakış açısına göre, “sürekli nefret etmek” eğer hedefi kişisel düşmanlık ve kin ise, evet, bizi yabancılaştırır ve içimizdeki iyiliği öldürebilir. Ancak bu “nefret”, yozlaştırıcı bir sisteme karşı duyulan bilinçli bir öfke, bir reddediş ve bir uyanış ise, o zaman bu, içimizdeki iyiliği pasifize eden yabancılaşmış “normalleşmeye” karşı bir direniş biçimi, özgürleşme yolunda atılan ilk adımdır. Bu, bizi diğerlerinden uzaklaştırmak yerine, ortak bir mücadelede dayanışmaya ve gerçek anlamda insan olmaya yöneltir. Nihai amaç, “her birimizin kendi değerlerimizi seçmemiz” ve böylece “suçluluk yaratan süreci reddeden” devrimci bir özerklik inşa etmektir.