Mutluluk hapı yutmak mı, hayatı değiştirmek mi?
“Imagine a society that subjects people to conditions that make them terribly unhappy, then gives them the drugs to take away their unhappiness… Instead of removing the conditions that make people depressed, modern society gives them antidepressant drugs.”
— Theodore Kaczynski
Şöyle çevrilebilir:
“İnsanları son derece mutsuz edecek koşullara maruz bırakıp sonra da bu mutsuzluklarını ortadan kaldıracak ilaçlar veren bir toplum hayal et… Modern toplum, insanları depresyona sürükleyen koşulları ortadan kaldırmak yerine onlara antidepresan ilaçlar veriyor.”
Bu cümle, tartışmalı bir figürden gelse de, sorduğu soru son derece güncel:
Acaba biz, insanları hasta eden koşulları mı değiştirmeye çalışıyoruz, yoksa onları bu koşullara uyum sağlayacak şekilde “ayarlamaya” mı çalışıyoruz?
Bu yazı, antidepresan kullanımı üzerinden toplumsal düzeni, “normallik” anlayışını ve acıya bakışımızı sorgulamak için yazıldı. İlaç karşıtı bir metin değil; ama “sadece ilaç yetiyor mu?” sorusunu sonuna kadar kurcalayan bir metin.
Duygular arıza mı, yoksa bir sinyal mi?
Modern toplum, duygulara çoğu zaman şöyle bakıyor:
- Üzgün müsün? Bir şeyler ters gidiyor, hızla toparlanmalısın.
- Kaygılı mısın? Verimliliğini düşürür, hemen sustur.
- Tükenmiş misin? “Burnout” diye ad koyduk, ama iş akışı aynen devam ediyor.
Oysa duygular, çoğu durumda bir arıza değil, bir sinyaldir.
Arabanın göstergesinde kırmızı ışık yanınca lambayı sökmek, sorunu çözer mi? Hayır. Sadece seni “daha rahat biçimde yolda kalmaya” hazırlar.
İşte Kaczynski’nin cümlesi tam da burada tokat gibi geliyor:
“Antidepresanlar, bireyin içsel durumunu, aslında katlanılamaz bulacağı sosyal koşullara tahammül edebilecek hale getirmek için kullanılan araçlar haline gelebilir.”
Bu, her antidepresan kullananın yanıltıldığı anlamına gelmez.
Ama şu soruyu sormadan da edemiyoruz:
Bazı durumlarda, acıyı azaltmak için ilaç veriyoruz; peki ya acıyı doğuran düzen?
Bireysel ilaç, kolektif problem
Şu tablo sana tanıdık geliyor mu?
- Aşırı çalışma saatleri
- Sürekli performans baskısı (“her an üret, her an görünür ol”)
- Gelecek kaygısı, ekonomik belirsizlik
- Yalnızlık, parçalanmış sosyal ilişkiler
- Kent yaşamında köşeye sıkışmışlık hissi
Bu koşullar altında insanların depresif hissetmesi gerçekten “bireysel bir bozukluk” mu?
Yoksa ruhumuzun, içinde bulunduğumuz düzenle uyumsuzluğunu ifade eden bir tepki mi?
Çoğu zaman yaptığımız şu:
- Koşulları değiştirmek zor,
- Sistemi sorgulamak tehlikeli,
- Ekonomik düzeni tartışmak rahatsız edici,
O zaman en “kolay” çözüm ne?
Bireyin iç dünyasını ayarlamak.
Yani:
“Sen aynı işe devam et, aynı tempoda yaşa, aynı yalnızlığı sürdür; biz senin hissini biraz törpüleyelim.”
Bu, ilaçları şeytanlaştırmak değil, kullandığımız bağlamı görmeye çalışmak demek.
Antidepresanlar kötü değil; ama yalnız bırakıldıklarında tehlikeli bir “yorum” yaratıyorlar
Net söylemek lazım:
- Klinik depresyon gerçek.
- İlaç, bazen hayat kurtarır.
- Birçok insan, ilaç tedavisi sayesinde intihar düşüncelerinden uzaklaşıyor, işlevselliğini geri kazanıyor.
Sorun şu noktada başlıyor:
Antidepresan,
- terapi olmadan,
- sosyal destek olmadan,
- çalışma koşulları, ilişkiler, travmalar, yoksulluk, yalnızlık hiç konuşulmadan
tek başına çözüm gibi sunulduğunda…
O zaman, görünmez bir mesaj taşıyor:
“Sorun sende. Düzen değil.”
Böylece, sistem eleştirisinden vazgeçip, kendimizi “bozuk cihaz” gibi tamir etmeye odaklanıyoruz.
“Normal” olmak ne demek, kimin işine yarıyor?
Modern toplumda “normal” genelde şunu ifade ediyor:
- Çalışabiliyor musun?
- Üretiyor musun?
- Sorun çıkarmadan sisteme uyum sağlıyor musun?
- Sorgulasan bile, düzeni pratikte bozmuyor musun?
Bu çerçevede bakınca antidepresanlar, bazen şu işe yarıyor:
“Ruhen kanayan” insanı, tekrar işe döndürebilmek.
Yine tekrar edelim:
Bu, ilaç kullanan herkesin “sisteme mecburen uyumlandırıldığı” anlamına gelmez.
Ama biz bu boyutu hiç konuşmazsak, sağlık sisteminin giderek şu noktaya kayma riski var:
“Seni iyi etmekten ziyade, seni işlevsel kılmak istiyoruz.”
İyi olmak ≠ İşe yarar olmak.
İnsan, “işleyen parça”dan daha fazlası.
Peki ne yapacağız? (Hem bireysel hem kolektif düzeyde)
Bu noktada iki tuzağa da düşmemek önemli:
- Ne “İlaçlar şeytandır, hepsini çöpe atın” romantizmi,
- Ne de “İlaç var, gerisini konuşmaya gerek yok” kolaycılığı.
İkisinin arasında daha dürüst bir yere yerleşebiliriz.
1. Bireysel düzeyde
- Profesyonel destekten kaçmamak: Psikiyatrist ve psikoterapist desteği, ilaç+terapi kombinasyonunu değerlendirmek.
- Duyguları bastırmak yerine anlamaya çalışmak: “Bu mutsuzluk bana ne anlatıyor?” diye sorabilmek.
- Sınır koymak: İş, aile, sosyal medya, akrabalık… Nerede sömürülüyorum? Nerede “iyi çocuk/iyi çalışan” olmak için kendimi tüketiyorum?
- Topluluklar kurmak: Yalnızlık, bu düzenin en güçlü silahlarından. Küçük de olsa dayanışma alanları açmak, ruh sağlığının çok temel bir kısmı.
2. Toplumsal ve politik düzeyde
- Çalışma koşullarını tartışmak: Mesai saatleri, mobbing, güvencesizlik… Bunlar sadece “kişisel uyum problemi” değil, yapısal meseleler.
- Erişilebilir psikolojik destek talep etmek: Terapi lüks değil, ihtiyaç.
- Yoksulluğun ve eşitsizliğin ruhsal etkilerini görünür kılmak: Depresyon, bazen ruhun değil, sistemin çöküşüyle ilgili bir belirti olabilir.
- “Mental health” söylemini şirketlerin elinden almak: Sadece motivasyon konuşmaları ve mindfulness atölyeleriyle değil, gerçek haklarla (izin, maaş, güvence) desteklenen bir iyi oluş anlayışı savunmak.
Son söz: Belki de hastalık, tamamen bizde değildir
Şöyle düşünmeyi deneyebiliriz:
Bazen depresyon, “sen yeterince güçlü değilsin” demek yerine,
“yaşadığın koşullar insan ruhuna uygun değil” diye bağıran bir işarettir.
Antidepresanlar bu çığlığı kısmen susturabilir, bazen de susturması gerekir; çünkü insanın hayatta kalması, işlevselliğini geri kazanması acildir.
Ama sonrasında şu soruyu sormayı unutmamalıyız:
“Ben iyileşiyorum, peki ya beni hasta eden dünya?”
Belki de gerçek dönüşüm,
- hem iç dünyamızı güçlendirmek,
- hem de dış dünyayı değiştirmek için bir araya gelmek
arasındaki o ince çizgide başlıyor.
Acımız, sadece bizim “zayıflığımız” değil; bazen dünyanın artık böyle gitmemesi gerektiğine dair en dürüst, en çıplak veridir.
Ve belki de en radikal iyileşme,
sadece “daha az hissetmek”te değil,
daha haklı hissettiğimiz acıları birlikte dönüştürebilmekte gizlidir.


