NIETZSCHE’NİN AKADEMİSYEN ANLAYIŞI ÜSTÜNE

Ni­etzsc­he, ça­ğı­nın aka­de­mik ya­şa­mı­nı, o ya­şam için­de­ki aka­de­mis­ye­ni (Bu ya­zı­da “Der Ge­lehr­te”yi aka­de­mis­yen ola­rak çe­vi­ri­yo­rum.) na­sıl gö­rü­yor­du aca­ba? Bu ya­zı, so­ru­nun çok sı­nır­lı, bir ya­nı­tı­nı be­tim­le­yip tar­tı­şa­cak, Şen Bi­lim ve Ec­ce Ho­mo’da­ki bir­kaç me­t­nin ar­dın­dan gi­dip, sap­ta­ma­lar yap­ma­ya ça­lı­şa­cak.

“Pek iyi bi­li­yo­ruz ar­tık: Ha­ni şu bi­li­me, ka­dın­la­rın, ne ya­zık ki bir­çok sa­nat­çı­nın da yap­tı­ğı bi­çim­de ge­zin­ti­ye çık­mış­lar gi­bi şöy­le bir göz atan­la­rı: Onun cid­di gü­cün­den, ha­ni şu kü­çük bü­yük iş­ler­de se­çe­nek­siz olu­şun­dan, şu tart­ma­da, yar­gı­la­ma­da, yar­gı­la­rı so­nuç­lan­dır­ma­da­ki hı­zın­dan şa­şı­rıp ür­ken­le­ri. On­la­rı (bi­lim­le il­gi­li ola­rak) kor­ku­tan, özel­lik­le, hiç­bir öv­gü ve ödül al­mak­sı­zın na­sıl en zor ola­nın bek­le­nip, en iyi ola­nın ya­pı­lı­yor olu­şu­dur; üs­te­lik ora­da, as­ker­le­rin ara­sın­da ol­du­ğu gi­bi, ço­ğu kez işi­ti­len, ço­ğun­luk­la azar­la­ma­lar, ba­ğı­rıp ça­ğır­ma­lar­dır, ­­— çün­kü iş­le­rin iyi ya­pıl­ma­sı­dır ku­ral, ba­şa­rı­sız­lık bir is­tis­na­dır; yi­ne de her yer­de ol­du­ğu gi­bi, ku­ral sus­kun bir ağı­za sa­hip­tir. Şim­di bu, “bi­li­min cid­di gü­cü”nün tam da o en iyi top­lu­mun tav­rı ve adâ­bı ile or­tak bir ya­nı var­dır: He­nüz baş­la­ma­mış ola­nı kor­ku­tur. Oy­sa ona alış­mış bi­ri onun ay­dın­lık, say­dam, güç­lü, yük­sek elekt­rik­li ha­va­sı­nın, bu eril ha­va­nın dı­şın­da bir yer­de ya­şa­mak is­te­mez.”1

1 Şen Bi­lim, § 293’den yap­tı­ğım bu alın­tı­da, pa­ran­tez için­de­ki söz­cük­ler be­nim an­la­şıl­sın di­ye kat­tı­ğım söz­cük­ler­dir; yap­tı­ğım, ya­pa­ca­ğım bü­tün alın­tı­la­rın Türk­çe’si be­nim­dir, Gi­or­gio Col­li ve Maz­zi­no Man­ti­na­ri’nin der­le­di­ği Sämt­lic­he Wer­ke’den alın­mış­tır.

Ça­ğı­nın bi­li­me ba­kı­şın­dan ra­hat­sız­dır Ni­etzsc­he, “ge­zin­ti­ye çık­mış­lar gi­bi” ona şöy­le bir göz atan­la­rı (Wer nur wie im Spa­zi­eren­ge­hen ein­mal ei­nen Blick nach der Wis­sensc­haft hin thut), bi­li­me ba­kan­la­rı, ka­dın­la­rı, sa­nat­çı­la­rın bir bö­lü­mü­nü onay­la­maz. Bi­lim er­kek işi­dir, eril (Männ­lich) bir ha­va­sı var­dır. “Sert” bir ha­va­dır bu. Bi­li­min cid­di gü­cü (Stren­ge der Wis­sensc­haft) ür­kü­tür, ona dı­şa­rı­dan ba­kıp ge­çen­le­ri. Se­çe­nek­siz­dir; ölç­me­de, yar­gı­la­ma­da, yar­gı­la­rı so­nu­ca ulaş­tır­ma­da ba­şar­mak zo­run­da­dır; ba­şa­rır da. Hız­lı­dır. Bi­li­me uzak­tan, şöy­le bir ba­kıp ge­çen­ler, onun gü­cün­den, cid­di­ye­tin­den ir­ki­lir­ler; ora­da çı­kar­sız­lık var­dır çün­kü. Prag­ma­cı bir ya­şam­dan uzak­ta, öv­gü­yü, ödü­lü dış­la­mış çe­tin bir ya­şam­dır, bi­lim ya­şa­mı. Askeri bir di­sip­lin ege­men­dir bi­lim­de (19. yüzyıl Al­man üni­ver­si­te­le­rin­de­ki “ha­va”nın yo­ru­mu!). Bu di­sip­lin­den ya­kın­maz Ni­etzsc­he, her za­man açık­ça di­le ge­ti­ril­me­miş ku­ral­la­rın ge­rek­li ol­du­ğu­nu dü­şü­nür: Cid­di gü­cü, di­sip­lin­li sert ha­va­sın­dan ge­lir; hiç de kor­ku­tu­cu, ka­ran­lık bir ha­va de­ğil­dir; yal­nız­ca dı­şa­rı­da du­ran, he­nüz bu ya­şam içi­ne gir­me­mi­şe (Une­in­ge­we­ih­te) öy­le gö­rü­nür. Kas­vet­li de­ğil­dir bi­lim ya­şa­mı; ay­dın­lık­tır, say­dam­dır, güç­lü (Kräf­tig), yük­sek elekt­rik ha­va­sı, tam da er­ke­ğe ya­kı­şa­cak bir ni­te­lik ta­şır.

Bu met­nin­de Ni­etzsc­he, ken­di­nin de için­de bu­lun­du­ğu bir ha­va (Luft) ola­rak gö­rür ça­ğı­nın bi­li­mi­ni; ona ba­kan­lar­dan ya­kı­nır, o ha­va­yı so­lu­yan­lar­dan de­ğil.

Oy­sa her met­ni bu iyim­ser­li­ği ta­şı­maz, salt Ec­ce Ho­mo’nun, Şen Bi­lim’in sı­nır­la­rı için­de bi­le bu ba­kı­şı­na ay­kı­rı bir­çok me­tin bu­la­bi­li­riz. Ör­ne­ğin, Ec­ce Ho­mo, Ne­den Böy­le Akıl­lı­yım? (Wa­rum ich so klug bin?) baş­lık­lı bö­lü­mün 8. met­nin­de şöy­le der:

“Aka­de­mis­yen, tüm kuv­ve­ti­ni evet ve ha­yır de­me­ye, çok­tan dü­şü­nül­müş ola­nı eleş­tir­me­ye har­car, ­­— ken­di dü­şün­mez olur ar­tık […] Ken­di­ni sa­vun­ma dür­tü­sü (Der Ins­tinkt der Selbst­vert­he­idigung) bo­zul­muş­tur on­da, yok­sa ki­tap­la­ra kar­şı ken­di­ni sa­vu­nur­du. Aka­de­mis­yen — bir dé­ca­dent. ­­— […] kib­rit gi­bi­ler yal­nız­ca, sürt­me­li on­la­rı, kı­vıl­cım ve­re­bil­me­le­ri, “dü­şün­ce” ve­re­bil­me­le­ri için […] Sa­ba­hın kö­rün­de, da­ha gün ağa­rır­ken, olan­ca dinç­li­ği için­de, gü­cü­nün şa­fa­ğın­day­ken in­san, ki­tap oku­mak­– ayıp de­rim ben bu­na!”

Bu gör­kem­li bi­lim ha­va­sın­da aka­de­mis­yen, dü­şün­me­yen bi­ri­dir: Oku­mak­tan, öğ­ren­mek­ten dü­şün­me­ye vak­ti yok­tur çün­kü: Dü­şü­nül­mü­şü eleş­ti­rir du­rur. Bel­ki de, bü­yük öl­çü­de ça­ğı­nın fi­lo­lo­ji eği­ti­min­den et­ki­le­ne­rek söy­lü­yor bu söz­le­ri. Ken­di­ni ki­tap­la­ra kar­şı sa­vu­na­ma­yan, ki­tap­la­rın al­tın­da ka­lan bir in­san! Bir dé­ca­dent: Çü­rü­müş, ko­kuş­muş, bo­zul­muş, soy­suz­laş­mış bi­ri: Ya onay­lar ya yad­sır: Pa­pa­ğan­dır bir tür­lü; en te­mel dür­tü­sü, ken­di­ni sa­vun­ma dür­tü­sü bo­zul­du­ğu için sığ­laş­mış, bo­zul­muş­tur. Be­de­ni­ni ve dü­şün­ce­le­ri­ni du­ya­maz ol­muş­tur ar­tık. Be­de­ni ve ru­huy­la ara­sı­na ki­tap­lar gir­miş­tir. Ne­den böy­le ol­muş­tur? Bel­ki de aşı­rı bir öz­de­ne­tim (Selbst­be­herrsc­hung), ken­di­ni sık­ma, ken­di­ne aşı­rı bir ege­men ol­ma ça­ba­sı bu­na yol aç­mış­tır: Şen Bi­lim § 305’den bir ör­nek:

“Bun­dan böy­le onu çek­se, it­se, cezp et­se, ha­re­ke­te ge­çir­se, iç­ten ya da dış­tan; bu, ko­lay­ca uya­rı­lıp ra­hat­sız olan ki­şi­ye bü­tün bun­lar, her za­man öz­de­ne­ti­mi için bir teh­li­key­miş gi­bi ge­lir; ar­tık ken­di­ni her­han­gi bir dür­tü­ye ya da öz­gür ka­nat vu­ru­şu­na bı­rak­maz; onun ye­ri­ne, ora­da öy­le kas­ka­tı du­rur, ken­di­ni ko­ru­ma po­zis­yo­nun­da, ken­di­ne kar­şı silah­la­nır, kes­kin ve kuş­ku­cu göz­ler­le, ka­le­si­nin ol­dum ola­sı ko­ru­yu­cu­su ola­rak, çün­kü bir ka­le­ye çe­vir­miş­tir ken­di­ni, […] Oy­sa ne çe­kil­mez bi­ri olup çık­mış­tır baş­ka­la­rı­na kar­şı; na­sıl da yok­sul­laş­mış, ru­hun o gü­ze­lim şans­la­rın­dan alı­koy­muş­tur ken­di­ni! Ve ger­çek­ten edi­ne­bi­le­ce­ği tüm öğ­ren­me ola­nak­la­rın­dan. Öy­ley­se, ol­ma­dı­ğı­mız şey­ler­den öğ­ren­mek is­ti­yor­sa, in­san ara­da sı­ra­da ken­di­ni bı­rak­ma­lı­dır.”

Ge­ren, ge­ri­len, çok ko­lay­ca uya­rı­la­bi­lir (Re­iz­bar) bu ki­şi, ya­şam kar­şı­sın­da kas­ka­tı du­rur; sü­rek­li teh­li­ke için­de ol­du­ğu­nu, öz­de­ne­ti­mi­ni ko­lay­ca yi­ti­re­bi­le­ce­ği­ni dü­şü­nür, bı­ra­ka­maz ken­di­ni dür­tü­le­ri­ne, için­de ka­nat vu­ran coş­ku ku­şu­na. Sü­rek­li ken­di­ni ko­ru­ma sı­kın­tı­sı için­de­dir. Bun­dan do­la­yı, ru­hu­nu ka­le­ye dö­nüş­tür­müş, dı­şı­na ve içi­ne kar­şı si­lah­lan­mış­tır. Di­ğer yan­dan, bir­lik­te ya­şa­dı­ğı in­san­la­ra ha­ya­tı zin­dan et­mek­te­dir. Ru­hu­nu da­ralt­tı­ğı için kar­şı­sı­na çı­kan, bir­lik­te ya­şa­dı­ğı in­san­la­ra kar­şı gü­ven duy­maz. Ru­hun o gü­ze­lim şans­la­rın­dan (Zu­fäl­lig­ke­iten der Se­ele) mah­rum bı­rak­mış­tır ken­di­ni. O şans­lar, ken­di­ni ka­sın­tı­lı ger­gin bir ha­va­dan kur­ta­ra­bil­mek için ge­rek­li­dir oy­sa. Ger­gin ol­mak, iç dün­ya­sın­da ka­lın du­var­lar oluş­tu­rur, ola­bi­le­ce­ği­ni ola­maz, öğ­re­ne­bi­le­ce­ği­ni öğ­re­ne­mez olur: Öğ­ren­me ola­nak­la­rın­dan (Be­leh­rung) yok­sun kal­mış­tır, ken­di ol­ma­dı­ğı­mız şey­ler­den (Din­gen, die wir nicht sel­ber sind) öğ­re­ne­mez ol­muş­tur. Ne de­mek ken­di ol­ma­dı­ğı­mız şey­ler? Öte­ki olan­lar, öte­de­ki­ler; “fark­lı” olan­lar, ko­kuş­ma­mı­za yol açan dar­lı­ğı­mı­zın aşıl­ma­sı için ge­rek­li olan­lar, yüz­leş­me­miz ge­re­ken bil­gi­ler, dür­tü­le­ri­mi­zin, iç gü­cü­mü­zün zen­gin­li­ği­ni, ya­ra­tı­cı âhen­gi­ni du­ya­bil­mek için bi­lin­mek zo­run­da olan­lar… Ken­di­mi­zi bı­ra­ka­maz­sak, ger­gin­li­ği­mi­zi yi­ti­re­mez­sek (ver­li­eren) öğ­re­ne­me­yiz.

Ger­gin­lik, bel­li bir bağ­lam­da, bel­li bir öl­çü­de, bel­li bir ni­te­lik ta­şı­dı­ğın­da ge­rek­li ola­bi­lir el­bet, bil­gi yol­cu­su için; öz­de­ne­tim sap­lan­tı­sı­nın yol aç­tı­ğı ger­gin­lik­se bir yok­sun­luk­tur, dar­lık­tır, öğ­re­ne­me­mek­tir.

Bu dar­lı­ğın içi­ne düş­me­nin ne­den­le­rin­den bi­ri de, in­sa­nın için­de­ki güç­le­ri bi­le­me­me­si, on­la­rı dü­zen­le­ye­me­me­si­dir. Ör­ne­ğin dü­şün­me gü­cü­ne kas­la­rı­nı ka­ta­ma­ma­sı­dır; be­de­niy­le zih­ni­ni bir uyum hâ­li­ne ge­ti­re­me­me­si­dir. “[…] açık ha­va­da ge­zi­nir­ken doğ­ma­yan, kas­la­rın da bir­lik­te şen­lik yap­ma­dı­ğı hiç­bir dü­şün­ce­ye inan­ma­ma­lı.” (Ec­ce Ho­mo, “Ne­den Böy­le Akıl­lı­yım”, § 1) Dü­şün­ce, be­den­le, be­de­nin için­de yer al­dı­ğı do­ğay­la ile­ti­şim ku­ra­rak, bir­lik­te­lik­ler oluş­tu­ra­rak güç ka­za­nır. Ec­ce Ho­mo, “Ne­den Böy­le Akıl­lı­yım”, § 9’da şöy­le di­yor:

De­ğer­le­rin ye­ni­den de­ğer­len­di­ril­me­si için bel­ki de bir tek kim­se­de bi­r a­ra­da bu­lu­nan­da çok ye­ti­ler ge­rek­liy­di; her­şey­den ön­ce ye­ti­le­rin bir­bir­le­ri­ni yık­ma­dan, or­ta­dan kal­dır­ma­dan kar­şıt­lı­ğı ol­ma­lıy­dı. Ye­ti­le­rin sı­ra­dü­ze­ni, uzak­lık, düş­man et­me­den ayır­ma sa­na­tı, hiç­bir­şe­yi ka­rış­tır­ma­mak, uz­laş­tır­ma­mak, ka­osun bir eşi ol­sa da gö­rül­me­dik öl­çü­de bir çok­luk — iş­te buy­du ön­ko­şu­lu dür­tü­le­ri­mi­zin uzun giz­li ça­lış­ma­sı­nın, sa­nat­çı­lı­ğı­nın…”

Aka­de­mis­ye­nin sı­kış­mış­lı­ğı, ko­kuş­muş­lu­ğu, sa­hip ol­du­ğu de­ğer­ler­den ge­lir. De­ğer­ler za­man için­de, ya­şa­mın sü­rek­li tâ­ze­le­nen akı­şın­da tâ­ze­len­mek, ye­ni­len­mek, ye­ni­den de­ğer­len­di­ril­mek zo­run­da. De­ğer­le­rin ye­nin­den de­ğer­len­di­ril­me­si, in­sa­nın için­de­ki güç­le­rin, dür­tü­le­rin (Ins­tink­ten) sa­nat­çı­lı­ğı (Künst­ler-
sc­haft) ile sağ­la­nır. İçi­miz­de­ki güç­ler, ye­ti­le­ri­mi­zin çe­şit­li­li­ği­ni, zen­gin­li­ği­ni, on­la­rın bi­ra­ra­da­lı­ğı­nı yoz­laş­tır­ma­dan, kar­şıt­lık­la­rın­dan ya­ra­tı­cı de­vin­gen­lik­ler sağ­la­ya­rak or­ta­ya ko­ya­bil­di­ğin­de, ya­şa­mın can­lı­lı­ğı­na, içi­mi­zin can­lı­lı­ğı ile ka­tı­lıp, onun be­re­ke­ti­ni, bol­lu­ğu­nu ya­şa­ya­bi­lir, de­ğer­le­re can ve­re­bi­li­riz: “Be­nim akıl­lı­lı­ğım bu, tek şey ola­bil­mek, tek şe­ye va­ra­bil­mek için, çok yer­de çok şey ol­mak”. (Ec­ce Ho­mo, “Ça­ğa Ay­kı­rı Dü­şün­ce­ler”, § 3)

Aka­de­mis­ye­nin sı­kış­mış­lık­tan çı­ka­bil­me­sin­de önün­de­ki en­gel­ler­den bi­ri “ar­tık is­pat­lan­dı, üs­te­sin­den gel­dim böy­le­ce” (das ist nun­mehr be­wi­esen, hi­er­mit bin ich fer­tig) duy­gu­su­dur. Bu onu sı­nıf­la­ma­la­ra, ka­te­go­ri­leş­tir­me­le­re gö­tü­rür. (Şen Bi­lim, § 348) İnan­dır­ma, ik­nâ et­me, man­tı­ğı kul­lan­ma, aka­de­mik ha­ya­tın önem­li sü­reç­le­ri olur. Bu du­rum on­da dar­laş­ma oluş­tu­rur. Ken­di­ni ko­ru­ma dür­tü­sü­nü (Selbs­ter­hal­tungs Tri­eb) ba­şa­rı­lı bi­çim­de ge­liş­ti­re­mez du­ru­ma ge­lir. Gü­cün ya­yıl­ma­sı­nı he­def alan bu dür­tü, sı­kın­tı­lı du­rum (Noth­la­ge) için­de, ken­di dar­lı­ğı­na tut­sak ol­muş bu in­san ta­ra­fın­dan kı­sıt­la­nır. Oy­sa do­ğa­da, dar­laş­ma­yı, sı­kış­ma­yı aşan bir be­re­ket (Ue­berf­luss), bol­luk var­dır. İs­pat­la­yıp, ka­pa­yan, ka­pa­nan aka­de­mis­yen, do­ğa­da ne­re­dey­se saç­ma­lık de­re­ce­sin­de­ki (bis in’s Un­sin­ni­ge) zen­gin­li­ği, çe­şit­li­li­ği, çok­lu­ğu far­ke­de­me­mek­te­dir. (Şen Bi­lim, § 349) kam­bur­la­rı olan, mâ­ne­vi­yat­tan (tin­den) an­la­ma­yan, salt dar uz­man­lık ala­nı için­de sı­kış­mış aka­de­mis­yen, oku­mak­ta ol­du­ğu ki­tap­la­rın de­ğe­ri için Ni­etzsc­he’nin sor­du­ğu şu so­ru­yu so­ra­maz: “Yü­rü­ye­bi­lir­ler mi? Hat­ta da­ha faz­la­sı, dans ede­bi­lir­ler mi?”

“Neden bi­lim?” (Wa­rum Wis­sensc­haft?) so­ru­su, “Ne­den ahlak var ki?” (Wo­zu über­ha­upt Mo­ral) so­ru­su­na ge­ri gi­der, “ya­şam, do­ğa, ta­rih, ahlak­tan yok­sunken (un­mo­ra­lisch).” Bi­li­me iman, “bir öte­ki” (ei­ne and­re Welt) dün­ya­yı öne sür­mek­le, olum­la­mak­la (be­ja­hen) ger­çek­le­şe­bi­lir. Hiç­bir bi­lim “ön­da­ya­nak­sız” (vo­ra­us­set­zungs­lo­se), ön­ce­den ka­bul­le­re da­yan­mak­sı­zın var ola­maz. Bi­lim­de ar­dın­dan ko­şu­lan amaç ha­kî­ka­te ulaş­mak­tır, al­dan­mak­tan ka­çın­mak­tır. Ha­ki­ka­ti is­te­me (Wil­le zur Wahr­he­it), al­dan­ma­ma­yı is­te­me­dir. Ne­den al­dan­ma­yı is­te­mi­yo­ruz ki? Al­dan­ma­nın za­rar­lı, teh­li­ke­li, yı­kı­cı ol­du­ğu­nu dü­şün­dü­ğü­müz­den. Bi­lim­se bi­ze al­dan­ma­ma­nın gü­ven­ce­si­ni ver­sin is­ti­yo­ruz. Na­sıl sağ­lı­yor bi­lim bu­nu? Bir me­ta­fi­zik inanç­la! (ein me­taphy­sisc­her Gla­ube) Ha­ki­ka­ti is­te­me böy­le­ce, bir inan­ca da­yan­dı­ğı için, ahlak­sal bir te­mel üze­rin­de du­ru­yo­ruz (— und he­ir­mit sind wir auf dem Bo­den der Mo­ral). Ya­şam­dan bu kor­ku ne­den? Al­dan­ma kor­ku­su, ya­şa­ma ya­kı­şır mı? Ya­şam, al­dan­ma­la­ra açık ol­mak­la ya­şan­mı­yor mu? Ha­kika­ti is­te­me, giz­li, üs­tü ör­tük bir ölü­mü is­te­me (das köhnn­te ein verst­eck­ter Wil­le zum To­de se­in) ol­ma­sın? Ya­şa­mın al­dan­ma­lar­la ge­li­şen iniş­li çı­kış­lı gi­di­şi­ni ya­şam dı­şı, öte dün­yay­la, “ide­alar­la”, so­yut dü­şün­ce­ler­le te­pe­den in­me “ha­ki­ka­ti is­te­me” ile kes­me­ye, boz­ma­ya, ze­de­le­me­ye, öl­dür­me­ye ça­lış­ma doğ­ru mu­dur? Biz bu­gü­nün bi­len­le­ri (wir Er­ken­nen­den von He­ute), sı­kış­ma­mış, da­ral­ma­mış aka­de­mis­yen­le­ri hâ­lâ ate­şi­mi­zi ge­le­ne­ğin ül­kü­leş­ti­ri­ci eği­li­min­den, Pla­ton’dan al­ma­mı­za kar­şın, bu ya­nıl­sa­ma­yı aş­mak zo­run­da­yız. (Şen Bi­lim, § 344) (Ni­etzsc­he, al­dan­ma­ma kay­gı­sı­nı kü­çüm­se­yip, ya­şa­ma ay­kı­rı bu­lur­ken, ken­di­si ül­kü­leş­ti­ri­ci dog­ma­la­rın ya­rat­tı­ğı al­dan­ma­dan kur­tul­ma­mı­zı öne­ri­yor! İl­ginç bir du­rum: Es­ki al­dan­ma­lar ye­ri­ne ye­ni al­dan­ma­lar ko­yu­yo­ruz!)

Aka­de­mik uğ­ra­şın da­yan­dı­ğı me­ta­fi­zik te­mel­le­rin göz­den ge­çi­ril­me­siy­le, aka­de­mis­ye­nin dar­laş­mış­lı­ğı, sı­kış­mış­lı­ğı aşı­la­bi­lir. Ke­sin­lik ta­le­bi (Ver­lan­gen nach Ge­wiss­he­it) ile güç ka­nı­tı (be­we­ise der Kraft) ar­dın­da­dır. Ye­te­rin­ce is­te­me gü­cü ol­ma­dı­ğı için ek­sik­li­ği­ni inan­ma ile ka­pat­ma­ya uğ­ra­şır. Çün­kü, is­te­me­nin ek­sik ol­du­ğu yer­de, inanç her za­man en faz­la ar­zu­la­nan, en ive­di­lik­le ge­rek­li olan­dır. (Der Gla­ube ist im­mer dort am me­is­ten be­gehrt, am dring­lichs­ten nöt­hig, wo es an Wil­len fehlt.) (Şen Bi­lim, § 347) İç gü­cü­mü­zün ye­ter­siz­li­ği, iç ener­ji­miz­de­ki nok­san­lık, za­yıf­lık dür­tü­sü­nün (Ins­tinkt der Schwäc­he) iç dün­ya­mı­zın yö­ne­ti­mi­ni ele ge­çir­me­si­ne yol açı­yor. Za­yıf­lık dür­tü­sü ise bi­zi edil­gin, ka­lıp­la­ra bağ­lı kı­la­cak, ka­tı inan­ma­ya gö­tü­rü­yor.

Ne­dir öy­ley­se bu sı­kış­mış­lık­tan kur­tul­ma­nın yo­lu? Bi­li­min ha­va­sı­nı ta­nı­ma­lı, dö­nüş­tür­me­li, ona can ver­me­li­yiz, ön­ce­lik­le. Bi­li­min ha­va­sı ha­va­dar­dır, te­miz­dir. Cid­di gü­cün­den, apa­çık­lı­ğın­dan yo­la çı­ka­cak­tır, bi­li­min: Ora­da uça­bi­le­ce­ği­ni gö­re­cek­tir. Bi­li­min te­miz, açık, cid­di, güç­lü ha­va­sı, onu kül­tü­rün di­ğer alan­la­rın­da­ki o gü­ze­lim ka­nat­la­rı­nı kir­le­te­cek ka­ran­lık su­lar­dan alı­ko­ya­cak­tır. Gü­neş­ten de­ğil, gü­ne­şe doğ­ru gi­den ışık ışın­la­rı gi­bi­yiz­dir ar­tık, bi­li­min ha­va­sın­dan sü­zü­len ka­nat­la­rı­mız­la; yer­yü­zü­ne ışık ge­ti­ren ateş­ler gi­bi­yiz­dir. (Şen Bi­lim, § 293)

De­mek ki aka­de­mis­yen, bi­li­min ha­va­sı, ha­va olun­ca, te­miz, du­ru, ay­dın­lık, güç ve­ri­ci ol­du­ğun­da ka­nat­la­rı­nı aça­bi­li­yor. Salt, ken­di bi­rey­sel gü­cüy­le, bu güç ne­den­li “cid­di”, “ay­dın­lık”, “te­miz” olur­sa ol­sun dar­lık­tan kur­tu­la­mı­yor. Yük­sek ha­va­ya, ay­dın­lık, gü­neş­li te­miz “dağ ha­va­sı”na ge­rek var. Bu ha­va için­de içi­miz­de­ki güç­le, yan­lış­tan kork­ma­ya­rak, on­lar­dan öğ­re­ne­rek, bi­zim ol­ma­yan­dan, fark­lı­dan, öte­kin­den, ya­ban­cı­dan edin­di­ği­miz gör­gü­müz­le is­te­yen­ler­den (die Wol­len­den) bi­ri ola­rak, coş­kuy­la, dal­ga­lar gi­bi (Şen Bi­lim, § 310) ya­şa­mın çat­lak­la­rın­dan sü­zü­le­rek, giz­le­ri­ni ara­ma sev­da­la­rı­na ka­tı­la­ca­ğız. Aka­de­mis­ye­ne ba­kı­şı­mız, onu kav­ra­yı­şı­mız kök­ten de­ği­şe­cek, Ni­etzsc­he’nin fi­lo­zof kav­ra­mı­nı ya­şa­yı­şın­da­ki te­mel de­ği­şik­lik gi­bi: “Ya­nın­da­ki her­ke­si teh­li­ke­ye so­kan bir kor­kunç pat­la­yı­cı ola­rak fi­lo­zo­fu na­sıl an­la­dı­ğım, fi­lo­zof kav­ra­mı­nın “ge­viş ge­ti­ren” (“Wi­ederka­uern”) aka­de­mis­yen­ler, di­ğer fel­se­fe pro­fe­sör­le­ri bir ya­na, Kant’ı bi­le içe­ren fi­lo­zof kav­ra­mın­dan na­sıl de­rin bir bi­çim­de ay­rı ol­du­ğu” (Ec­ce Ho­mo, “Ça­ğa Ay­kı­rı Düşünceler”, § 3) gö­rü­lün­ce, Ni­etzsc­he’nin gön­lün­de­ki bi­lim ha­va­sı, bu ha­va için­de uçan, bir ışık, bir ateş olan aka­de­mis­yen bir ya­nıy­la an­la­şı­la­bi­le­cek­tir.

Ça­ğı­mız el­bet­te da­ha fark­lı aka­de­mik so­run­lar­la, aka­de­mis­yen gö­rün­tü­süy­le kar­şı kar­şı­ya. Ni­etzsc­he’nin çığ­lı­ğı ula­şa­bi­lir mi bu­gü­nün bi­li­mi­nin ha­va­sı­na? Yü­rü­ye­bi­lir mi, dans ede­bi­lir mi, uça­bi­lir mi bu çağ­da aka­de­mis­yen? Yok­sa, çok ay­rı bir ça­ğın, çok ay­rı bir fi­lo­zo­fun, ro­man­tik, düş do­lu, post­mo­dern zır­va­lar ya­ra­tan söz­le­ri ola­rak, aka­de­mik ka­le­le­rin du­var­la­rı­na çar­pıp, yok olup gi­de­cek mi­dir söz­le­ri?

Prof. Dr. Ahmet İnam

NI­ETZSC­HE

Ya­yıma ha­zır­la­yan­lar

Ke­nan Sa­rı­ali­oğ­lu

Mu­rat Bat­man­ka­ya

Önsöz

Prof. Dr. Ahmet İnam

Say yayınları