Masalların Tehlikeli Büyüsü: Jung’u Otizm ve Engellilik Gözüyle Yeniden Düşünmek

Önceki yazımızda, hayatımızda tıkandığımızda içimizdeki “bilge yaşlı adama” veya “içsel sabotajcıya” kulak vermekten bahsetmiştik. Carl Jung’un bu fikirleri, bireysel yolculuğumuzda güçlü birer rehber olabilir. Ancak bu metaforları otizm ve engellilik gibi yaşanmış deneyimlerin merceğinden baktığımızda, bu masalsı dilin ne kadar tehlikeli ve yanıltıcı olabileceğini de görmemiz gerekir.

Bu yazı, bir düzeltme ve derinleşme çabasıdır. Jung’un fikirlerini çöpe atmak için değil, onları eleştirel bir sevgiyle, toplumun “norm” dışı olarak etiketlediği bedenlerin ve zihinlerin gerçekliğine saygı duyarak yeniden yorumlamak için buradayız.

1. “Bilge Yaşlı Adam” mı, Yoksa Tükenmiş Bir Uzman mı?

Jung’a göre, aklımız iflas ettiğinde içimizden bir “bilge” çıkar ve bize yolu gösterir. Bu fikir, nörotipik bir zihin için bir “aha!” anı olabilir. Ancak nörodiverjan veya engelli bir birey için bu, tehlikeli bir klişeye dönüşebilir: “Sihirli Engelli” veya “Otistik Dahi” miti.

Bu mit, engelli veya otistik bireyleri, sanki toplumun geri kalanının aydınlanması için var olan, gizemli bilgi kaynakları gibi resmeder. Gerçeklik ise çok daha farklı ve daha az büyülüdür.

  • Eleştirel Örnek (Otizm): Bir yazılım şirketindeki otistik bir kodlayıcı, projedeki herkesin aylardır göremediği temel bir mantık hatasını on dakikada bulabilir. Bu, onun “sihirli bir bilgeliğe” sahip olduğu anlamına gelmez. Bu, onun beyninin detay odaklı, sistematik ve kalıp tanımaya yönelik çalışmasının doğal bir sonucudur. O, bir “bilge” değildir; kendi nörolojisinin getirdiği bir bilişsel yeteneği kullanan bir uzmandır. Bu yeteneği kullanırken yaşadığı aşırı zihinsel yorgunluk ve sonrasında ihtiyaç duyduğu saatlerce süren toparlanma süreci ise masalın görünmeyen, trajik kısmıdır. Toplumun görevi, bu “bilgeliği” sömürmek değil, bu uzmanın tükenmeden çalışabileceği bir ortam yaratmaktır.
  • Eleştirel Örnek (Engellilik): Tekerlekli sandalye kullanan bir aktivist, bir mimarın projesindeki erişilebilirlik felaketlerini anında görür. Bu, onun doğaüstü bir “içgörüye” sahip olmasından değil, her gün kas gücüyle rampaları tırmanmanın, giremediği dükkanların önünden geçmenin ve bozuk kaldırımlarda mücadele etmenin getirdiği somut, yaşanmış ve bedenselleşmiş bilgiden kaynaklanır. Onun bilgeliği, acı ve dışlanma üzerine inşa edilmiştir. Ona bir “bilge” muamelesi yapmak, yaşadığı sistematik zorlukları görmezden gelip, deneyimini egzotik bir armağana indirgemektir.

2. “İçsel Sabotajcı” mı, Yoksa Meşru Bir Sınır mı?

Jung’un, bizi korumak için bazen “sabotajcı” gibi davranan bir içsel mekanizmadan bahsetmesi ilgi çekicidir. Ancak bedeni veya zihni sürekli olarak “savaşılması gereken bir düşman” gibi hissettiren deneyimler için bu metafor son derece inciticidir.

  • Eleştirel Örnek (Otizm): Kalabalık ve gürültülü bir partiden sonra üç gün boyunca kimseyle konuşamayan, ışığa ve sese dayanamayan otistik bir birey, “içsel bir sabotajcının” kurbanı değildir. Bu durumun adı “otistik tükenmişliktir” (autistic burnout). Sinir sisteminin kapasitesinin çok ötesinde bir sensoryel bombardımana maruz kalmasının fizyolojik bir sonucudur. Burada “sabote eden” şey, bireyin içi değil, onun nörolojik gerçekliğine tamamen düşman olan dış dünyadır. Buna “sabotajcı” demek, kişiye “Neden normal olamıyorsun?” demenin psikolojik bir versiyonudur. Asıl mesaj, “Bu ortam bana göre değil ve kendimi korumak için geri çekilmeliyim” diyen meşru bir sınırdır.
  • Eleştirel Örnek (Engellilik): Kronik ağrı yaşayan birinin önemli bir toplantıyı iptal etmesi, bir “başarısızlık korkusu” veya “içsel sabotaj” değildir. Bu, o gün bedenindeki ağrı seviyesinin dayanılmaz olduğunun ve enerjisinin sıfırlandığının gerçek bir raporudur. Jung’un metaforu, burada kişiye kendi bedeninin gerçek sinyallerini “psikolojik bir direnç” olarak yanlış yorumlama riski taşır. Bu, toksik bir pozitiflik tuzağıdır. Bazen en bilgece eylem, savaşmak değil, bedenin “dur” sinyaline saygı duymaktır.

Sonuç: Asıl Bütünleşmesi Gereken Kim?

Jung’un modelinde kahraman, “karanlık” veya “gölge” yönlerini bütünleştirerek tam bir birey olur. Peki ya toplum sizi zaten en başından “gölge” olarak kodladıysa?

Eleştirel perspektif bize şunu söyler: Asıl bireyleşme ve bütünleşme sorunu yaşayan, otistik veya engelli bireyler değildir. Asıl parçalanmış ve gölgesiyle yüzleşmekten korkan, toplumun kendisidir.

Toplumun “gölgesi”, verimlilik ve “normallik” uğruna bastırdığı her şeydir: Yavaşlık, farklı düşünme biçimleri, kırılganlık, karşılıklı bağımlılık… Otizm ve engellilik, toplumun yüzleşmekten kaçtığı bu “gölgeyi” ayna gibi yansıtır.

Bu nedenle, görevimiz otistik bir çocuğu “topluma entegre etmek” değil, okullarımızı ve oyun alanlarımızı duyusal olarak entegre ve erişilebilir hale getirmektir. Görevimiz, engelli bir bireyin “engellerini aşmasına” alkış tutmak değil, o engelleri en başından koyan fiziksel ve sosyal bariyerleri yıkmaktır.

Masallar bize bir yol gösterebilir, evet. Ama artık kahramanın kim olduğunu ve ejderhanın gerçekte neye benzediğini yeniden tanımlamanın zamanı geldi. Belki de asıl kurtarılması gereken prenses, “normallik” kulesine hapsedilmiş olan kolektif potansiyelimizdir.