Sömürü ve Tahakküm Neden Hala Var? İnsan Doğası, Sistemler ve İdeolojiler Üzerine Bir Sorgulama
“Gelişmiş” toplumlar inşa etme iddiamıza rağmen, başkalarını sömürmek ve onlara hükmetmek gibi davranışlar neden hala tüm dünyada, hayatımızın her alanında varlığını sürdürüyor? Bu soru, insanlık tarihi kadar eski, ancak modern dünyada bile cevabı muğlaklığını koruyor. Bu karmaşık olgunun kökenlerine inmek için psikoloji, sosyoloji ve ekonomi gibi farklı disiplinlerin bakış açılarını birleştirmemiz gerekiyor.
1. İnsan Doğasının Karanlık Yüzü ve İlkel Dürtüler
Psikanalitik yaklaşımlardan hatırlayacağımız gibi, “İd” kavramı, insan doğasındaki ilkel dürtüleri ve hayatta kalma arzularını temsil eder. Bazı teoriler, rekabetin ve avantaj elde etme arzusunun insan biyolojisinde kök salmış olabileceğini öne sürer. Sosyal olarak üreyen bir tür olarak, insanlar eş bulmak ve kaynaklar için rekabet ederler; başkalarını sömürmek bu rekabet avantajını sağlayabilir. Bu, başkalarının zararına kendine çıkar sağlama eğiliminin biyolojik bir altyapısı olabileceği anlamına gelir. Ancak bu, sömürünün kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez; sosyal kurumlar bu rekabetçi davranışları yönlendirir ve kanalize eder.
2. Güç Dinamikleri ve Toplumsal Hiyerarşiler
Sömürü ve tahakkümün varoluşunda, insan doğasından çok daha belirleyici olan şey toplumsal yapılar ve güç dinamikleridir. Tarih boyunca ve günümüzde, toplumlar farklı gruplar arasında hiyerarşik ilişkilerüzerine kurulmuştur. Bu hiyerarşiler, belirli grupların diğerleri üzerinde kontrol ve üstünlük kurmasına olanak tanır.
- Siyasal ve Kurumsal Güç: Devletler, yasalar, kurumlar ve güç merkezleri, tahakküm ilişkilerini meşrulaştırabilir ve sürdürebilir. Nicholas Vrousalis gibi bazı düşünürler, sömürünün bir tür “tahakküm biçimi” olduğunu ve güçlülerin zayıfları kendilerine hizmetkar yaparak fayda sağladığını savunur.
- Sosyal Alanlarda Hiyerarşi: Toplumsal cinsiyet, ırk, etnisite, din gibi kimlik eksenleri üzerinde kurulan hiyerarşiler, belirli grupların sistematik olarak dezavantajlı hale getirilmesine ve sömürülmesine yol açar. “Sosyal baskınlık yönelimi” gibi psikolojik eğilimler, bireylerin kendi gruplarının diğerleri üzerinde baskın konumda olmasını istemesiyle bu hiyerarşileri sürdürme arzusunu yansıtabilir.
3. Ekonomik Sistemler ve Kapitalizmin Rolü
Çağdaş sömürünün en belirgin biçimlerinden biri, hiç şüphesiz ekonomik sömürüdür. Özellikle kapitalist sistemin doğası gereği, sömürü potansiyelini barındırdığı sıkça dile getirilir.
- Değerin Gasp Edilmesi: Marksist perspektiften bakıldığında, değer emeğin ürünüdür. Ancak kapitalizmde, üretilen değerin büyük bir kısmı, işi yapanlar yerine sermaye sahipleri tarafından sahiplenilir. Bu, sömürünün temelini oluşturur. İşçilere emeğinin gerçek değerinden daha az ödenmesi, fazla mesai, güvencesiz çalışma koşulları gibi pratikler ekonomik sömürünün somut örnekleridir.
- Dengelenmemiş Güç Dinamikleri: Kapitalizm, üretim araçlarına sahip olanlarla emeğini satmak zorunda olanlar arasında doğal bir güç dengesizliği yaratır. İşsizlik tehdidi, alternatif iş fırsatlarının azlığı gibi faktörler, işçileri düşük ücretleri ve kötü koşulları kabul etmeye zorlar. Bu, çoğu zaman “gönüllü” bir işlem gibi görünse de, temelinde bir tahakküm ilişkisi yatar.
- Küreselleşme ve Tedarik Zincirleri: Küreselleşme, sömürüyü daha karmaşık ve görünmez hale getirmiştir. Gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz iş gücü ve düşük maliyetli kaynaklar, zengin ülkelerdeki tüketiciler için ürünlerin daha erişilebilir olmasını sağlarken, bu ürünlerin üretimindeki insan ve çevre maliyetleri genellikle göz ardı edilir.
4. İdeolojinin Gücü: Sömürüyü Meşrulaştırmak ve Gizlemek
Sömürü ve tahakkümün devamlılığında, ideoloji kilit bir rol oynar. İdeolojiler, toplumsal düzeni, eşitsizlikleri ve baskın güç ilişkilerini “doğal,” “gerekli” veya “adil” olarak sunarak meşrulaştırır.
- “Ego”sal Gizlenme: Bir önceki tartışmada bahsettiğimiz “maskelenme” veya “gayrimeşru otomatikleşme” gibi psikolojik mekanizmaların toplumsal bir uzantısı olarak ideolojiler, bireylerin ve toplumların sömürüyü içselleştirmesini sağlar. Bireyin kendi çıkarlarına aykırı olsa bile mevcut düzeni kabul etmesi, ideolojinin gücüyle gerçekleşir.
- Mistikleştirme ve Gerekçelendirme: Kapitalizmde özel mülkiyetin bir “insan hakkı” veya rekabetin “doğal” bir insan özelliği olarak sunulması gibi örnekler, eşitsizlikleri gizleyen ideolojik araçlardır. Batı’nın “gelişmişlik” ve “medeniyet” anlatısı da, sömürgeciliği ve emperyalizmi “medenileştirme misyonu” adı altında meşrulaştırmıştır. Bu tür gerekçelendirmeler, sömürülenin durumunu “suçluluk” veya “yetersizlik” olarak yorumlayarak, tahakküm ilişkilerini perdenin arkasına saklar.
5. Empati Eksikliği ve “Ötekileştirme”
Son olarak, empati eksikliği ve “ötekileştirme” sömürü ve tahakkümün devamlılığına katkıda bulunur. Başkalarının deneyimlerini anlamaktan veya onların acılarını hissetmekten uzak durduğumuzda, onlara zarar vermenin veya onları kullanmanın önündeki ahlaki bariyerler zayıflar.
- İnsanlıktan Çıkarma: Savaş zihniyetinde düşmanların “insanlıktan çıkarılması” veya “şeytanlaştırılması,” sömürünün ve şiddetin uygulanmasını kolaylaştırır. Diğerinin acısı, “kötülüklerinin hak edilmiş karşılığı” olarak görülebilir.
- Sistemik Sorumluluktan Kaçış: Bireysel sorumluluğun aşırı vurgulanması, yoksulluk veya sömürünün sistemik nedenlerini göz ardı etmemize neden olabilir. Bu, toplumun “İd”indeki derin eşitsizlikleri ve haksızlıkları “Ego” seviyesinde kabul etmeme veya bastırma eğilimini yansıtabilir.
Sonuç: Değişim İçin İhtiyaç Duyulan Şey
Sömürü ve tahakkümün hala var olmasının nedeni, insan doğasındaki bazı eğilimlerin, tarihsel olarak kurulmuş güç yapılarının, ekonomik sistemlerin ve bu sistemleri meşrulaştıran ideolojilerin karmaşık etkileşiminde yatıyor. Bu, sadece bireysel kötü niyetle açıklanamaz; aynı zamanda sistemik sorunları ve kolektif bilinçdışının derin katmanlarını da anlamayı gerektirir.
Eisenstein’ın da işaret ettiği gibi, şiddetteki gerçek düşüş veya daha adil bir dünya, sadece teknolojik ilerleme veya rasyonel düşünceyle değil, aynı zamanda empatinin yükselişiyle, karşılıklı bağımlılık anlayışıyla ve sistemi bireylere göre uyarlayan köklü dönüşümlerle mümkün olabilir. Ancak o zaman, “yeni, mutlu hayatımız” söylemi, Orwell’in distopyasındaki sahte vaatlerden farklı, gerçek bir umut vaat edebilir.
Sizce bu karmaşık döngüyü kırmak için bireysel düzeyde atılabilecek en önemli adımlar neler olmalıdır?