Marksist Tarih Anlayışı
Hegel’in tarih felsefesini bir dönüştürme işlemine tabi tutarak ve bambaşka bir içerikle ele alıp buradan etkileri son derece geniş olmuş bir tarih felsefesi çıkaran filozoflar, Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895) olmuşlardır.
Marx için Hegel’in tarih felsefesi “olgulara gidilerek saptanacak gerçek ilişkilerin, yerlerini filozofun kafasındaki ilişkilere terk ettiği” bir tarih felsefesidir.45 Bu yüzden bu felsefenin sistematiğini “gerçek ilişkiler”e göre doldurmak gerekir. Yani sistematiğin kendisi olmasa da içeriği değiştirilmelidir. Gerçekten de Marksist tarih felsefesinin tüm çizgileri Hegelci sistematiğin çizgilerini taşır. Ama bu sistematik, artık Hegel’de olduğu gibi, tarihin öznesi olarak “dünya tini”ni ya da “akıl”ı görmez. Gerçi Marx için de tarihte bir akıl vardır. Ama bu akıl, kendi kendini belirleyen, kendini tarihte açan bir akıl, hele bir töz asla değildir. Tam tersine bu akıl, “maddi ilişkilerin belirlediği bir bilinç durumu”dur.46 Marx, varlığı ve tarihi belirleyen şeyin bilinç değil, tam tersine, bilinci belirleyen şeyin varlık ve toplum olduğunu söyler. Yani tarihi belirleyen şey, tinsel bir töz değil, maddi ilişkiler ağı olarak toplumun sosyo-ekonomik yapısıdır. Maddi ilişkiler de birbirlerine bağlı iki öğeye dayanılarak anlaşılabilir: 1. (Üretim araçlarının oluşturduğu) üretim güçleri 2. Üretim ilişkileri. Üretim güçleri (iş aygıtları, makineler, insani beceri ve teknikler) bir felaket olmadığı sürece sürekli gelişirler. Buna karşılık üretim ilişkileri (üreten ve tüketen insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler) uzun süre değişmeden kalabilir. Ama üretim güçlerinin gelişimine her zaman belirli bir üretim ilişkisi biçimi karşılık gelir. Örneğin modern fabrikasyon üretim tarzı, feodalizmin egemen olduğu üretim ilişkileriyle bağdaşmaz. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki bu bağdaşmazlık çok üst düzeylere çıktığında, ancak bir “devrim” yoluyla giderilebilecek olan antagonizmalara yol açar. Öbür yandan, üretim ilişkilerini ilk planda etkileyen şey, ilkel toplum dışında, daima “özel mülkiyet” olagelmiştir. Böylece üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki üretim ilişkileri sınıflaşmayı doğuragelmiştir. Bu yüzden toplumsal düzeni de her zaman, üretim araçlarına sahip olan egemen sınıf ya da sınıflar ile bu araçlara sahip olmayan sınıf ya da sınıflar arasındaki ilişkiler belirler. İşte, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında antagonizmalara, sert karşıtlıklara varan bağdaşmazlığın olduğu zamanlarda, sınıflararası ilişkiler de tam bir karşıtlığa dönüşür ve bu noktada artık, bir “devrim” kaçınılmaz hale gelir. Öbür yandan, zaten özel mülkiyetin ortaya çıktığı andan, yani toplumsal sınıfların oluşmasından beri tarih, kesintisiz bir sınıf savaşları süreci olagelmiştir. İşte, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki bağdaşmazlığın doruğa çıktığı anlarda bu sınıf savaşları “devrim”lerle sürer. Ama bu süreç, yine Hegel’de olduğu gibi, “dünya halklarının birliği”ne doğru ilerlemektedir. Bu yüzden bu ilerleme süreci içinde sınıfların yerlerinde de, niteliklerinde de boyuna değişmeler olur. Sınıfların yer ve niteliklerindeki değişmeyi de üretim güçlerindeki değişme ve farklılaşmalar belirler. Örneğin burjuva sınıfının geliştirmiş olduğu endüstriyel üretim tarzı, zorunlu olarak “proletarya” denen sınıfı doğurmuştur. Bu açıdan bakıldığında, Marx ve Engels, nasıl ki Hegel tarihte tinin taşıyıcısı olarak birkaç önemli halk (Grek, Roma, Hıristiyan-Germen) saymışsa, tarihte “dünya tarihine geçmiş sınıflar”dan söz ederler. Önce “köle sahipleri sınıfı” gelir; bu sınıf, köleler üstünde tam bir bedensel tasarrufa sahiptir. Bunun gibi, ortaçağda “feodal egemen”, yeniçağda “burjuva” sınıfı ya da “kapitalist” sınıf vardır. Marx’a göre bu üç sınıf da baskıcı, özgürlükten yoksun toplumsal düzenlerin egemenidirler. Son sınıf olarak “proletarya” ise, kendi gücüyle sınıflı toplumu ve özgürsüzlüğü ortadan kaldıracak sınıftır. Hegel’de Hıristiyan-Germen halkın tini nasıl ki en sonunda evren tiniyle özdeş kılmıyorsa; şimdiye kadar kendisi hakkında sağlam bir bilince erişememiş olan insanlık da Marx’a göre, proletaryanın gücü sayesinde özgürlüğe ulaşacaktır. Ancak, bu özgürlük Hegel’de olduğu gibi ahlaklı yurttaşların oluşturduğu akılsal hukuk devletinin özgürlüğü değil, tersine, her bakımdan özgürce üreten ve özgürce tüketen insanların oluşturacağı sınıfsız bir toplumun özgürlüğü olacaktır. Bu özgürlük de proletarya devrimiyle gelecektir. Hegel’in, özgürlüğü sonsuzluğa ertelemesine karşılık Marx ve Engels, bunun proletarya devrimiyle gerçekleşeceğine inanırlar. Öyle ki “gerçek tarih” de ancak özgürlüğün gerçekleşeceği bu devrimden sonra başlayacaktır. Gelinecek olan bu nokta ise, peygamberce bir kehanetle değil, tersine, bilimsel bir kesinlikle saptanabilir. Bu nokta, öbür yandan, Hegel’de olduğu gibi “tarihin sonu” değil, insanlığın kendi özgür bilinciyle bizzat kendisinin yapmaya başladığı “gerçek insanlık tarihi”nin başlangıcı olacak ve sürecektir. Oysa Hegel’de tarih, dünya tininin görünüşe çıktığı bir alan, tinin kendini açmak için kullandığı bir süreçti. Dünya tini, tarihi “yaptıktan” sonra artık tarihte yoktur, yani artık “yapılacak” bir tarih kalmamıştır. Oysa Marx ve Engels, Hegel’in böyle gördüğü tarihi ancak “insanlığın öntarihi”, “insanlığın tarih öncesi” sayarlar. Feuerbach buna “geçmişin tarihi”, “insanlığın özgürlük-öncesi öntarihi” demişti. “Gerçek insanlık tarihi” ise, proletarya devrimiyle başlayacaktır.
Hegel’le yer yer karşılaştırmalar yaparak kabaca değindiğimiz bu tablo içinde bile “tarih” kavramının Marksizmin merkezinde yer alan kavram olduğu görülebilir. Marx ve Engels, “Biz tek bir bilim tanırız, o da tarihtir,” derler.47 Yani tarih herhangi bir bilim değil, tek bilimdir. Bu bilimin dayandığı tabansa materyalist bir tabandır ve bu taban “tüm toplum tarihinin anlaşılması için anahtardır.”48 Bu anahtar, tüm tarihi “emeğin gelişim tarihi” olarak görmemizi sağlar. Tarihin özü, insan etkinliğinde, yani “praksis”tedir. Böyle olunca “maddi üretim tarzları, toplumsal, politik ve tinsel yaşam sürecini baştan aşağı belirler.”49 Toplumsal yaşama egemen olan şey, ihtiyaçların giderilmesine yönelik iştir. Bu yüzden “ilk tarihsel eylem” üretimdir ve üretim, tarihin olabilirliğini yapan ana koşuldur. Bu temel koşuldan üretim güçlerine ve işbölümüne dayalı üretim ilişkileri doğar. İşte, tüm tarihin dayandığı tabanı bunlar oluşturur. Üretim güçlerinin herhangi bir andaki durumu, toplumun o andaki özel yapısını belirler. Buna göre de tarihte dört tip “toplumsal biçimlenme” vardır: 1. Asya tipi 2. Antik 3. Feodal 4. Burjuva. Bu biçimlenmelerden birinden öbürüne geçiş devrimlerle olur. Çünkü üretim güçleri ile üretim ilişkileri artık bağdaşamaz duruma gelmiştir. Devrimden sonra ise mevcut sınıfsal karşıtlıklar bir başka niteliğe bürünmüş olarak devam eder. Bu evrelerin hiçbirinde tam bir özgürlük yoktur. Özgürlük, sınıfsız toplumla birlikte gelecektir.
Tarihin tek bilim olması, onun doğa bilimine karşı olmasını gerektirmez. Çünkü doğa biliminin kendisi de Marx ve Engels’e göre bir “tarihsel ürün”dür. Öyle ki doğa bilimleri ancak doğanın insan emeğiyle, üretimle biçimlendirilme süreci içinde ortaya çıkabilirler. Üstelik evrim kuramının gösterdiği gibi, doğa da zamana bağlı bir gelişim içindedir; “Doğa da zaman içinde kendi tarihini yapar.”50 Ama öbür yandan insan ve toplum, aynı zamanda doğanın da ürünüdürler. Bu yüzden tarihte de “doğa yasaları” egemendir. Tarih olsa olsa farklılaşmış bir doğal süreçtir. Bu yüzden tarihte “ideler”, “tanrısal güçler” vb. değil, “gerçek insanlar”ın emeğiyle oluşturulmuş bir süreç söz konusudur. “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar.”51 Bu yüzden doğada kör bir determinizm varken, tarihte insanın bilinçli bir kavrayışla, kendine bir hedef koymasıyla oluşmamış hiçbir şey yoktur. Gerçi tarihte rastlantı vardır ama bu rastlantısallığın da bağlı bulunduğu “içkin genel yasalar” bulunur ve bu yasalar üretim tarzlarına ilişkindir ve zorunludurlar. Bu yüzden tarihteki rastlantısallıklar, bu yasaların yönlendiriciliği yanında yanıltıcı olmamalıdır. Örneğin sayısız rastlantısal ve bireysel irade, “toplumsal etkililiği olan bir güç”e dönüşür ve bu gücün etki bakımından doğal güçlerden farkı yoktur. Örneğin bu bakımdan en zorunlu tarih yasaları, ekonomi yasalarıdır.52
Ama bu belirlemelere rağmen Engels, geç dönem yazılarında tarih bilimini yine de doğa bilimlerinden ayırır. Engels, tarih yasalarının “rastlantısallıklarla dolu bir alan olarak tarih”in yasaları olduğunu ve bu yüzden tarihsel bilginin “önemli ölçüde göreli bir bilgi” olduğunu belirtir.53 Hatta “Bu alanda bir son başvuru yeri (Instanz) olarak genelgeçer doğrular arayan kimse pek az tatmine ulaşacaktır,” der.54 Çünkü Engels’e göre ekonomik biçimler ve bunların bağlı bulunduğu yasalar “gelip geçici ve tarihsel” biçim ve yasalardır. Bu yüzden Engels için, “Materyalist tarih yorumu, her şeyden önce öğretici bir kılavuzdur; asla Hegelyanizm tarzında her şeyi taşıyabilen yapıntısal bir kaldıraç değildir.”55
Doğan Özlem
Tarih Felsefesi – Beşinci Bölüm
Notos Kitap