Unutulan Adam: Bir İmza ile Bir Hayat Nasıl Kırk Sene Çalınır?
Louis Doedel’in akıl almaz, trajik hikayesini biliyor musunuz ?
Yazan: Jungish
Azizim,
Size daha evvel, iktidarın beğenmediği adama nasıl “deli” gömleği giydirdiğini anlatmıştım ya… O vakit anlattıklarım, bu yeni duyduğum hadisenin yanında, bir masal gibi, bir latife gibi kalır. Bu seferki hikâye, ne bir hekimin kurnazca icat ettiği bir hastalık ne de kâğıt üzerinde kalmış bir tehdit… Bu, bir insanın, diri diri, bir akıl hastanesinin duvarları arasına nasıl gömüldüğünün ve orada tam kırk iki sene boyunca nasıl unutulduğunun acı mı acı, gerçek mi gerçek hikâyesidir.
Hollanda’nın o uzak sömürgelerinden Surinam’da, 1930’lu yıllarda, Louis Doedel isminde bir sendikacı varmış. Bu adam, bizim eski zamanların o gözü pek amele babaları gibi… Liman işçisinin, maden amelesinin hakkını arayan, gazetelere yazılar yazan, valiye dilekçeler gönderen, “Adalet isteriz, ekmek isteriz!” diye bağıran, yürekli bir adammış.
Tabii, böyle her şeye burnunu sokan, nizamı bozan adamları hangi vali, hangi paşa sever ki? O vakitlerin valisi Kielstra denilen zat da, bu Doedel’i bir kaşık suda boğmak istiyor, lakin adam ne hırsız ne de katil… Kanun yoluyla susturamıyor.
Peki, ne yapıyor dersiniz? İşte şeytanın bile aklına gelmeyecek o fermanı imzalıyor!
“Tehlikelidir” Damgası ve Açılan Kapılar
Vali Paşa, birkaç ruh hekimini de yanına alarak, bu Louis Doedel’in “akli dengesinin bozuk” ve “toplum için tehlikeli” olduğuna dair bir rapor hazırlatıyor. Tarih 28 Mayıs 1937… O gün, polisler sendikacı Doedel’i yaka paça derdest edip, Wolfenbüttel ismindeki o meşum psikiyatri hastanesine kapatıyorlar.
Ne bir mahkeme var, ne bir yargıç, ne de bir avukat! Sadece bir vali ile birkaç hekimin imzası… Bir insanın hayatının kapısına kilit vurmak için bu kadarı kâfi gelmiş.
İşin en fena, en kahredici yanı ise bundan sonra başlıyor.
Diri Diri Mezara Girmek
Doedel’i içeri tıkmakla kalmıyorlar, onu adeta tarihten siliyorlar. Arkadaşları, yoldaşları soruyor, “Nerede bu adam?” diye. “Tedavi görüyor,” diyorlar. Aylar geçiyor, “Hastalığı ağır, kimseyle görüştürülmüyor,” diyorlar. Yıllar geçiyor, üstüne bir sessizlik çöküyor. Savaşlar oluyor, dünya değişiyor, sömürgeler yıkılıyor… Ve Louis Doedel, o duvarların arkasında yavaş yavaş unutuluyor.
Herkes, onun çoktan öldüğünü varsayıyor. Bir nesil gidiyor, yeni bir nesil geliyor. Artık adını hatırlayan bile kalmıyor. Düşünebiliyor musunuz o azabı? Siz aklı başında bir insansınız, haksızlığa karşı çıktığınız için oradasınız. Lakin kapının dışında bütün dünya, sizin çoktan öldüğünüzü zannederek hayatına devam ediyor. Bu, diri diri mezara girmekten daha beter değil midir? Sadece bedeniniz değil, isminiz, hatıranız, varlığınız bile çalınmış!
Kırk İki Sene Sonra Gelen “Özgürlük”
Tam kırk iki sene, bir ömür… Dile kolay! Takvimler 1979’u gösterdiğinde, meraklı bir gazeteci, eski defterleri karıştırırken bu unutulmuş sendikacının izine rastlıyor ve o hastaneye gidiyor. Ve ne görüyor dersiniz? Louis Doedel orada! Artık ateşli bir hatip değil; ilaçlarla, yalnızlıkla, umutsuzlukla beli bükülmüş, ruhu söndürülmüş yaşlı bir adam…
Onu “serbest” bırakıyorlar. Lakin bu nasıl bir serbestlik? Çalınan kırk iki seneyi kim geri verecek? O gasbedilen gençliği, o söndürülen mücadele ateşini kim alevlendirecek? Sistem, onu öldürmemiş, daha beterini yapmış: Onu hiçliğe mahkûm etmiş. Bir sene sonra da, bu “özgür” adam, sessiz sedasız göçüp gitmiş bu dünyadan.
Velhasıl kelam, bu kıssadan çıkan hisse pek acı, pek de ibretliktir. Bir insanın hayatını çalmak için ille de bir hançere, bir tabancaya lüzum yoktur. Bazen bir kalemden çıkan bir imza, bir hekimin yazdığı bir teşhis, bir insanın üzerine atılan o “deli” yaftası, en keskin kılıçtan bile daha ölümcül olabilir.
Unutmayalım ki, bir insanı en kolay yok etmenin yolu, onu öldürmek değil, onu unutturmaktır. Louis Doedel’in hikâyesi, gücün, aklı nasıl bir silah olarak kullanabileceğinin ve bizim o “unutkanlık” dediğimiz şeyin aslında ne kadar zalim bir suç ortağı olabileceğinin en acı delilidir.


