Diyalektik Bir Kültür Kavramı İçin


Marcel Stoetzler’den Bir Bakış

Marcel Stoetzler’in “Diyalektik Bir Kültür Kavramı İçin” başlıklı makalesi, kültür ve medeniyetin karmaşık ve çoğu zaman çelişkili ilişkisini mercek altına alıyor. Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün 1950’lerdeki bir sosyoloji ders kitabından yola çıkarak, kültürün “yerine getiremediği bir sözü” medeniyetin nasıl “yerine getirebileceği” fikrini inceliyor. Bu analiz, Almanya’da özellikle dikkat çeken “kültür” ve “medeniyet” kavramları arasındaki ayrıma odaklanıyor.


Kültür ve Medeniyet Arasındaki Diyalektik Gerilim

Stoetzler, Frankfurt ders kitabının yazarlarının, bu iki kavramı diyalektik olarak kendine karşı çevirerek kullandığını belirtir. Hakim kullanımda kültürün medeniyete üstün ve düşmanca kabul edilmesinin aksine, Frankfurt Okulu, kültürün vaadinin anlamını ve alaka düzeyini medeniyetin gerçekliğinden ve potansiyellerinden aldığını savunur. Açlığı ortadan kaldırma gibi medeniyetin eylemleri, kültürün verdiği sözü yerine getirecek ve kendi başına kültürel-medeniyetsel bir dönüm noktası olacaktır.

Bu bağlamda incelenen kültür kavramı, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin ardından 18. ve 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır. Bir yandan doğaya karşı evrimsel ilerlemenin insan yapımı yönlerine, diğer yandan da eski rejime atıfta bulunur. Kültür ve medeniyetin ilerlemesini, savaşçı toplumlardan kaynaklandığı anlaşılan dönemin kaba ve acımasız toplumuyla karşılaştırır. Stoetzler, bu fikir kümelerinin her ikisinden de kültür kavramının diyalektiği olarak bahseder. Kültür, hem kurtuluş vaadi taşıyan normatif bir fikir (gerçeklikten daha iyi bir şey) hem de gerçekten var olan bir şeyi açıklayan tanımlayıcı bir kavramdır. Aynı zamanda, kültürel şeylerin gerçekleştiği toplum içinde belirli bir alan iken, kültür ve medeniyet perspektifinden bakıldığında toplum için başka bir kelime haline gelir.


Medeniyet Eleştirisinin Tarihi ve Adorno’nun Yorumu

Medeniyet eleştirisinin (Kulturkritik), klasik Yunan edebiyatından Tacitus’un “Germania”sına ve büyük dinlerdeki münzevi eğilimlere kadar uzanan uzun bir geçmişi vardır. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Almanya ve Avrupa’da büyük bir entelektüel eğilimdi ve Muhafazakar Devrim ve Nasyonal Sosyalizm için entelektüel sahneyi belirleyen faktörlerden biriydi.

Adorno’nun “Kulturkritik und Gesellschaft” makalesi, bu kavramda bir kararsızlık aracılığıyla çalışır. Bir yandan medeniyet eleştirisini, diğer yandan da sanat veya tiyatro eleştirisi gibi kültürel eleştirinin profesyonel faaliyetini tartışır. Her ikisi de 19. yüzyılın ikinci yarısının ürünleridir ve antisemitik edebiyatın merkezi konuları haline gelmiştir. Stoetzler, makalenin odak noktasını, uygarlığın kendisinin eleştirisine atıfta bulunan pasajlarla sınırlar.

Adorno’nun metninde öne çıkan motiflerden biri, “kültürün” toplumun içinde, ancak görünüşte ayrı olarak belirli bir faaliyet alanı olarak ve aynı zamanda belirli sanat eserlerinin bütünü olarak kurulmasıdır. Adorno’ya göre, kültürün vaadi, varlığı baş aşağı bir dünyaya, yani başkalarının emeğinin sömürülmesine bağlı olduğu sürece kararsız kalır. Bu durum, kültürün, geniş sosyal dünyaya müdahaleden vazgeçip kendi içine çekilmek zorunda kaldığında bir ideoloji (aynı zamanda doğru ve yanlış olan bir şey) haline gelmesini zorunlu kılar. Kültürün pratikten uzaklığı, mevcut düzenlemelere hizmet etmesine ve “sadece bir gerçek meselesi haline gelmesine” yol açar.


Kültürün Değişen Anlamları ve Kapitalist Modernleşme

Stoetzler, “medeniyetin” kültüre karşı kavramsal karşıtlığının gerçek, sosyal-tarihsel temellerini açıklarken, aynı zamanda kültür ve medeniyetin aslında aynı şey olduğunu ima eder. Kavramsal tarih, 18. yüzyılda Almanca’daki “Kultur” kelimesinin İngilizce ve Fransızca’da “medeniyet” veya “uygarlık” olarak adlandırıldığını doğrular. Ancak 19. yüzyılın sonunda her iki kök de tüm bu dillerde yaygınlaşmıştır. Medeniyet genellikle ilerlemenin, liberal reformun ve ulusun zenginliğinin (kapitalist gelişme) sosyal, politik ve ekonomik yönlerine atıfta bulunurken, kültür daha çok bireysel kişinin veya ulusun özerkliğine ve öz-bilinçli özelliğine atıfta bulunur.

Bu özel gelişmede kendini ifade eden genel tarihsel süreç, yeni toplum biçiminin gelenek, ahlak, din veya kültür tarafından değil, kapitalist ekonominin kendi mantığı ve dinamiği tarafından düzenlenmesidir. Kapitalist ekonominin ahlaka cevap vermemesi, kapitalist uygarlığın eleştirisinin ana geleneksel biçimi olmuştur. Ancak Marx, bu tür eleştirilerin gerici karakterini kabul etmiş ve zaman zaman geleneksel toplumu yok etmek için liberal-kapitalist hegemonyayı kutlamaya kadar gitmiştir.

Kültürün toplumdan kovulduğu ve kendi ayrı alanına yerleştiği süreç, toplumsal yaşamın tüm alanlarının sermaye ve meta ilişkileri mantığı altında dahil edilmesinin bütünleştiği süreçle aynıdır; toplamlaşma ayrılık yoluyla çalışır. Horkheimer ve Adorno’nun “Aydınlanma Diyalektiği”nde belirttiği gibi, “kültür cellat işaretinde gelişti.”


Kültürün Vaadi ve Çağdaş Toplum

Stoetzler, kültürün özgürleşme, eşitlik ve mutluluk vaadi olduğunu, ancak aynı zamanda “çöp” olduğunu dile getirir. Fransız Devrimi sonrası liberalizmin temel metinlerinden biri olan François Guizot’nun 1828 tarihli konferans serisi, Avrupa uygarlığının Roma, Hıristiyan ve Cermen unsurlarından oluştuğunu öne sürer. Guizot’ya göre medeniyet, kalıcı sınıf uzlaşması için bir çerçeve sağlamalı ve sınıf çatışmasını önlemelidir. Guizot, medeniyetin bir “okyanus” olduğunu ve toplumun zenginliğini oluşturduğunu savunarak, “kötü” şeylerin bile medeniyete katkıda bulunması halinde “affedilebileceğini” belirtir.

Frantz Fanon’un “Batı kültürü” söylemlerine karşı tepkisi ve Nazi oyun yazarı Hanns Johst’un “kültür kelimesini duyduğumda silahıma uzanıyorum” sözü, kültür kavramının kötüye kullanımını gösterir. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarcadır” ifadesi, kültürün savaş ve yıkım karşısındaki kırılganlığını vurgular.

Ancak Stoetzler, liberal-Aydınlanma kültür anlayışında, savunulması gereken bir şeyin hala var olduğunu belirtir. Schiller’in oyun izlerken insanların “gelenek ve moda zincirlerinden kurtulması” önerisi, kültürün insan doğasını geliştirmedeki rolünü gösterir. Ancak Schiller, kültürün ilerlemesinin normalde köleliğe dayalı devletlerin inşasına, yani özgürlüğün tam tersine yol açtığını da kabul eder.


Bireysellik, Kültürel Çoğulculuk ve Kapitalist Medeniyet

Goethe’nin “Prometheus” şiiri, kültürün toprağın kültürüyle ilişkisini ve Tanrı’nın sömürücü bağımlılığıyla tezatını vurgular. Prometheus, medeniyet vaadinin yerine getirilmesinin zaman aldığını ve münzeviliğin yardımcı olmayacağını bilen deneyimli bir liberaldir; bunun yerine eğitimle insanların zihinlerinin şekillendirilmesine odaklanır.

Israel Zangwill’in “Erime Potası” oyunu, tüm ulusların ve ırkların çalışmaya ve ilerlemeye geldiği Amerika’yı yücelterek, çalışkan, gerçekçi liberal ütopyacılığın ruhunu yansıtır. Horace Meyer Kallen’in “kültürel çoğulculuk” kavramı, “erime potası”na alternatif olarak aynı fikri, yani çoğul ve ilerleyen bir medeniyete karşı ortodoks kültürü önerir.

Modern uygarlığın ilerlemesi, modern devletinkine bağlıdır. Matthew Arnold’ın vurguladığı gibi, “kültür, Devlet fikrini öne sürüyor.” Kültürün normatif fikri, devlet, ulus ve kapitalizmin gelişimiyle bağlantılıdır ve bir yandan “insan evrenseli” ve “ütopik, özgürleştirici bir potansiyel” sunarken, diğer yandan belirli bir ulusal, kapitalist devletin hizmetine sunulur.

Edward Burnett Tylor’un “İlkel Kültür”ü, kültür çalışmasının “bir reformcu bilimi” olarak görülmesi gerektiğini öne sürer; görevi, “eski kaba kültürün kalıntılarını ortaya çıkarmak ve bunları yıkıma işaretlemek”tir. Tylor için kültür, insanların yaşam tarzlarını reforme etmenin bir aracıdır, yani kültürü (medeniyeti) reforme etmek ve modernize etmek için bir araçtır.


Kültürün Geleceği ve Diyalektik Çözüm

Stoetzler, güçlü, önemli bireyselliğin kapitalist medeniyetten mi kazandığını, yoksa özel bir kültürün sıcak toprağında mı daha iyi geliştiğini sorgular. İnsanın tarih öncesi tarihini mutlu bir sona erdirmek ve insancıl, neşeli ve işbirlikçi bir toplumun tarihine başlamak için ne kadar kültür ve ne kadar medeniyetin en iyi olduğunu araştırır.

Marx’ın “Komünist Manifesto”da belirttiği gibi, “Burjuvazi… tüm ulusları, hatta en barbar ulusları bile medeniyete çeker… onları sözde medeniyeti aralarına sokmaya, yani kendileri de burjuva olmaya zorlar.” Medeniyet, koruyucu duvarları yıktığında açıklıklar yaratır.

Ancak, medeniyet her şeyi fethettiği için Tylor’un tanımına uyacak çok az kültür kalmıştır. Çokkültürlülüğün bahsettiği kültürler antropolojik anlamda kültürler değildir. “Kültür” kavramının belirsizliği eleştirilir. Stoetzler, “hiçbir farklı siyasi veya ekonomik vizyonun kültürel çeşitliliği canlandırmadığını” ve “kültürel çeşitliliğin sırrının politik ve ekonomik tekdüzeliği” olduğunu savunur.

Stoetzler, “medeniyetler çatışması” olmadığını, sadece bir tarafta medeniyet, diğer tarafta kültürler arasındaki uzun süren pozisyon savaşının istikrarlı son aşaması olduğunu öne sürer. Bu düşmanlıkta hiçbir taraf kazanamaz. Belki de her ikisinin de en kötü yönlerinin bir kombinasyonu hakim olacaktır: “etnik taşracılığın yoğun medeni sömürüye dayanan küresel bir zaferi.” Ancak Stoetzler, tarihin yeniden açılabileceği, soğutulabileceği ve yeniden dengelenebileceği umudunu dile getirir.

Kültür vaadi, genelin yalnızca belirli ve özel biçiminde var olduğu Hegelci anlamda, yalnızca verilerinden okunabilir. Eleştirel Teoride olduğu gibi özgürleştirici bir bakış açısı, her iki kavram arasındaki diyalektik gerilimi sürdürmeli ve sömürmelidir. Bir söz olarak kültür, mevcut kültürler içinde savunulmalı, konumlanmalı ve beslenmelidir. Ne kapitalist uygarlığın ilerlemesinden ne de kültürlerin var oldukları gibi kalıcılığından taraf tutulmamalıdır, çünkü daha makul bir medeniyet veya toplum biçiminin her ikisinin de daha iyi unsurları üzerine inşa edilmesi gerekecektir.

Barbarlık üstesinden gelinmezken medeniyet tarafından modernize edilirken, kültürler barbarca ve özgürleştirici yönleriyle medeniyetin aracı ve ona karşı direniş unsurlarıdır. Kültür, tesadüfi alışkanlıklar, gelenekler, deneyim, önyargılar, bilgi ve batıl inançlardan oluşan karışık bir dizidir. Ancak bunlar, gerçeğin, ahlakın ve insanlığın somutlaşmaları veya görünüş biçimleridir. Aydınlanma ve Eleştirel Teori’nin önermesi, özel ve yanlış olanı, evrensel ve gerçek olanı ortaya çıkarmaya teşvik etmektir. “İnsanlık olduğu yerde, insanlık olacaktır.” Kültürel çoğulculuk ve içerdiği göreciliğin değeri, yalnızca belirli kültürlerin takımyıldızlarının evrensel gerçeği ortaya çıkarabilmesidir.

Sonuç olarak Stoetzler, “medeniyet hala kültürün verdiği sözü yerine getirebilir” der ve ekler: “Sefalet için dünyanın rasyonalizasyonu değil, bu rasyonalizasyonun mantıksızlığı sorumludur”; tek çözüm “medeniyeti kendi ötesine sürtme çabasıdır.”


Marcel Stoetzler’in kültür ve medeniyetin diyalektik ilişkisi üzerine sunduğu bu kapsamlı analiz, modern toplumun temel çelişkilerini anlamamıza nasıl yardımcı oluyor sizce?