Oblomov yatağındayken ve Zerdüşt ziyaret etse aralarında diyalog nasıl olurdu?

Oblomov’un Odası — Zamanın dışına düşmüş bir öğle vakti.

İçeride ağır bir sükûnet. Toz, eşyalara değil, zamana çökmüş.

Oblomov, yatağında yarı uyanık, yarı unutulmuş bir halde yatıyor.

Kapı açılır. İçeri Zerdüşt girer. Yüzü rüzgârla bilenmiş, gözleri uzak dağların yalnızlığını taşır. Elinde bir ses, içinde bir yankı vardır. Oblomov, yorganın altından göz ucuyla bakar.

Zerdüşt:

“Ey hareketsizliğin efendisi! Seni ziyarete geldim; çünkü dağların zirvesinde dahi senin uyuşukluğunun yankısını duydum. Nedir bu zamanla kurduğun tuhaf ilişki? Ne geçmişin seni çağırıyor, ne de geleceğin sana bir sözü var.”

Oblomov (kıpırdamadan):

“Zaman dediğin, insanın kendisine oynadığı bir oyundur. Kimileri onu kovalar, kimileri ondan kaçar. Ben ise onunla barıştım. Ne hızda akan bir ırmak gibi, ne de duran bir çamur gibi… Ben zamanın içinde değilim artık. Sadece varım.”

Zerdüşt (yaklaşır, ağır adımlarla):

“Var olmak, yalnızca nefes almak değildir, Oblomov. Var olmak, irade ile dünyaya bir biçim vermektir. İnsan, ‘kendini aşan’ varlık olarak tanımlanmalıdır. Sen ise, kendi kendine bile temas etmeyen bir gölgesin.”

Oblomov (gözlerini kısar):

“İrade mi? O, çoğu zaman bir yanılsamadır. İnsan kendi arzusunu ‘özgürlük’ sanır. Ama arzular, dış dünyanın yankısından başka bir şey değildir. Ben kendi arzularımı susturdum. Belki de bu yüzden özgürüm. Belki de benim yattığım yer, sizin yürüdüğünüz yollar kadar derindir.”

Zerdüşt (yüksekten ve kesin konuşur):

“Hayır, sen özgür değil, edilgensin. Özgürlük, istemektir. Bir şeyi bilerek ve isteyerek istemek: işte iradenin çekirdeği budur. Sen her şeyi olduğu gibi bırakıyorsun, çünkü hiçbir şeyin dönüşmesini göze alamıyorsun.”

Oblomov (başını yastığa iyice gömerek):

“Dönüşüm, bitimsiz bir yorgunluktur. Her ‘olmak’ çabası, bir başka ‘olmamak’ ihtimalini doğurur. Ben tüm bu ihtimallerin ağırlığını üzerimden attım. Siz yükselmeyi seçtiniz, ben ise çökmemeyi.”

Zerdüşt (gözlerinde sert bir kıvılcım):

“İnsan, yalnızca yüküyle yükselir. Anlam, yükün altında yaratılır. Üstinsan, bu yükü ne taşır ne bırakır; o, yükü kendi varlığına dönüştürür. Sen ise kendini bile taşıyamazsın.”

Oblomov (sessiz bir iç çekişle):

“Sen anlamdan söz ediyorsun. Ama anlam, insanın kendi boşluğuna verdiği cevaptır. Belki de en derin bilgelik, bu boşluğu doldurmaya çalışmamak, onunla yaşamaktır. Sen bu boşluğu eylemle örtersin, ben ise ona bakmayı seçtim.”

Zerdüşt (bir an susar; sonra, daha yumuşak ama derin bir tonda):

“Bakmakla yetinmek, bazen cesaretsizliktir. Gözün gördüğü, yüreğin yanmadıkça gerçek değildir. Kendini geçmeyen, kendini göremez. Ey yatağa gömülmüş varlık: senin uykun bir unutuş değil, bir kaçıştır.”

Oblomov (gözlerini kapar, bir gülümseme belirir yüzünde):

“Belki de kaçış dediğin, varoluşun başka bir biçimidir. Herkes kendi cehennemini taşır. Benimki hareketsizlik değil; sükûnet. Sen hareket edersin ve yersizleşirsin; ben dururum ve kök salarım.”

Zerdüşt, bir an Oblomov’a bakar. O gözlerde ne teslimiyet, ne mücadele vardır. Sadece duru bir boşluk… belki de varoluşun en çıplak hâli.

Kapıya yönelir, döner:

Zerdüşt:

“Umarım bir gün uyanırsın, Oblomov. Belki de uyanmak, ilk kez kendi ağırlığını hissetmektir. Ve belki de, senin gibi bir insanın bile içinden bir ‘üstinsan’ geçebilir. Eğer yeterince derin uyuduysa…”

Zerdüşt çıkar. Kapı kapanır.

Oblomov gözlerini aralar, tavanı izler.

Sonra tekrar kapatır gözlerini.

Ve dünya bir süreliğine Oblomov’un yorganında unutulur.