Okuryazarlık ve Kültürel Homojenleşme: Medeniyet mi Geldi, Kayıp mı Yaşadık?

“Medeniyet” kelimesi genellikle ilerleme, gelişim ve aydınlanma ile eş anlamlı kullanılır. Okuryazarlık, modernleşmenin ve medenileşmenin en temel göstergelerinden biri olarak kabul edilir. Ancak bu madalyonun diğer yüzü var: Okuryazarlığın yaygınlaşması, aynı zamanda kültürel homojenleşmeye yol açarak, paha biçilmez bir çeşitliliği de yok ediyor olabilir mi? Bu süreçle birlikte gerçekten “geliştik” mi, yoksa önemli bir “kayıp” mı yaşadık?


Okuryazarlığın Yükselişi: Aydınlanma mı, Tek Tipleşme mi?

Okuryazarlık, bilginin sözlü geleneklerden yazılı metinlere aktarılmasını sağlayarak bilimin, felsefenin ve eğitimin gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. Bireylerin dünyayı anlama biçimlerini değiştirmiş, daha analitik ve soyut düşünme becerilerini geliştirmiştir. Şüphesiz ki, bilgiye erişimi demokratikleştirmesi ve toplumsal iletişimi dönüştürmesi açısından okuryazarlığın faydaları yadsınamaz.

Ancak Charles Eisenstein gibi eleştirel düşünürler, okuryazarlığın bu zaferci anlatısının ardındaki karanlık noktaları işaret eder:

  • Sözlü Geleneklerin Yıkımı: Okuryazarlığın yaygınlaşması, birçok toplumda nesiller boyu aktarılan sözlü geleneklerin, hikayelerin, destanların ve ritüellerin kaybolmasına neden olmuştur. Yazılı kültür, çoğu zaman sözlü kültürü ikincil plana atmış veya yok saymıştır. Bu, bir hafıza ve bilgelik kaybı anlamına gelir.
  • Dilsel ve Kültürel Homojenleşme: Okuryazarlık, genellikle ulusal dillerin ve standartlaştırılmış eğitim sistemlerinin bir aracı haline gelmiştir. Bu durum, yerel lehçelerin, farklı dillerin ve etnik kültürlerin zamanla yok olmasına veya marjinalleşmesine yol açar. Okulda “okuma, yazma, aritmetik” öğrenirken, çocuklar bir nesil önce köyde öğrenecekleri binlerce bitkinin kullanımını, yüzlerce kuşun şarkısını veya yüzlerce dansın adımlarını unutabilirler.
  • “Değersizleştirme” ve Önyargı: Nicel ölçümlere dayalı modern “ilerleme” anlayışı, okuryazarlığı birincil bir değer olarak yüceltirken, sözlü kültüre dayalı bilgi ve pratikleri “ilkel” veya “geri kalmış” olarak damgalayabilir. Bu, okuryazar olmayan toplumların veya bireylerin değerlerini küçümseyen gizli bir önyargıyı içinde barındırır.

Medeniyetin Tanımı: Ne Kaybettik?

“Medeniyet,” genellikle bir toplumun düşünsel, sanatsal, bilimsel, teknolojik ve manevi varlıklarının tümünü ifade eder. Ancak bu tanıma, kültürel çeşitliliğin ne kadar dahil olduğu tartışmalıdır. Eğer medeniyet, belirli bir standartlaşma ve homojenleşme anlamına geliyorsa, o zaman gerçekten “ilerlediğimiz” her adımda, insanlığın ortak mirası olan kültürel ve bilişsel çeşitliliğin bir parçasını da kaybediyor olabiliriz.

Eisenstein, bu kaybın ölçülemezliğine dikkat çeker:

  • İletişimin Özgünlüğü ve İlişkilerin Samimiyeti: Yazılı iletişimin ve dijital sosyal ağların yaygınlaşmasıyla, yüz yüze iletişimin getirdiği nüanslar, empati ve samimiyet azalabilir.
  • Doğayla Bağlantı: Topraktan, yerel bitki ve hayvanlardan kopuş, insanın doğal çevresiyle kurduğu derin bağları zayıflatır.
  • Anlamlı Kolektif Çabalar ve Topluluk Hissi: Bireyselleşme, topluluk bağlarını zayıflatır ve insanların ortak bir amaç etrafında bir araya gelme yeteneğini azaltabilir.

Bu kayıplar, yaşam süresi veya GSYİH gibi nicel metriklerde görülmese de, modern toplumdaki yüksek intihar oranları, bağımlılıklar, anksiyete ve depresyon gibi sorunların altında yatan derin bir boşluk ve özlem olarak tezahür edebilir.


Gelişim ve Medeniyet: Yeniden Düşünme Zamanı

Okuryazarlık ve kültürel homojenleşme, “medeniyet” anlayışımızın kritik bir parçası olmuştur. Ancak bu süreçlerin yol açtığı kayıpları ve homojenleşmenin maliyetini göz ardı etmek, eksik bir ilerleme tablosu çizer.

Asıl soru şu olmalı: “Gelişmek” ve “medenileşmek” için gerçekten tüm kültürel çeşitliliğimizi ve geleneksel bilgeliğimizi feda etmeli miyiz? Yoksa gerçek ilerleme, okuryazarlığın ve bilimsel düşüncenin faydalarını korurken, aynı zamanda kültürel çeşitliliği, topluluk bağlarını ve doğayla derin ilişkiyi de kucaklayan, daha bütüncül bir medeniyet anlayışı inşa etmekte mi yatıyor? Belki de bu, “yeni, mutlu hayatımız”ı inşa ederken sormamız gereken en önemli sorudur.