Niccolò Machiavelli’nin “Konuşmalar” ve “Hükümdar” adlı eserleri
Machiavelli 1513’te Konuşmalar’ı yazmaya başlar, ama ilk kitaptan sonra çalışmasını sürdürmez ve Hükümdar’ı yazmaya koyulur. Ardından gene Konuşmalar’a döner 1514-1521 tarihleri arasında ikinci ve üçüncü kitabı yazar. Konuşmalar, Tito Livio’nun ilk on kitabı üzerine yazmış olduğu değerlendirmeleri içerir. Livio, Roma tarihini yazmıştı bu kitapta. Machiavelli o kitaptan esinlenerek ülkesinin sorunlarına ışık tutmak istemişti, ama günceldeki sorunlara daha yakın bir izleme gerektiğini düşünerek Konuşmalar’ı bırakmış ve Hükümdar’ı yazmıştır. 1513’ün sonlarında Hükümdar’ı bitirmişti bile. Ülkesinin bir an önce bağımsızlığını kazanabilmesi için bir çırpıda öğütler vererek ve İtalya’nın değişik eyaletlerini yöneten hükümdarlardan birinin çıkıp, yüreklilik gösterip tüm İtalya’yı sahiplenmesini ve ülkeyi yabancı işgalinden kurtarmasını dileyen bir yazarın bugünden yarına gerçekleşmesini görmek istediği bir rüyasının ürünüdür. O yıllarda ve daha sonraki yüzyıllarda ancak bir ütopi olabilecek bir ülkünün arkasından gittiğinin ayrımında olmayan yazar, yazar duyarlılığı ve coşkusuyla ve içini havalandıran heyecanıyla o kitabı yazıp bitirince ülkesinin kurtulacağını sanıyordu. Onun için bir çırpıda yazıp bitirmişti zaten. Oysa Konuşmalar, bir heyecan ürünü değil, bir düşünce ürünüdür. Hükümdar ne denli yaşanmışlığın, kılgısal yaşamın sonuçlarının bir belgesiyse, Konuşmalar o denli derin bir incelemenin kuramsal ve eleştirel bir değerlendirmesidir. Zaman içinde bu iki yapıtından kalkarak kimileri birinin, kimileri öteki yapıtının yazarın kişiliğini yansıttığını; bir başka deyişle gerçek kişiliğinin bu iki yapıtından birinde saklı olduğunu söylemişlerdir. Ne ki, farklı kişilik belgesi olarak ışığa kavuşmuş yapıtlar olsalar da iki yapıtta ortak olan özellik yazarın karamsarlığıdır. Yer yer coşku ve heyecanıyla törpülenmiş olsa da yüreğinin başına çöreklenmiş olan karamsarlığın ancak istenciyle üstesinden gelebilmiştir. Gramsci haklı olarak “aklın karamsarlığı istencin iyimserliğidir” der. İstencine dayanak olarak Roma’yı almıştır. Roma, her iki yapıtında da tarihiyle bir örnek, bir ülkü oluşturmalıdır o günkü İtalyanlara. Onun Roma’ya olan bu sıcak yaklaşımına benzer bir yaklaşımı daha sonraki yüzyıllarda, özellikle coşumcu bir duyarlılık zemininde, geçmişle-güncel arasında yaptıkları bir kıyaslamayla ortaya koyan şair ve yazarlar da vardır. Örneğin, Leopardi gibi. Roma’nın büyüklüğü karşısında günceldeki İtalya’nın (Machiavelli’nin ya da Leopardi’nin İtalya’sı; aralarında üç yüz yıl var) kokuşmuşluğu, çürümüşlüğü, yozluğu her duyarlı yurttaş gibi söz konusu yazarları rahatsız etmiş ve Roma’nın her yönden ortaya koymuş olduğu çağdaşlığa özenmelerine neden olmuştur. Roma, bundan ötürüdür ki “sonsuza dek sürecek ülküsel bir tarih” olmuştur onların gözünde. Bu bağlamda Roma’yı kuran Romolo’ya hayrandır.
İki yapıtı yan yana getirdiğimizde ikisi arasında temel bir farkın olduğunu görürüz. Hükümdar ne denli monarşiye yakınsa; Konuşmalar o denli monarşiden uzak, cumhuriyete yakındır. Cumhuriyet Machiavelli’nin düşüdür ve uzun erimlidir. Monarşi o günkü koşullarda kısa erimde tek seçenektir. Bir başka deyişle, ülkenin bağımsızlığını sağlamak bağlamında ilk ağızda tek çözüm yolunun güçlü bir monarşinin tek egemen olarak ülkenin yönetimini ele almasıdır. Bu nedenledir ki Machiavelli, Medici ailesinin cumhuriyeti yıkarak Floransa’ya monarşiyi getirmesinden pek rahatsız olmamış, dahası, Hükümdar’ı Lorenzo’ya (Dede Lorenzo değil, Piero’nun oğlu, torun Lorenzo) adayarak kitaptaki öneriler doğrultusunda İtalya’yı ayağa kaldırmasını beklemiştir. En azından kısa erim beklentisinin yaşama geçmesini ummaktadır. Oysa Soderini yönetimindeki Floransa’da cumhuriyet rejimi vardı. Cumhuriyetin yıkılışını göz ardı ederek bile bile monarşiye sıcak bakan Machiavelli’nin, Hükümdar’ı yazmaktaki amacının bir geri dönüşün yol haritasını belirlemek olduğunu söyleyenler var. Kendi kişisel çıkarları için ülkülerinden ödün veren birileri olarak görmek isteyenler… Hükümdar’ı okuyan herkes yazarın telaşının ayırdına varmakta güçlük çekmez. O telaş, kitabın son bölümünde çerçevelenmiş olarak karşımıza çıkarken yazarın ülkesini ne denli önemsediğinin; yabancı egemenliğinden ne boyutta saralar yaşadığının bir sonuç bildirgesi olarak yüzümüze vurulur. Yazar döneklik yapmamış; ancak onur kırıcı, kişilik zedeleyici yabancı egemenliğine karşı ilk ağızda eğer cumhuriyet kurulamıyorsa, monarşinin olabileceğinin altını çizmiştir. Yoksa Machiavelli Roma’yı siyasal becerisi yanında uyguladığı baskı ve zorbalıkla kuran Romolo’dan çok Roma Senatosu’nun seçip işbaşına getirdiği Numa Pompilio’ya sıcak bakmazdı. Roma uygarlığını, kalkınmışlığını daha çok kime borçludur sorusuna Machiavelli’nin vereceği yanıt ikincisi olacaktır. Çünkü onun gözünde monarşi, devlet-güç; cumhuriyet, devlet-uygarlık ilişkisine dayalıdır. Yazarın baskıdan yana olduğunu söyleyenlere karşı insanlara baskı uygulamanın ne Hıristiyanlığa ne de insanlığa sığacağını söylerken hümanizmacı bir yaklaşımla insan haklarından yana olduğunu belirtir. Gerçekte onun istediği yasalarla belirlenmiş bir devlet düzenidir. Pompilio’yu yeğlemesinin temel nedeni de budur. Çünkü yerinde yapılmış yasalar devleti ayakta tutacak ve devlete güç kazandıracak temel gerekçelerdir. Hükümdar’da din adamlarının siyasaya girmelerine karşı olduğunun altını çizmiştik. Konuşmalar’da dinin birleştirici bir öğe olduğunu belirlerken, dini, insanüstü, tanrı katındaki arabuluculuk işlevinden ötürü gündeme getirmez, salt etik değeriyle kullanılması gereğini anımsatır. Çünkü din, ona göre yasalara saygılı olmayı, devlete ve yurda bağlılığı öğretir. Tanrıtanımaz değil, tipik bir laik yaklaşımdır onunki. İnsanları, devleti, ulusu, yurdu konusunda ahlaklı düşünmeye ve devindirmeye yarayacak bir araçtır, amaç değildir. Amaç olan, devlet işlerinin bilimselliğidir. Dini siyasaya araç eden anlayışa karşı olduğunu ve dinsel değerleri yozlaştırdıklarını söyler. Kilise adamlarına da karşı oluşunun temel nedeni olarak çıkarcı bir yaklaşımla dini çarpıtmış olmalarını gösterir.
Konuşmalar’ın bir başka farkı, üzerinde durduğu cumhuriyet rejiminin bir kurumlar dizgesi olduğu yönündeki inancının dile getirildiği bir yapıtı olmasıdır. Kurulacak devlet bir sosyal hukuk devleti olabilir miydi? Modern devlet anlayışının ilk taşlarını koyduğu söylenebilir mi? Böyle bir devletin insan kafasının ürünü yasalarla yönetilmeye başlanması Hümanizmanın tasarladığı insana dayalı yönetimle örtüşebilir miydi? Artık söz konusu olan “kamunun yararı”dır. Kamuya el uzatan devletin asıl görevi yurttaşın mutluluk sorunu olmalıdır. Yasalarla belirlenmiş birey-devlet ilişkisidir. Çıkar demeyelim, ama beklenti ilişkisidir. Monarşiden farkı, bireyin devlet ya da saray karşısındaki “köle” yaşamı değil, uygar ölçütlerle belirlenmiş olan “özgür” yaşamıdır. Machiavelli gerek siyasa adamı, gerek siyasa bilimcisi olarak her iki yapıtında da devletin kalıcılığı için düşünmüş, tasarım geliştirmiş ve savaşım vermiştir. Yazar, Konuşmalar’la bir gelenek yaratmak; eskillerin deneyim bilincini kazanmak; geçmişin iyi yanlarını derlemek, yeni sezgilerle yoğurmak ve zamana, kişilere bağlı olmaksızın devletin kalıcılığını sağlayacak öneriler geliştirmek istemiştir. İçinde bulunduğu karışık ve umutsuz siyasal yapı ve ülkenin parçalanmışlığı Machiavelli’yi baskı ve şiddeti de düşünmeye itmiştir. Yalnız kendi içinde değil, devletler arasında da hukuk yerine zorba yöntemlere başvurulması gerektiğini salık vermiştir. Yaşanmışlık şiddet ve kötülüğün de işe yaradığını yazara göstermiştir. Gerektiğinde bu araçlara başvurulmasının yararı olacağını söylemiştir. Karşısındaki örnek, şiddetten yana bir hükümdar olan Cesare Borgia’dır. Kötü bir ünü olmasına karşın, kararlılığı, çabukluğu, gözünü budaktan esirgemeyen yürekliliği ile yazarımıza örnek olmuştur. Hükümranlığı kısa sürmüştür, ama Machiavelli’nin düşüncesinde yer etmiştir. Hükümdar’da bu kişilikle ilgili önemli şeyler söylemiş ve bu söylediklerinin yer aldığı sayfalar “tüm yapıtın etiğe en sığmayan” sayfaları olarak tanımlanmıştır. Belki bu nedenden ötürü yazarın adı kötüye çıkmış ve “Makyavelcilik” gibi aşağılayıcı tanımlarla hak etmediği biçimde anılmıştır. Diderot’a göre, Makyavelciliği, Machiavelli’ye yüklemek haksızlıktır, çünkü Machiavelli bu yaklaşıma karşı insanları uyaran bir düşünürdür. Ne yazık ki bu olumsuzluklar onun adıyla anılmıştır. Cesare Borgia’yı örnek göstermek gibi bir eğilimi olmuşsa, bu eğilim, onun devletin kalıcılığı için ortaya koyduğu çabaya olan güveninden ötürüdür. Bu nedenle her yolun “mubah” olması bir tek devletin kalıcılığı için söz konusu olabilir, ama Machiavelli öyle bir söz de söylememiştir. Ancak devlet kavramına ve devlet-birey ilişkisine getirdiği tüm olumlu yaklaşımlarına karşın Machiavelli’nin iki kitabında da dile getirdiği devlet modeli bugünün insanının algıladığı “ulus” ve demokrasi modelinden uzaktır. Çünkü monarşiyle gerçekleşmesini istediği devlet modeli genel istence dayalı, bir ulusun içtenlikle yaşama geçirdiği bir model değil, olağanüstü bir kişinin, olağanüstü durumlarda başvurduğu bir yönetim biçimidir. Bir hükümdarın yönetimi ele alarak ülkenin yazgısını belirlemesi ve halkı bu fikir etrafında bir araya getirebilmesi şeklindedir. Cumhuriyet yönetimi de gene halka dayalı bir yönetim biçimi değil, kentsoylu ya da soylu sınıfın yasalarla ölçütlerini belirlediği ve gene iplerin “erdemli”, “akıllı” insanların elinde olduğu bir yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimlerinde yöneticinin uyguladığı kötülük ya da şiddet insan doğasının değişmez bir niteliği olduğu için başvurulan bir araç değil, insanoğlunun karşı karşıya kaldığı tehlikelerin sonucu kullanmak zorunda kalacağı bir silahtır. Gene şiddet ve kötülük yöneticinin aşağılık ihtiraslarına, küçük hesaplarına alet olmamalı ancak devletin kalıcılığı için gerekli olduğunda başvurulmalıdır. Nereden bakarsanız, bakın, iş dönüp dolaşıp devlete geliyor. Kişisel çıkarlar için başvurulacak her yol yazarın gözünde hiçbir zaman “mubah” olmamıştır. Hükümdar’ın ahlaksal ve etik ağırlığı bu anlayışta yatar. Sanıyorum, böylesine yurtsever ve bağımsızlık düşkünü bir yazarı bu biçimde gözden düşürmeye kalkmak, onun almış olduğu eğitime, görgü ve bilgisine büyük haksızlık olur. Kimilerine göre Machiavelli, Hükümdar’da “betimler”; Konuşmalar’da “öne koyar”. “Erdem” Hükümdar’da “yaradılıştan” gelen bir nitelikken, Konuşmalar’da “yasalarla sağlanan bir siyasal eğitimin ürünüdür”. “Yazgı” ile insan ilişkisi konusunda tıpkı Hükümdar’daki yaklaşımı sergiler burada da. Ne ki, insan karakterinin her koşula kolaylıkla uyamayacağı gerçeğinden kalkarak, cumhuriyet yönetiminin birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşen bir yönetim biçimi olması nedeniyle yazgıya da daha rahatlıkla karşı durulabileceğini belirtir. Konuşmalar, belirli bir düzen içinde geliştirilmiş kuramsal bir kitap sayılmaz; birbirinden farklı konuları gündeme getirir; olaylar arasında herhangi bir ilişki yoktur. Yazarın yaptığı, her olayı tek başına yorumlayan irdelemeler üretmek ve güncele örnek olarak göstermektir. Hükümdar’da olduğu gibi kişisel siyasal deneyimlerini çıkış noktası alarak siyasal yaşamdaki çelişkileri, güç gösterilerini ve tarihsel gerçekliği sergilemektir. Konuşmalar, yazarın niyetinde on kitap olarak belirmişse de ancak üç kitabı yazabilmiştir. İlk kitap 60 bölümden oluşmakta ve Roma’daki senato ile halk arasındaki kopukluğu; Romalıların din konusunu, halkların özgürlüklerini korumada çektikleri zorlukları, ulusal ordunun önemi, ödül ve cezalandırma neden ve biçimleri gibi konuları irdelemektedir. İkinci kitap 33 bölümden oluşur ve Romalıların büyümek için başvurdukları yolları, savaştıkları halkları, savaşta yenik düşenleri nasıl ortadan kaldırdıklarını, süvari birliğinin önemini ve yasaları çiğneyenleri nasıl cezalandırdıklarını anlatır. Üçüncü kitap 49 bölümdür. Devletlerin nasıl büyüdüklerini, nasıl çöküşe geçtiklerini ve nasıl yok olduklarını gösterir. Kazanılmış özgürlükçü hakların nasıl korunması gerektiğini, zor zamanlarda erdemin devreye girmesini vb. anlatır.
Machiavelli, Hükümdar’ı sürgündeyken yazar. En önemli yapıtı olarak bilinen ve ününün o kitaba dayalı olduğu söylenen bir yapıttır. Elimizdeki ilk çevirisi 1917’de yapılmıştır. İlginçtir ki Dante de İlahi Komedya’yı sürgünde yazmıştır ve o da ününü o yapıtına borçludur. İkisi de Floransalıdır. İkisi de siyasal çatışmalara adları karıştığı için sürgüne yollanmıştır. İkisi de yoksulluk içinde ölmüştür. Dante’nin Convivio (Davet) adlı yapıtındaki bir yazı (Sürgün) yazarın ne denli yoksul bir yaşam sürdürdüğünü ve kendisinin bundan utanç duyduğunu; ayrıca insanların gözünden düşeceğini ve yapıtlarının, bu perişan durumundan ötürü gerçek değeriyle görülemeyeceğini yazar. Machiavelli’nin sürgünden yazdığı mektuba (Francesco Vettori’ye Mektup) çok benzemektedir. Ne ki Machiavelli’nin gömütü Floransa’dadır; Dante’nin Ravenna’da. Floransa sanki onun ölüsünden bile rahatsız olmuştur. Ama Floransalılar, Santa Croce kilisesinde bir boş lahiti öteki büyüklerinin gömütü yanına koyarak günah çıkarmışlardır.
Hükümdar’ın temel örgelerinden biri erdem-yazgı ilişkisidir. XXV bölümde ayrıntılı biçimde üstünde durduğunu söylemiştik. Bu konuda insana düşenin yüzde elli olduğunu; geri kalanın da yazgıya düştüğünü belirtir. Yazgıyı bir ırmağa benzetir. İnsanların önlem alması gerektiğini; tersine, taştığı zaman artık önüne geçilemeyeceğini yazar. Yazgının önüne geçecek olan erdemdir. Dahası, insan erdemiyle yazgının olumsuz işlevinin önünü kesebilir, ama bir yere kadar. Machiavelli, San Casciano’da sürgündeyken çok büyük bir karamsarlık yaşar ve bu sürgün yaşamını yazgısızlığına bağlar. Tüm suç yazgısınındır. Erdemiyle yazgısına karşı koyamamış olmasından ötürü yılgındır. Saraylarda olması gerekirken, köylük yerde köylülerle zaman öldürmekten kızgındır. Öfkesini Vettori’ye yazdığı mektupta şöyle dile getirir: “Kara yazgım rahatlasın istiyorum. Beni böyle bayağı insanlarla düşüp kalkmaya zorladığı için. Sonunda yüzünün kızarıp kızarmayacağını görmek dileğimdir.” Hükümdar, güncel siyasanın iddialı bir kitabıdır. İtalya’nın en umutsuz zamanlarından birinde, çökmüş bir siyasal ortamın ortasına düşerek etrafına ışık saçmayı umut eden bir yazarın kitabıdır. Fransızlar bir yandan, İspanyollar ve Vatikan öte yandan İtalya’yı kuşatmışken Machiavelli gerek yabancı egemenliğine karşı koymuş gerekse Vatikan’ın yayılmacı siyasını karşısına alarak laik bir devlet dizgesinin savunusu yapmıştır. Machiavelli’nin dayanak noktası yaşanılan gerçekten kalkarak insanı irdelemek ve sorgulamaktır, ama gerekirse yargılamaktır da. İnsanı eskiden bugüne ve daha sonra da değişmeyecek bir “doğal varlık” olarak gören, bir başka deyişle, duyguları, içgüdüleri, bencilliğine esir olan, ancak onların esaretinden aklı ve yürekliliğiyle kurtulmasını bilmesi gereken bir varlıktır. Öyle bir varlık zayıf yanlarına yenik düşmeden öne çıkmasını bilendir. O varlık hümanizma ürünü bir insandır ve gelecek yüzyıllarda ortaya çıkacak aydınlanmacı insanın mayasını oluşturacaktır. Böyle bir insan İtalya’yı yabancı egemenliğinden kurtaracak olan önyargısız, kolay kolay bulunamaz bir insandır. Bu insan, insanüstü bir güç tarafından yönlendirilmemiş, dinden uzak salt kendi insancı istenci doğrultusunda devinen ve yazgıya kendi erdemiyle karşı koyacak olandır. Erdem, Machiavelli’nin insancı anlayışında kişisel beceri anlamına da gelmektedir. Erdemin tek ereği vardır. Ülke bütünlüğüyle özdeş devlet kavramıdır.
Diğer Yapıtları
Tarih bilincinin Machiavelli için ne denli önemli olduğunu bu iki önemli yapıtını incelerken gördük. Değerlendirmelerinde nerdeyse adım adım tarihi izlediği ve tarihsel olaylardan, kişilerden somut örnekler verdiğini gördük. Ne ki bu yapıtlarında başat konu siyasaydı. Oysa bu kez temel konu olarak tarihi başköşeye oturtmuş ve tarih nasıl yazılmalıdır der gibi bir tarih kitabı yazmış, adına da Istorie fiorentine (Floransa Tarihi) demiştir. Machiavelli, ortaçağda yazılmış ve tarihsel süreci Tanrı’nın takdirine bırakan tarih ve “günce” niteliğindeki tarih kitaplarının ve hümanizmanın “resmi dilli, yüceltici” tarih anlayışının tersine, olaylara ve kişilere nesnel bir gözle bakan bir kitap yazmayı yeğlemiştir ve öyle de yapmıştır. Bu kitap, İtalya’da organik bir bütünlük ve anlatım içinde ilk kez yazılan ve olayları birbiriyle olan ilişkileri bağlamında anlatan ve gene neden-sonuç ilişkisi içinde ele alan bir tarih kitabıdır. Oysa bu kitabı yazmak için bizzat iktidar tarafından görevlendirilmişti. İktidarın (Medici ailesi) yazardan istediği “araştırıya dayalı özgün” bir çalışma değil, “var olan kaynaklara dayanarak kentin başarılarını ve saygınlığını sergileyecek” yorumlar içeren bir kitaptı. Bir ölçüde “resmi tarih” özelliğini taşıyan bir kitap olmalıydı. Machia-velli’nin mizacı, kişiliği böylesi güdümlü bir görevi yerine getirmeyi reddetmiş ve deyim yerindeyse yazar “bildiğini okumuştur”. Gerçek ne ise onu yazmaya çalışmıştır. Kentin tarihsel süreci içinde iniş çıkışlarının altını çizmiş ve nedenlerini çözümlemeye çalışmıştır. Oysa Orti Oricellari (Oricellari Bağları – Rucellai Sarayı’nın Bahçeleri) grubundan dostları yoksul bir yaşam içinde kıvranan yazarı birkaç kuruş kazansın ve Floransa Cumhuriyeti’ne yararı dokunsun diye o zamanki Papa X. Leo’ya (ki o da Medici ailesinden dede Lorenzo il Magnifico’nun oğluydu ve adı da Giovanni idi) Cumhuriyet’in tarihçisi olması için önermişlerdi. Tarihçilik görevini üstlenmişti, ama iktidarın beklediği resmi tarihçiliği benimsemediği gibi, Floransa’nın tarihsel süreci boyunca yaşamış olduğu iniş çıkışları resmi değil, tam tersine bilimsel bir gözle irdelerken kentine olan tutkusu, onu olan bitene eleştirel bakmaya zorlamıştır. Ne ki, bu eleştiri bizim anladığımız anlamda bir eleştiri değil, olayların siyasal içeriğinden kalkarak kendi anlayışıyla bağdaşmayan yanlarına dönük polemik unsurlar taşıyan bir yaklaşımdır. Tarih kitabı olayların rasgele anlatımı değildir. Olsa olsa olayların mantıklı ve birbirine bağımlı bir serüveninin yazıya dökülmesidir. Ancak bu yazı felsefenin ışığında yol alan bir anlatımın ürünü olmalıdır. Bu serüvene sevabıyla, günahıyla herkes dahildir. Machiavelli olaylara sahip olduğu sezgi gücü ve nüfuz etme yetisiyle girmesini bilen bir tarihçi olarak kitabının canlı ve sıcak bir yapıt olmasını sağlamış ve geçmişte kalan olayları sıralayan bir kitap değil, bir “yaşam kitabı” yaratmıştır. İnsanlara gelecekte oluşturacakları tarihleri için rehberlik edecek bir kitap yazmıştır. Floransa Tarihi’nde, yazar, insan yaşamının iyiyle, kötü çatışması üzerine kurulu olduğunun ve öyle kalacağının bir kez daha altını çizerken, bu işleyişin yaşamın yasasına dayalı olduğunu ve bu işleyişte insanoğlunun “oyuncu” değil, “yazar” işlevi gördüğünü belirler. Floransa Tarihi, ulusal dilde yazılan ve modern tarih anlayışına temel hazırlayan bir kitaptır. En önemli kanıtı da, nesnel bakışına örnek olması açısından, Floransa tarihinin en dramatik zamanlarından biri olarak cumhuriyetten sonra monarşiyi getirmiş olduğu için, Medici dönemini en eleştirel bakılması gereken bir dönem olarak göstermiş olmasıdır. Doğrudan doğruya bakmamış olabilir. Dolaylı bir yoldan, konuşturduğu kişilerinin ağzından getirmiş olduğu eleştirileri bireysel doyumsuzluğunun değil, ülke sorunları karşısındaki duyarlılığının ürünüdür. Bu yaklaşımında, vicdansal sorumluluğunun ve insancı yaklaşımının neden olduğu öfke ve kızgınlığının da payı vardır doğal olarak. Ayrıca böylesi bir zamanda bir taraflara itilmiş olmasının; tam da önemli görevlerde bulunması gerekirken ancak bir tarih yazıcılığıyla yetinmek zorunda kalmış olmasının yarattığı burukluğun da payını aramak gerek. Ne ki tüm duygusal ve entelektüel ihtiraslarının ürünü sayılabilecek yaklaşımlarından kabına sığmaz kişiliğiyle kurtulmasını bilen yazar, doğru yolu gösteren alter-ego’suyla bire bir dayanışma içine girmiştir. Sanırım, Machiavelli kurtuluşunu bu yolla bulmuştur. Guicciardini’ye yazdığı bir mektupta şunu söyler: “Çok mu gidiyorum şeylerin üstüne; ya çok yüceltiyor ya da çok mu alçaltıyorum? Ne dersiniz? Bana siz söyleyin.”
Dell’arte della guerra (Savaş Sanatı Üstüne) Machiavelli’nin bir başka kitabı. Yedi kitaptan oluşur. Askerlikle ilgili sorunları tartışır ve tartışmayı, Fabrizio Colonna gibi günün ünlü komutanları ve Cosimo Rucellai gibi dostlarıyla yaptığı söyleşiler biçimindedir. İki önemli kitabını çağrıştıran konuların yeni baştan ele alınması gibi benzerliklerle dolu olmasına karşın, kuramsal sıkıcılıklarından uzaklaşmış ve bir ölçüde yazınsal bir nitelik kazanmış olmasından ötürü özgün bir yanının olduğu söylenebilir.
Machiavelli gençken Canti Carnasceleshi (Karnaval Şarkıları) yazmıştır. O şarkılardaki neşeli ve güldürü öğeleri daha sonra yazdığı tiyatro oyunlarına taşınmıştır. Diavoli iscacciati di cielo e degli spiriti beati (Gökten Kovulmuş Şeytanlar ve Mutlu Ruhlar) adlı gençlik yapıtında öbür dünyayı betimler ve öbür dünyanın olumsuzluklarının bu dünyaya taşındığını anıştırır. Örneğin, gerçek cehennemin bu dünyada olduğuna işaret ederken şeytanların insanlar olduğunu savunur. Aynı izlek bir başka yapıtında, bir novella’da gözükür: Diavolo che prese moglie (Evlenen Şeytan). Bir başka yapıtı De’ Frati Romiti (İnziva Papazları)dır.
1520’de Mandragola’yı (Adamotu) yazdı. Machiavelli bu yapıtıyla ünlendi. Siyasal içerikli yapıtlarıyla ki, bazıları ölümünden sonra yayımlandı, tanınamazdı. Kendisi de kitabın giriş yazısında şöyle demiştir: “Çok ünlü bir yazar değilim. “ Ama bu tiyatro yapıtının ardından aranılan bir yazar olduğu kuşku götürmez. Oyun bir güldürüdür. Oyun, kökenini, komün uygarlığında bulan ve bir toplumsal katman olarak kendini duyurmaya başlayan kentsoylu sınıfın, soylular karşısındaki toplumcu tavrının tiyatroya yansıması olarak değerlendirilebilir. Soyluların toplum içindeki yerine alayımsı bir yaklaşım içinde değinilmekte ve güldürü öğesini kullanarak olay örgüsünü yumuşatmak istemektedir.
Necdet Adabağ
Ankara, 02. 02. 2008
NICCOLÒ MACHIAVELLI
HÜKÜMDAR
İTALYANCA ASLINDAN ÇEVİREN:
NECDET ADABAĞ
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI