Toplumsal Cinsiyetçiliğin Kökenleri – Sebahattin Sumeli

Bir olguyu ele alırken, başlangıç noktasına inmeden, çıkış şartlarını, sebeplerini ve gelişim aşamalarını irdelemeden güncellik üzerinden elde edilecek bulgu ve veriler eksik kalacaktır. Dolayısıyla gerek kavramsal gerek ise kuramsal yönleriyle bir şeyi analize tabi tutarken onun tarihsel ve toplumsal gelişim aşamalarını yer ve zamanla bağını koparılmadan yapılmalı ki konu hakkında doğru sonuçlara varılabilsin, ya da gerçeğine yakın sonuçlar elde edilebilsin. Zira çağımızda artık kronikleşen iflah olmaz bir hal alan toplumsal cinsiyetçiliği var olan yaklaşım, vaka ve sonuçları üzerinden değerlendirirsek konunun yüzeyinde kalmış oluruz. Bir şeyin hakikatini öğrenmek için onun derinine inmek, yer ve zamanla bağını kurarak çıkış ve oluşum koşullarının sebeplerini irdeleyerek günümüze ışık tutabiliriz. Yoksa buz dağının su yüzeyindeki kısmını görüp ona aldanarak (olumlu ya da olumsuz) su altındaki kısmı hesap edilmeden konu ele alınırsa büyük yanılgı ve hayal kırıklığı olur.

“Her ot kendi kökü üzerinde yeşerir” deyiminden hareketle biz insan toplumu da kendi geçmişimizin, kültür ve genetik kodlarımızın üzerinde büyür, gelişir ve biriktirdiklerimizi sonraki kuşaklara aktarırız. Çağlar değişse de, bilim-teknik-teknoloji çok ilerlemiş olsa da, yaşam tarzları, biçim ve formları değişse de, insanlık ve uygarlığımız çağ atlasa da, genlerimize işlenmiş, çok uzun yüzyıllar, binyıllar varlığımıza sebep olmuş alışkanlıklarımız, reflekslerimiz kolay kolay aşılmaz, terk edilemez ki zaten insan toplumunda ne kadar ilerleme, ferahlama yaşarsa yaşasın sürekli bir nostalji, eskiye, geçmişe bir özlem, bir hasret bir imrenme durumu olmuştur. Dolayısıyla ilk fırsat bulduğunda eskiye gitme, ya da onu bulunduğu çağa getirme, yani yaşatma çabası ve isteği hep olagelmiştir. Çünkü hala insan türümüz (Homo Spiens) derin bir şekilde ilkel insan genleri ve kodlamalarıyla donanmış durumdadır. Gerek fizyolojik, gerek biyolojik ve yine düşünme gibi bir çok yönden yakın-benzer davranışlara sahip. Günümüzde olan ise daha çok niteliksel ve içerik anlamındaki değişikliklerdir.

Peki o zaman insan oğlu ve kızı başlangıçta neden cinsiyetçiliğe evrilecek bir yapıda gelişim gösterdi, bunu o kadar derin yaşadı, yaşattı ve genetik kodlamasına yerleştirdi? Neden yüz yıllar, bin yıllar geçmesine rağmen, insanlık bu kadar gelişme kat etmesine rağmen bu konuda saplandı kaldı. Günümüzde artık utanç duyulan, ayıpsanan ve ‘modern insanın erdemi değil’ denmesine rağmen hala birçok çeşidiyle yaşanmakta, terk edilmemektedir?

Bir coğrafya, dolayısıyla o coğrafyanın üzerinde yaşayan toplum ve kültür bir şeyi ne kadar uzun süre ve derinliğine yaşamışsa, kimliği haline getirmişse, kendini onunla izah edecek ve tanıtacak düzeyde fiziki ve manevi kural haline getirmişse, o kadar ona saplanır, onu kolay kolay aşmaz, aşamaz! Biz insanoğulları ve kızları da toplumsallığın oluşum şafağında bu form ve biçimini o kadar derin yaşadık, özümsedik ki varlığını korumanın bir öz savunması, benliğimizin bir parçası, varoluş biçimimiz, manevi kutsallıklarımızın ifadesi haline döndü! Ondan dolayı farkında olmasak da, karşı olduğumuzu söylesek de, genetik kodlamamızda bu varlığını sürdürüyor ve en olmadık yerde harekete geçiyor, ilkel bir davranış sergiliyor. Tabi bu belirlemeden şu sonuç çıkarılmamalıdır: Bu özümüzde var ve böyle olması gerekiyor, diğer türlüsü olamaz! Tam tersine, insan davranışlarının zaman ve mekanla bağından kaynaklı neden ve sonuç ilişkisine işaret edip kökenine inmektir gayemiz…

Dolayısıyla konuya ışık tutmak için, toplumsallığın ilk şekillendiği biçim ve formlarını geliştirdiği ilk çağları ele almak gerekir. Çünkü birçok ilkler gibi, toplumsal cinsiyetçiliğin kökeni de bu dönemde, ilkel toplum döneminde, yani ilk toplumsal formları olan klan ve kabile dönemlerine dayanmaktadır. Bunun nedenlerine gelmeden önce, hakim anlayışlarının tarihe bakış açılarını hatırlatmakta fayda var.

Günümüzde konuya dair, yani toplumsallığın tarihine ilişkin hâkim olan iki anlayış vardır: Birincisi (Sosyalist Teori); Toplumsallığın bu aşamadaki formunu ‘Doğal Komünal Toplum’ olarak teorize etmekte ve bu toplum biçimini ideal formmuş gibi sunmakta. Yani demokratik, adil, eşit, özgür vs. bil cümle ne kadar insani erdem varsa bu kavrama yüklemekte ve anlam biçmektedir.

İkincisi ise (Kapitalist Teori) söz konusu dönem toplumsal biçimini ‘İlkel, gerici, vahşi, barbar’ vs. birincisinin tam tersine ne kadar negatif anlam, sıfat ve ad varsa onunla tanımlar, mahkûm eder.

Birinci paradigmasal bakış konuyu olması gereken, topluma ideal form olarak sunarken, yani toplumu ona yönlendirirken; ikinci anlayış ise bütün kötülüklerin anası olarak yaftalar, yani düşman ilan eder ve ona karşı mücadele edilmesi, aşılması gereken bir durum gibi salık verir.

Ne indirgemecilikle idealize edip ona yönelme, ne de nihilistçe kökten reddedip ona karşı savaş ilan etme; iki anlayışta ciddi eksiklikler barındırmaktadır. Onun yerine her olay ve olguyu kendi zamanı ve mekânının oluşum koşulları içinde değerlendirmek, eksi ve artı yönleriyle ele alıp konuya yaklaşmak, bizi daha sağlıklı sonuçlar elde etmemize götürür.

Toplumsal organizma da tıpkı bir insan gibi ana rahminde oluşur, doğar, emekler, ayağa kalkar yürür, ileriye doğru koşar, olgunlaşır ve bu yaşam yürüyüşü nihayete erer. Bu süreçlerin içerisinde eksisiyle artısıyla birçok evre, gelişme-gerileme vardır. Ama bu gelişmeler ne Marksist teoride olduğu gibi ‘düz, çizgisel ilerlemecilikle’, yani sürekli pozitif anlamda gelişip ilerliyormuş gibi, ne de kapitalist teorinin cevaz verdiği gibi ‘ilkel, geri, vahşi’ olup aşılması, onunla savaşılması gereken bir durummuş gibi değil; daha çok simbiyotik bir ilişki yumağı içinde gelişen, kuantumik ve dolayısıyla dualitik bir yapıda varoluşunu gerçekleştirmektedir.

Özcesi her iki paradigma da toplumun doğal gelişim seyrinden ziyade öngördükleri sistem ve düzeni oluşturmak için ‘toplumsal mühendislik’ perspektifiyle konuyu ele aldıklarından dolayı olgunun doğasına uygun bir perspektif ve nihai bir çözüm geliştirememişlerdir. Daha doğrusu iki paradigma da konuyu bütünsellik içinde yekpare ele almaktan ziyade parçalı ele almış, dolayısıyla bütünü parçayla izah etmeye, ya da parçayı bütünmüş gibi tanımlayarak sonuç almak istemişlerdir. Örneğin Marksist teori toplumu “İlkel Komünal, Köleci, Feodal, Kapitalist, Komünist” gibi kategorize edip analiz ederken, toplumun bütünsel yapısını göz ardı etmiştir. Zaten kapitalizm yaratmak istediği sistemi için idealize ettiği toplum modeli dışındaki tüm sosyal formları ya ret ediyor, ya da geri, ilkel ve aşılması gerektiğini savunuyor. Yani neredeyse tüm felsefi akım ve paradigmalar toplumsal örgüyü yani sosyolojiyi ele alıp analiz ederken ya bireyi toplumla izah etmiş, onun özgün ve birey olma durumunu göz ardı etmiş, ya da nihilizm ve daha sonra liberalizm ile bireyi toplumdan soyutlayarak tekil bir varlık-olguymuş gibi çözümlemeye çalışmıştır. Dolayısıyla iki hakim felsefe akımı da toplum-birey hakikatini yakalayan bir derinliğe inememişlerdir.

Oysa toplumsal yapı da bütünseldir ve öyle ele almayı, analiz edilmeyi gerektirir. Kısacası bütünsel olarak ne ilkel komünal, ne köleci, ne feodal, ne kapitalist ne de komünist bir tekdüze toplumsal yapı vardır. Dolayısıyla toplumsallığı bu ve başka şekilde parçalı ele alarak ya da tümünü tek bir kategoriye sıkıştırarak şu toplumsal yapı özgürlükçüydü, şu köleciydi, şu gericiydi, şu ilericiydi ya da şu cinsiyetçiydi diğeri değildi gibi belirlemeler toplumsal yapıya uygun tabirler değildir.

Gerek ‘Tarih Öncesi (Prehistorik) Çağlarda’, gerekse de ‘Tarih (Historical) Çağlarında’ zaman ve mekâna, yani dönem ve koşullara göre toplumun tüm karekteristik özellikleri iç içe yaşanmıştır. Çağlara göre nitelik ve nicelik farkı olabilir fakat bunun tamamen böyle olduğu ya da olmadığı anlamına gelmez.

Toplumsal cinsiyet kavramı da her ne kadar modern dönemlerde literatüre girmişse de, bunun eski çağlarda olmadığı, yaşanmadığı anlamına gelmez. Hatta kökenin orada aranması, Prehistorik Çağlarda başlatılması daha doğrudur. Peki neden? Elbette ki tarih öncesi çağlardaki toplumsal cinsiyet hem nitelik hem de oran olarak modern dönemlerdeki gibi değildir. Hatta belki de dönemlerin şartlarından kaynaklı ve kadın ile erkeğin fiziksel ve biyolojik farklılıklarından dolayı oluşan ve kurumsallaşan bir süreçte denilebilir. Şöyle ki; Prehistorik çağlarda, yani toplum daha yeni yeni yeni klan formunda toplumsal organizasyonu oluştururken şartların getirdiği bir ‘gereklilik’ olarak ele alınmıştır. Zira toplum çok uzun çağlar boyunca (Paleolitik, Mezolitik ve Neolitik dönemleri) doğada, ilkel komünal yapılar halinde yaşamıştır.

Eski Taş Çağı da denen Paleolitik Çağda (2,5 milyon yıl gibi bir süre) insan türü ve daha sonra 30-40 kişiden oluşan klan toplumsal yapı sistemiyle doğanın zorlu şartlarında, kendi türünden çok daha iri-yarı cüsseli, güçlü, hızlı türlerle mücadele ederek, bazen taklit ederek, bazen avlayarak gezici olarak, yani avcı ve toplayıcı bir şekilde yaşamışlardır. Kuşkusuz avcılık, ciddi bir tecrübe, onun yanında güç, atiklik gerektirir. Başta fizyolojik, biyolojik ve birçok açıdan erkek bu anlamıyla kadına kıyasla avantajlı durumdadır. Zira kadının doğurganlık özelliğinden dolayı fiziki ve kaba güç isteyen durumlarda erkeğe göre dezavantajlı pozisyondadır. Bundan kaynaklı bu uzun dönemin toplumsal yapısında erkeğin, yani avcıyı daha ön plana çıkmasına neden olmuştur.

Fakat bu durum, kadının klan toplumsal yapısında rolünün olmadığı anlamına gelmiyor; tersine, yeni toplumsal organizasyonun öncü bir bileşeni, oluşturanı durumundadır. Bu her iki cinsin durumu da çeşitli nedenleri olsa da fiziki ve biyolojik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Duygusal ve zihinsel açıdan kadının avcılığa olan mesafeli yaklaşımı da buna eklenince ciddi bir farklılaşma ortaya çıkmaktadır. Gerçi bunun nedeni de kadının doğurganlık ve anacıl özelliğine bağlanmaktadır. Fakat sonuç itibariye bu farklılıklar zamanla kültürel farklılıklar oluşturmaktadır.

Kadının bu özelliğinden kaynaklı, yani doğurganlık özelliğinden kaynaklı, bir kere kadını anatomik olarak erkekten ayırmaktadır. Erkek gibi fiziki ve kaba güç gerektiren, hız ve atiklik isteyen durumlarda kadının geri pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. Bununla beraber, doğurganlık ekstra olarak kadına ciddi bir külfet oluşturmaktadır. Birincisi, kadın hamilelik döneminde nerdeyse hareket serbestisinden düşmekte, gücünü yitirmekte ve daha durgun bir tempo izlemek durumunda kalmaktadır. Zira yılın ¾ üçünü kadın iki canlı, yani hem kendine hem de karnındaki bebeğe bakmak, korumak, kollamak ve beslemek durumundadır. Hele ki hamileliğin ilerleyen dönemlerinde kadın iyiden iyiye güçten düşmekte, hareket etme kabiliyetini yitirmekte, dolayısıyla sabit bir meskene, mekâna ihtiyaç duymaktadır. Bu durumda doğal olarak kadın, erkek gibi uzun mesafeli yürüyüşlere çıkıp av peşinde dolaşma, onu takip etme, bulduğunda da onu avlama gücünden yoksun kalmaktadır. Bu durum kadın ile erkek arasında doğal bir iş paylaşımı, iş bölümünü oluştursa da toplum ağırlıklı olarak avcı toplum yapısına sahip olduğundan kaynaklı erkek ön plana çıkmaktadır. Yılın ¾’ünü hamilelikte geçiren kadın (toplayıcı), daha çok yerleşilen mesken-mekân çevresinden fazla uzaklaşmayarak doğada kendiliğinden yetişen, hazır bulunan ot ve pancar çeşitlerini toplayarak hem kendisine hem de klanın küçük, yani çocuk olan fertlerine bakmaya, bu şekilde hayata katılmaya çalışmaktadır.

Fakat erkek (avcı) günler, hatta bazen haftalar boyu yerleşkeden uzak yerlere gruplar halinde giderek av hayvanlarını takip etmek, onlara karşı plan ve organizasyonlar yapmak, uygun yer ve zamanda harekete geçmek zorundadır. Hem doğa şartları hem de avlanan hayvanların potansiyelinden kaynaklı avcılık çok ciddi anlamda fiziki ve kaba güç isteyen bir iş olduğu için kadından ziyade erkeğin işi olarak kabul edilir ve yapılır. Kaldı ki yılın tüm mevsimlerinde toplanacak ot, pancar, meyve çeşitleri olmadığından dolayı avcılık, klan toplumunun gözde geçim kaynağı ve uğraşıdır, bu da daha çok erkeğin işidir! Bu durum doğal olarak erkeği ev ve klan üyeleri üzerinde otorite yapıyor. Toplum hakkında söz ve karar hakkını ona veriyor ve onu öncü pozisyona getiriyor.

Henüz kadın-erkek arasında bir iş bölümü vardır. Yani günümüz tarzında ve niteliğinde bir cinsiyetçilikten söz edilemez. Fakat bariz bir erkek öncülüğünden, otoritesinden söz edilebilir bu dönemde. Kadın daha çok ‘Doğa Ana’ ile özdeşleştirilir. Yani Doğa Ana doğurgandır, verendir, besleyendir, koruyan ve kollayandır; kadın da doğurandır, besleyen ve büyütendir. Bunun için kadın da Doğa Ana’ya benzetilir ve değer atfedilir. Dönemin toplumsal yapısının bir yanı böyle iken; diğer yanı ise bahsettiğimiz etkenlerden dolayı açık bir erkek-avcı öncülüğü ve üstünlüğüne sahip; avcı erkek tarafından yönetildiğinden ve şekillendiğinden bahsedilebilir. Bu da kadana ilişkin hem zihinde hem duyguda proto cinsiyetçilik denebilecek imgeler oluşturmuştur.

Prehistorik çağlarının geç dönemlerinde iklim şartları, doğa ve coğrafik değişimlerinden kaynaklı avcı-toplayıcı toplulukların yaşam tarzında da ciddi değişimleri beraberinde getiriyor, toplumsal yapıyı buna zorluyor. Yavaş yavaş toplumsal yapı olan ‘klan’ formu yerini ondan nicel ve nitel olarak biraz daha büyük ve güçlü bir birlik olan ‘kabile’ formuna bırakıyor. Av hayvanlarının peşinden dolaşarak onları avlamak ve ona göre şekillenen yaşam tarzı yavaş yavaş terk ediliyor ve yerini toprağa yerleşmeye bırakıyor.

Son Buzul Çağının iyiden iyiye son bulması ve buzulların kuzey kutbuna doğru çekilmesiyle beraber hayvan sürülerinin de ona göre hareket etmesi ve yine bununla bağlantılı olarak iklim değişikliği ile toplayıcılıkla elde edilen ürünlerin tükenmesi, toplumsal yapıda da ciddi anlamda değişikliği dayatıyor. Artık insan toplulukları (klan daha sonra kabile) çok sert coğrafya ve bölgelere, kutup bölgelerine doğru hızla çekilen hayvan sürülerini istedikleri gibi takip edememekte, denetime alamamakta ve avlayamamaktadır. Bu da dönemin insanı ve toplumsallığını ciddi bir değişim ve dönüşüme zorlamaktadır. Dolayısıyla coğrafi ve iklim şartlarının elverişliliği, yine uzun dönemlerin getirmiş olduğu birikim ve tecrübelerinden kaynaklı yeni bir tarihi evre oluşmaktadır: Tarım ve Köy Devri…

Tarım ve Köy Devri daha çok toplayıcılık kültür birikimi üzerinden boy gösterip gelişse de, yani kadın eksenli kültür üzerinde şekillense de, hem bir önceki çağların genetik kodlamaları ve davranış özellikleri ve hem de bu devrin yeni oluşacak olan yaşam tarz ve kültürü de yine aynı şekilde ciddi bir fiziki güç gerektirdiği gerçeğinden hareketle erkek öncülüğü başat yerini koruyor. Adına Neolitik Dönem (Cilalı Taş Devri) denen ‘Tarım Ve Köy Devri’, adından da anlaşılacağı gibi artık göçebe olan klan ve kabileler toprağa yerleşmekte, kulübeler ve daha sonra proto ev-barınaklar yapmakta, toprağı ekip biçmekte, onu sulamaya başlamaktadır. Bununla beraber gerek yabani ve yırtıcı hayvanlardan gerekse de diğer klan ve kabilelerden kendini korumak zorundadır. Tahmin edileceği üzere bu işler de yine ciddi bir bel ve bilek gücü, yani fiziki ve kaba güç gerektirmektedir ve erkek öncülüğü başattır. Kadın da erkeğin yanında, onunla omuz omuza tarlada, bağda bahçede evde çalışsa da, yukarda belirttiğimiz fiziki özelliklerinden kaynaklı erkeğin gerisinde kalmaktadır ve bu da kadını birçok konuda gözden düşürmektedir! Yani kimi çevrelerin iddia ettiği gibi ‘Neolitik Çağ, Tarım ve Köy Devri, bir kadın devrimidir’ iddiası belirttiğimiz dayanakları olsa da indirgemeci ve iyimser bir bakış açısıdır. Şu ana kadar elde edilen arkeolojik bulgular, bilhassa Tarihin Şafağı niteliğindeki Girê Miraza (Göbekli Tepe) kazılarından elde edilen heykeller, yapılar, artıklar, özcesi tüm bulgular bunu açık bir biçimde ortaya koyuyor. Yani yaygın kanaat erkek figürünün baskın erk ve güç odağı olduğudur.

Daha sonraki süreçler de önceki süreçlerden çok farklılık arz etmiyor. Yani Neolitik dönemden sonra gelişen, daha doğrusu Neolitik dönemin Tarım ve Köy Kültürü üzerinde gelişen, yükselen ve kurumsallaşan uygarlığın ana rahmi olan Sümer kent uygarlığı da benzer şekilde erkek öncülüklü, egemenlikli kültür ve tarihi evresidir. Zaten iyi incelenirse, tüm yapılar, kurumlar, mimari, zanaat, icatlar vs. bunun baskın izleriyle doludur. Nitekim Gilgameş-Enkido-Hunbaba Destanı, Dumuzi (Tammuz) Destanı, Enuma Eliş, Tiamat-Marduk Destanı ve hatta İştar-Enki Destanı vs. birçok destan ve mitolojik anlatıda tanrı ve tanrıçaların kavgaları, tanrıların (avcı savaşçı erkek) zaferi ve tanrıçaların (Toplayıcı kadın) yenilgisine sahne olan söylencelerin yazıtlarıdır ve egemen erkek kültürü öne çıkmaktadır. Zaten gerek prehistorik çağlarda gerekse de historik çağlardaki Şaman-Rahip-Şeyh-Askeri Komutan, yani toplumun öncü ve lider kesimlerinin çoğu bu karakterdedir ve günümüze kadar bu süregelmiştir. Zaten uygarlığımız birçok yönden ileri düzeyde gelişme kat etse de hem zihni, hem fiziki; hem idari, hem ideolojik vs. yani yapısal ve ontolojik olarak Sümer Kent Uygarlığının mirası üzerinden yükselmiş ve günümüze ulaşmıştır.

Kuşkusuz ki bu durum günümüze gelinceye kadar her çağ, bir önceki döneme göre daha da artarak bir cinsiyetçilik algısı, yaklaşımını ve söylemini geliştirmiş, erkeği öne çıkarmış, kadını gözden düşürmüş ve zamanla egemen erkeğin icadı olan bu anlayış ve algı sosyolojik bir hal alarak toplumda da derin zihni kodlara sahip bir cinsiyetçilik oluşturmuştur. Nasıl ki prehistorik çağlarda avcılık ve fiziki gücünden dolayı erkek öne çıkarılmış, önemsenmiş ve kadından daha fazla değer atfedildiyse, historik çağlarda da uygarlığın geliştirmeye çalıştığı yeni sistemin savaşları, sömürü, talan, gasp vs. savaşları için ciddi anlamda erkek nüfusuna ihtiyaç duymuştur. Yeni uygarlık sisteminin dev yapıları, tapınakları, saray ve kaleleri için ciddi bir fiziki güce gereksinim duyulmuştur. Dolayısıyla kurnaz egemen erkek (Şaman-Şeyh-Rahip-Komutan) düzeninde erkeğe çok fazla önem-değer atfedilmiş, ‘tanrının yeryüzündeki gölgesi’ (Zillullah) vs. birçok ilahi sıfata büründürülmüştür. Kadın ise ‘erkeğin kaburgasından’ çıkarılan, sonradan yaratılan bir imge olarak zihinde ve daha sonra yaşamın tüm alanlarına sirayet ettirilmiştir! Kadın da, bu ‘çileli yaşamın hediyesi, ganimeti’ olarak erkeğe sunulmuş ve onun tasarrufuna sokulmuştur. Zaten tüm teoloji söylencelerindeki ‘yasaklı elma, cennetten kovulma ve huri’ hikâye ve güzellemeleri bu derin cinsiyetçilik ve tecavüz kültürüyle bağlantılıdır.

Elbette ki bu toplumsal yapıda derin ve ciddi bir kırılmaya yol açmış, zihinde, duyguda, algıda ve yaşamın her alanında kadın ötelenmiş, tali duruma düşürülmüştür. Sadece bununla yetinilmemiş, birçok dini metinde kadın, “erkeğin mülkü, tarlası” olarak tarif edilmiş ve erkeğin kadın üzerinde ‘her türlü hak ve tasarrufu olduğunu’ salık vermiş toplumu buna sevk etmiştir. Nitekim Sümer mitolojisinde (daha sonra tek tanrılı dinlerin metinlerine girmiştir); “Tanrı, önce erkeği yarattı, daha sonra kadını onun sol kaburgasından yaratmıştır” denilecek kadar da kutsallık kılıfına büründürülmüştür. Uygarlığın çağdaş dönemlerinde ise bu kadın imgesi, daha doğrusu kadına yönelik cinsiyetçi söylem, yaklaşım ve ayetler çeşitlenerek, inceltilerek sürmüş, derinleşmiş; eski çağlarda kadının manevi ve zihni yaratımları üzerinden gerçekleştirilen sömürü, baskı ve cinsiyetçi yaklaşım ve uygulamalar, bir bütünen kadının bedeni ve varlığı üzerinde çok ince ve derin bir şekilde gerçekleştirilmekte; kadını daha önce avcı-savaşçı olan saldırgan erkeğin yerini alan zorba, gaspçı ve tecavüzcü erkeğin hedefi durumuna getirmiştir. Maalesef toplumsal zihniyette de ciddi oranda yer edindiği için, neredeyse ciddi bir reaksiyonla karşılaşmamakta ve hala çoğu vakada ya kadın suçlanmakta, ya fail olan erkek açıktan veya örtülü olarak kollanmaktadır. Bunun da toplumsal cinsiyetin geldiği boyut ve derin zihni kodlamalarıyla bağlantılı olduğu açıktır!

Sebahattin Sumeli