Metafizik, Bilim ve Tarih-Yazıcılığı

Metafizik, Bilim ve Tarih-Yazıcılığı

17. yüzyıl, ilahiyatçılar, filozoflar ve edebiyatçılar dışında, ilgileri tüm insanlığa yayılan geniş bir tarihçiler ordusu da yaratmıştır. Ne var ki bunların yazdıkları tarihlerin pek azı ciddi ve tutarlı bir çalışmanın ürünüydü. Amacı geçmişi anlamaktan çok mevcut düzeni savunmak olan bu çalışmalar “tarihî olguları araştırmaya değil, tanzim etmeye” önem veriyor ve bu amaçla da sağlam kaynaklardan çok retoriği ön plana çıkarıyordu. Bu bağlamda Mézeray, Maimbourg, Varillas, Vertot, Saint-Réal gibi isimleri sayan P. Hazard, “bu zamanın tüm tarihçileri Titus Livius, hatta ondan daha süslü, daha akıcı olmak istiyorlardı!” diyor.[44] Bu tarihçilerden örneğin bir Varillas, gözleri iyi görmediği ve okuyamadığı zamanlarda dahi, hiç incelemediği olaylar hakkında saatlerce konuşup, söylediklerini yayınlanmak üzere dikte ettiriyor; kralın kitaplığında bir saat geçiren rahip Daniel de orada gördüğü el-yazmalara yaptığı göndermelerin eserini zenginleştirdiğini söylüyordu.[45] Bu nitelikleriyle, tarihçiler, hiç kimseye yaranamadılar. Filozoflar ve modernler onları eskinin bir parçası olarak küçümsüyordu. Gerçek, tarihte değil metafizikte aranmalıydı. Üstelik önemli olan dünü değil, bugünü anlamaktı. Dönemin tarihçilerine en sert eleştirileri yönelten Malebranche’ın işaret ettiği gibi, tarihçiler düşünmüyor, başkalarının düşüncelerini anlatıyorlardı.

Benzer eleştiriler İngiltere’de de Locke’dan geliyordu. Tarih-yazıcılığında retoriği ve düz anlatıyı küçümseyen filozof, “Herodot, Plutarque, Curtius ve Titus Livius’un tüm özelliklerini bilip de, onlardan başka türlü yararlanmayan bir insan sadece belleği kuvvetli bir cahildir” diyordu. Locke’a göre, örneğin Eski Yunan ve Roma’daki evlenme merasimleri, parayı ilk basanın kim olduğu, resmî binalardaki figürler gibi “garip ve yararsız bilgiler”in hiçbir öğretici tarafı yoktu ve tarih, “dünyada sadece asillere ve iş adamlarına özgü inceleme alanı” olmalıydı.[46] Marx ve Engels’in ilk ortak eserlerinde işaret ettikleri gibi, tam da bu sırada, ilkel birikimin tüm yöntemlerini bir araya getirmiş olan İngiltere’de, “yaşanan pratiği sistem haline getirecek ve ona teorik bir temel verecek bir esere ihtiyaç vardı: Manş ötesinden Locke’un eseri (An Essay Concerning Human Understanding) zamanında geldi ve sabırsızlıkla beklenen bir misafir gibi heyecanla karşılandı”.[47]

Tarih-yazıcılığına metafizikten gelen eleştiriler madalyonun sadece bir tarafı idi. Öteki tarafında ise, tarihçileri, tüm basitliklerine hatta yer yer “şarlatanlık”larına rağmen yine de şüphe yayan odaklar olarak gören iman sahipleri vardı. Gerçekten de aynı tarihî konular hakkında farklı anlatılar ortaya çıkıyor, hepsi de doğruluk iddiasında bulunuyordu. Örneğin mevcut bir sürü Fransa tarihinden hangisine inanmak lazımdı?

Kapitalizmde en ileri aşamada olan İngiltere, bu açıdan daha da geri bir konumdaydı. Daha 1622’de, tarihte bir ilki gerçekleştirerek Oxford’da bir tarih kürsüsü kurmuş olan bu ülkede, henüz bir İngiltere tarihi bile yazılmamıştı. Mezeray’ın Fransızlar, Mariana’nın İspanyollar, Buchanan’ın İskoçlarla ilgili tarihlerinin karşılığı henüz İngiltere’de yoktu. Papalık devletleri, dükalıklar ve cumhuriyetler arasında bölünmüş olan İtalyanların tarihini yazmak için de Antonio Muratori tonlarla kaynak toplamış, kitaplar yazmıştı. Oysa gözlerini geçmişten çok geleceğe çevirmiş olan İngiltere’de tarih eski çağlarla sınırlı kalmıştı ve ilk tarih kürsüsünü işgal eden Degory Wheare de Latince kaleme aldığı “yöntem” kitabında, Locke gibi, “tarihin asıl amacı, bilgi edinme ve derin düşünceler (contemplation) değil, pratiktir” diyordu. Ona göre “tarih, örneklerle süslenmiş bir ahlaki felsefe” olmaktan öte bir anlam taşımıyordu.[48] Kısaca İngiltere’de, örneğini Richard Baker’ın “eski tarz kronikleri”nde bulan eserlerin ötesine geçilememişti. Yüzyılın sonlarına doğru William Temple “İngiltere Tarihine Giriş”ini yazarken Fransız tarihçi Mezeray’ı örnek alacaktı.[49]

Kısaca 17. yüzyıl, ilahiyatçılarla metafizikçilerin çatıştığı, fakat her iki akımın da tarihçileri etkilediği bir yüzyıl idi. 18. yüzyıl, yani Aydınlanma çağı ise metafizikten felsefeye geçiş dönemi oldu. Metafizikçiler tarihçiliği küçümsüyor, onu bir bilim olarak görmüyorlardı. Yine de Spinoza Tevrat’a getirdiği laik okuma ile, Leibniz ise geleneksel kaynakları aşan, tarihte “kaynak” kavramını zenginleştiren incelemeleri ile disiplinin bilimselleşmesi yönünde önemli bir rol oynadılar. Fakat bu geçişte en önemli rolü, yüzyılın sonlarına doğru Fransız düşünürü Pierre Bayle oynadı.

Bugün düşünce tarihinde hayli geri planlara atılmış görünen Pierre Bayle kimdi? Ve bu tarihî işlevi nasıl yerine getirdi? Sanıyorum ki bu işlevi en iyi tarihî maddeciliğin kurucuları ifade etmişlerdir.

Marx ve Engels, tarihî maddeciliğin inşasında ilk temel taşlarından biri olan Kutsal Aile’de genç Hegelcilerle hesaplaşırken, Bayle’i Feuerbach’ın öncüsü olarak görüyor ve şunu yazıyorlardı: “Teori planında 17. yüzyıl metafiziğine ve tüm metafiziğe itibarını kaybettiren insan Pierre Bayle idi; silahı da bizzat metafiziğin büyülü formüllerinden yapılmış kuşkuculuk oldu. Bayle’in hareket noktası Kartezyen metafizik idi. Feuerbach, spekülatif felsefeyle kavgaya spekülasyonda ilahiyatın son desteğini gördüğü ve ilahiyatçıları, sözde bilimlerini terk ederek, kaba ve itici inançlarına dönmeye zorlamayı gerekli bulduğu için girişmişti; aynı şekilde Bayle de dinden şüphe ettiği için dinî inancı destekleyen metafizikten da şüphe etmeye başladı. Böylece metafiziği tüm tarihî evrimi içinde eleştirmeye koyuldu. Metafiziğin ölüsünün tarihini yazmak için tarihçi oldu (..) Bir Fransız tarihçisinin dediği gibi, Pierre Bayle, ‘17. yüzyıl anlamında metafizikçilerin sonuncusu, 18. yüzyıl anlamında filozofların da birincisi oldu’.” (İtalikler Marx ve Engels’e ait).[50]

Pierre Bayle’in karşı olduğu düşünce sistemi aslında Bossuet’nin teolojik sistemiydi ve bu sisteme karşı Bayle, silahını önce Descartes’ın şüpheciliğinde aramıştı. Fakat Fransız filozofun “ilk neden” ve “töz” arayışı ve Bossuet nasıl tüm gerçekleri kutsal kitaplarda buluyorsa Descartes’ın da tüm gerçekleri matematikte bulması, kendisini Kartezyen felsefeden uzaklaştırmıştı.[51] Matematik, her şeyi kanıtlama mantığı üzerine kurulmuştu. Oysa tarihî gerçekler farklı nitelikteydi ve onlar için matematik kanıtlama söz konusu olamazdı. Tarihî olguları saptamak ve doğruyu yanlıştan ayırmak önce şüpheciliği gerektiriyordu. Böylece Bayle, bir tarih felsefesi geliştirmek ya da tarihte ereksellik aramak yerine, tarih çalışmalarına şüpheciliği sokuyor ve tarihî olgular içinde doğrulardan çok yanlışları arıyordu. Eleştirel sözlüğünü hazırlarken bir dostuna yazdığı mektupta da, amacının “sözlüklerde ya da kimi yazarlar tarafından yapılan hatalarla ilgili bir yanlışlar mecmuası” meydana getirmek olduğunu söylemişti.[52] Yanlışlar dogmalardan, otoritelerden ve gelenekten kaynaklanıyordu. Bu yüzden doğrulara da ancak dogmaları ve otoriteleri kırarak ulaşabilirdik. Bunun için de, Bayle, tarihî olguları tek başlarına ele almıyor, onları “tarihî olgunun bağlı olduğu koşullanmalar kompleksi” içinde inceliyordu. Ve onun için olgular, tarihî bilginin başlangıcı değil, hedefi ve sonucuydu. Böylece, Cassirer’in ifadesiyle, “katı bir şekilde rasyonel ve rasyonalist bir yüzyılın ortasında, Bayle, inançlı ve tutarlı bir biçimde ilk pozitivist” olacaktı.[53] Eleştirel sözlüğünden aktardığımız aşağıdaki cümleler, çığır açıcı düşünürün tutkusunu ve kavgasını çok güzel özetliyor:

“Tarihin kanununu bilenler, görevini sadık bir şekilde yapmak isteyen bir tarihçinin övgü ve kötüleme esprisinden uzaklaşması ve mümkün olduğu kadar her türlü ihtirasını yenmiş bir stoacı gibi davranması gerektiğini kabul ederler. O sadece gerçeğin çıkarlarına dikkatli olmalı, gerisine aldırış etmemelidir ve bunun için bir hareketin öfkesini, bir iyiliğin anısını, hatta vatanının aşkını feda etmelidir. Bir ülkeden olduğunu, bir cemaatte yetiştiğini, servetini şuna veya buna borçlu olduğunu, dostlarının veya ebeveyninin şunlar ya da bunlar olduğunu unutmalıdır. Böyle bir tarihçi, Melchisédec gibi, anası, babası, soy kütüğü olmayan biridir. Ona nerelisin diye sorulunca ne Fransızım, ne Almanım, ne İngilizim, ne İspanyolum vb., ne imparatorun ne de Fransa kralının hizmetinde değil sadece gerçeğin hizmetinde olan bir dünyalıyım diye yanıt verir. Gerçek tek kraliçemdir; sadece ona itaate yemin ettim.”[54]

Pierre Bayle ile bir devir kapanıyor, yeni bir devir başlıyordu. Fakat biz Aydınlanma adına layık görülen bu yeni devri sorgulamaya geçmeden, bu gelişmelerin dışında yer alan, hatta yer yer ona karşıt olarak sunulan başka bir dünyada, Osmanlı-İslam dünyasında olup bitenleri anlamaya çalışalım.


Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP